9
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1863
Okunma
Dersten çıktığımda birisinin koridorda beni beklediğini gördüm. Ömer’di bu. Uzun zamandır görüşmediğim, eski dostum Ömer. Sıkıca sarıldık ve ayaküstü hasbihal ettik. Öğretmen lisesinde beraberdik, yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi. Şimdi kanka dedikleri şey o zamanlar kan kardeşti. Her ne kadar bilekler kesilerek yapılsa da biz bir yerimiz kanayınca bile kan kardeş olabilirdik. Beraber güldük, beraber ağladık, beraber hasret çektik, yeri geldi mi de beraber dayak yedik. Daha sonra maddi imkansızlıklar yüzünden babası Ömer’i okuldan aldı. Yaklaşık 15 yıl içinde bir kaç defa telefonda görüşebildik ancak karşılaşma fırsatımız olmamıştı. Ben üniversiteden sonra eğitimimi devam ettirerek akademisyen oldum. Biri devlet, biri vakıf üniversitesi olmak üzere iki ayrı üniversitede Osmanlıca dersleri veriyordum. Bunun yanı sıra sanat tarihi üzerine de yüksek lisans programında tez hazırlıyordum. Ömer ise en son beş sene önceki telefon görüşmemizde esnaf olduğunu ama durumunun çok da iç açıcı olmadığı söylemişti. Elimden bir şey gelirse her türlü yardım edebileceğimi söyledim. O günden sonra bir daha hiç konuşmamıştık ve şimdi karşımdaydı. Üzerinde dünyaca ünlü bir markaya ait bir takım elbise, elindeyse gayet pahalı olduğunu tahmin ettiğim bir telefon vardı. Daha şaşkınlığım geçmeden kapının önüne çıktığımızda kumandayla kilidini açtığı aracını gördüğümde şaşkınlığım katlandı. Ağzımı açtığımda ne demek istediğimi tahmin edercesine;
-Anlatacağım kardeşim, dedi ve güldü.
-Pekala, dedim.
Daha önce rezervasyon yaptırdığı lüks bir restorana girdik ve boğaz manzaralı bir köşesine kurulduk. Önüme getirilen menüyü tedirginle incelerken, yemek fiyatlarını arıyordum. Her ne kadar ekonomik durumum iyi olsa da bu restoranlarda ünlülerin benim bir aylık maaşıma denk gelen meblağlara yemek yediklerini duymuştum. Ömer yine hislerimi anlamış olacak ki:
-Fazla gerilme, istediğini söyle, seni buraya ben davet ettim unutma, dedi.
-Pekala, dedim. Tavsiyen var mı?
-Yemek işini garsona bırak.
-En son görüştüğümüzde, beş sene mi oldu, sanırım..pek iç açıcı konuşmuyordun. Ne oldu böyle, talih kuşu mu, yürü ya kulum mu, zengin kayınpeder mi?
-Hepsinden bir parça var kardeşim. Ama bunların hepsi ticari zekayla katlandı. Bundan beş sene önce kira vermeyeceğim bir dükkan hayali bile uçuk gelirdi. Bir de şimdiye bak.
-Evet görebiliyorum. Allah bereket versin.
-Sen de takdir edersin ki, seni buraya gösteriş yapmak için davet etmedim.
-Yo asla, senden böyle bir şey beklemem zaten, seni dinliyorum.
-Bir süredir müzayede işlerine merak saldım. Tarihi şeyler hep dikkatimi çekerdi biliyorsun. Başlarda sadece izlemeye giderdim. Ama artık müdahil oluyorum ve ufak tefek kolleksiyon yapmaya başladım.
-O kolleksiyonu muhakkak bana da göstermelisin.
-Elbette kardeşim, muhakkak göreceksin. Ama hepsinden önce bir şey göstermek istiyorum.
Şoförüne bir işaret yaptı ve şoför klasik bir iş çantası getirerek içini açtı. İçinden balonlu şeffaf bir ambalaja sarılmış oldukça eski, hayvan derisinden yapılma bir cilde sarılmış küçük bir defter çıkardı ve bana uzattı.
-Bak bakalım, ne görüyorsun?
-Bir defter, oldukça eski, bazı yerleri rutubetten deforme olmuş gibi görünüyor. Hmm eski Türkçe. Rika ile ve oldukça küçük fontta yazılmış. Bazı yerleri kirlenmiş, buraları temizletmek lazım.
-Yani bu okuyup tercüme edebileceğin anlamına mı geliyor?
-Ee..evet, sanırım. Nerden buldun bunu?
-Bana borcu olan bir adam getirdi. Aile yadigarı olduğunu, ama ne olduğunu bilmediğini söyledi. Ben de bir değer tespiti yaptırmak istedim. Ama ondan da önce bir tercümesine bakıp ne kadar eski ya da önemli olup olmadığını bilmek istedim. Aklıma da direk sen geldin. Bu konuda sana güveniyorum.
Güzel bir yemek ve sohbetten sonra defteri de alarak heyecanla eve gittim. Yazılar oldukça küçük olduğundan ve sayfalar deforme olduğundan uzunca bir süre temizlemek gerekecekti. Hemen fakülte sekreterini arayarak yıllık izin kullanmak istediğimi, dilekçemi de daha sonra ulaştıracağımı söyledim.
Hemen o gece işe koyulmaya karar verdim. Masama saç kurutma makinesi, emici kağıtlar, eski yumuşak paçavra kumaşlar, biraz hidrojen peroksit, tüysüz bir bez, limon suyu, trisodyum fosfat alarak gerekli hazırlıkları yaptım ve temizlemeye başladım. Bu konuda uzman değildim ama daha önce fakültede bazı eski kitapları bu şekilde temizlemiştim. Bu yüzden aşırı dikkatli olmalıydım çünkü herhangi bir hata sonucu neleri kaybedeceğimi bilemezdim. Sabaha kadar sadece dört ya da beş sayfa temizleyebilmiştim. Topyekün temizlemem ise bir haftayı buldu. Ama heyecanımdan hiçbir şey eksilmemişti. Temizlik bittikten sonra bir günümü dinlenerek ve dışarıda biraz hava alarak geçirdim. Çünkü dikkatimi toplayarak çeviriye geçmeliydim.
Ertesi akşam masamdaki temizlik malzemelerini kaldırarak yerine dizüstü bilgisayarımı, not defterlerimi, karalama kağıtlarımı ve kalemlerimi alarak çeviri işine başladım.
Defterin ilk sayfasındaki dua heyecanımı daha da artırdı.
"Cenab-ı Hak Kemal Reis’e rahmet eylesin,
Mekanını cennet eylesin.
Sultanımız Bayezid-i Sânî’ye uzun ömürler,
bol fetihler nasip eylesin.
Beyimiz Muhyiddin Pîrî’ye Hakk’ın yolunda
ve devleti uğruna bolca zaferler ihsan eylesin.
Amin.."
İkinci Bayezid ve Piri Reis, bu defter en az beş yüz yıllık olmalıydı. Hemen ikinci sayfaya geçtim.
...
İsmim Yusuf. Hicretten sonra 875 yılında dünyaya geldim. Gelibolu’nun fethinden sonra buraya ilk yerleştirilen ailelerden Karamanlı Çakmak Bey’in soyundanım. Babam Rumeli Gazilerinden Arslan Bey’dir. Gelibolu’lu her çocuk gibi deniz aşkıyla büyüdüm ve Üstadımız Kemal Reis’in de desteğiyle denizci oldum. Daha sonraları Pîrî Beyimiz benle beraber on kişiyi Akdeniz görevinden çekerek bölgede son kalan Ceneviz kolonilerinden istihbarat edinmemiz için buralara yönlendirdi. Böylelikle iyi bir İtalyanca’ya sahip oldum. 896 Yılının yaz aylarında Endülüs’ten gelen istihbarat üzerine Pîrî Beyimizin emriyle üç arkadaşımla beraber Endülüs’e gittik. Önceki yaptığımız tüm görevlere nazaran bu görev ilk ciddi görevdi bizim için. Gelen bilgiye göre yıllardır dindaşlarımıza soykırım uygulayan Katolik Kral ve Kraliçe, şimdi de Kolombus adında bir korsanı batıdan dünyayı dolaşmakla görevlendirmiş ve Akdeniz’e alternatif ticaret yolları bulmasını istemişler. Bu durumu araştırmak ve gerekirse tayfanın arasına sızmak için kimliklerimizi gizledik ve birer gavur ismi edindik. Kıyafetlerimizi değiştirdik, dördümüz de Ceneviz İtalyancası bildiğimizden kendimizi Cenevizli korsanlar olarak tanıtacaktık. Bundan böyle ismim Martin’di.
...
İlk olarak Malaga’ya vardık. Kısa bir keşiften sonra buradaki Müslüman ve Yahudi kıyımını gördüğümüzde durum hakkında kısa raporlar hazırlayarak, şans eseri Payitahta giden İstanbul doğumlu bir İtalyan olan, Neptün isimli ticaret gemisinin kaptanı Giorgio’ya teslim ettik. Kendisiyle Ceneviz görevi sırasında tanışmış, Devlet-i Âliye’ye sadık biri olduğunu anladığımızda bazı teslimatları onun aracılığıyla yapmaya başlamıştık. Ardından Cebel-i Tarık, Kadiz, Sanlucar’da topladığımız bilgilerle Palos’a vardık.
...
Palos denize dökülen bir kaç ırmak sayesinde denizden 4-5 fersah içeriye gemilerin girebildiği, eskiden müslüman olan doğal bir liman şehriydi. Denizle arasında bulunan uzunca bir ada sayesinde fırtınalar ve olası saldırılar için korunaklı bir durumdaydı. Palos hakkında çizmiş olduğum harita ve portolanı da defterin arkasına ekleyeceğim. Buraya vardığımızda batıya olan seyahatin buradan başlayacağını öğrendik ve çıkılacak yolculuk için hummalı bir çalışma olduğunu gördük. Böylelikle limanda ve tavernalarda takılarak edinebildiğimiz bilgileri edindik, ayrıca yolculuğa çıkacağı söylenen "Santa Maria, Pinta ve Nina" gemilerinin tayfalarıyla dostluklar kurduk. Kolombus Cenevizli olduğumuzu ve tayfaya olan yardımlarımızı duyunca bizi de gemilere aldırdı. Yunus ve İbrahim Nina’da, Fazıl Pinta’da, bense Santa Maria’da görevlendirilmiştim. Bu bakımdan şanslıydım. Kolombus’u direk yakından takip edebilecektim.
==============================================================>>>>>>>>