Yusuf'un seyir defteri
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dersten çıktığımda birisinin koridorda beni beklediğini gördüm. Ömer’di bu. Uzun zamandır görüşmediğim, eski dostum Ömer. Sıkıca sarıldık ve ayaküstü hasbihal ettik. Öğretmen lisesinde beraberdik, yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi. Şimdi kanka dedikleri şey o zamanlar kan kardeşti. Her ne kadar bilekler kesilerek yapılsa da biz bir yerimiz kanayınca bile kan kardeş olabilirdik. Beraber güldük, beraber ağladık, beraber hasret çektik, yeri geldi mi de beraber dayak yedik. Daha sonra maddi imkansızlıklar yüzünden babası Ömer’i okuldan aldı. Yaklaşık 15 yıl içinde bir kaç defa telefonda görüşebildik ancak karşılaşma fırsatımız olmamıştı. Ben üniversiteden sonra eğitimimi devam ettirerek akademisyen oldum. Biri devlet, biri vakıf üniversitesi olmak üzere iki ayrı üniversitede Osmanlıca dersleri veriyordum. Bunun yanı sıra sanat tarihi üzerine de yüksek lisans programında tez hazırlıyordum. Ömer ise en son beş sene önceki telefon görüşmemizde esnaf olduğunu ama durumunun çok da iç açıcı olmadığı söylemişti. Elimden bir şey gelirse her türlü yardım edebileceğimi söyledim. O günden sonra bir daha hiç konuşmamıştık ve şimdi karşımdaydı. Üzerinde dünyaca ünlü bir markaya ait bir takım elbise, elindeyse gayet pahalı olduğunu tahmin ettiğim bir telefon vardı. Daha şaşkınlığım geçmeden kapının önüne çıktığımızda kumandayla kilidini açtığı aracını gördüğümde şaşkınlığım katlandı. Ağzımı açtığımda ne demek istediğimi tahmin edercesine;
-Anlatacağım kardeşim, dedi ve güldü.
-Pekala, dedim.
Daha önce rezervasyon yaptırdığı lüks bir restorana girdik ve boğaz manzaralı bir köşesine kurulduk. Önüme getirilen menüyü tedirginle incelerken, yemek fiyatlarını arıyordum. Her ne kadar ekonomik durumum iyi olsa da bu restoranlarda ünlülerin benim bir aylık maaşıma denk gelen meblağlara yemek yediklerini duymuştum. Ömer yine hislerimi anlamış olacak ki:
-Fazla gerilme, istediğini söyle, seni buraya ben davet ettim unutma, dedi.
-Pekala, dedim. Tavsiyen var mı?
-Yemek işini garsona bırak.
-En son görüştüğümüzde, beş sene mi oldu, sanırım..pek iç açıcı konuşmuyordun. Ne oldu böyle, talih kuşu mu, yürü ya kulum mu, zengin kayınpeder mi?
-Hepsinden bir parça var kardeşim. Ama bunların hepsi ticari zekayla katlandı. Bundan beş sene önce kira vermeyeceğim bir dükkan hayali bile uçuk gelirdi. Bir de şimdiye bak.
-Evet görebiliyorum. Allah bereket versin.
-Sen de takdir edersin ki, seni buraya gösteriş yapmak için davet etmedim.
-Yo asla, senden böyle bir şey beklemem zaten, seni dinliyorum.
-Bir süredir müzayede işlerine merak saldım. Tarihi şeyler hep dikkatimi çekerdi biliyorsun. Başlarda sadece izlemeye giderdim. Ama artık müdahil oluyorum ve ufak tefek kolleksiyon yapmaya başladım.
-O kolleksiyonu muhakkak bana da göstermelisin.
-Elbette kardeşim, muhakkak göreceksin. Ama hepsinden önce bir şey göstermek istiyorum.
Şoförüne bir işaret yaptı ve şoför klasik bir iş çantası getirerek içini açtı. İçinden balonlu şeffaf bir ambalaja sarılmış oldukça eski, hayvan derisinden yapılma bir cilde sarılmış küçük bir defter çıkardı ve bana uzattı.
-Bak bakalım, ne görüyorsun?
-Bir defter, oldukça eski, bazı yerleri rutubetten deforme olmuş gibi görünüyor. Hmm eski Türkçe. Rika ile ve oldukça küçük fontta yazılmış. Bazı yerleri kirlenmiş, buraları temizletmek lazım.
-Yani bu okuyup tercüme edebileceğin anlamına mı geliyor?
-Ee..evet, sanırım. Nerden buldun bunu?
-Bana borcu olan bir adam getirdi. Aile yadigarı olduğunu, ama ne olduğunu bilmediğini söyledi. Ben de bir değer tespiti yaptırmak istedim. Ama ondan da önce bir tercümesine bakıp ne kadar eski ya da önemli olup olmadığını bilmek istedim. Aklıma da direk sen geldin. Bu konuda sana güveniyorum.
Güzel bir yemek ve sohbetten sonra defteri de alarak heyecanla eve gittim. Yazılar oldukça küçük olduğundan ve sayfalar deforme olduğundan uzunca bir süre temizlemek gerekecekti. Hemen fakülte sekreterini arayarak yıllık izin kullanmak istediğimi, dilekçemi de daha sonra ulaştıracağımı söyledim.
Hemen o gece işe koyulmaya karar verdim. Masama saç kurutma makinesi, emici kağıtlar, eski yumuşak paçavra kumaşlar, biraz hidrojen peroksit, tüysüz bir bez, limon suyu, trisodyum fosfat alarak gerekli hazırlıkları yaptım ve temizlemeye başladım. Bu konuda uzman değildim ama daha önce fakültede bazı eski kitapları bu şekilde temizlemiştim. Bu yüzden aşırı dikkatli olmalıydım çünkü herhangi bir hata sonucu neleri kaybedeceğimi bilemezdim. Sabaha kadar sadece dört ya da beş sayfa temizleyebilmiştim. Topyekün temizlemem ise bir haftayı buldu. Ama heyecanımdan hiçbir şey eksilmemişti. Temizlik bittikten sonra bir günümü dinlenerek ve dışarıda biraz hava alarak geçirdim. Çünkü dikkatimi toplayarak çeviriye geçmeliydim.
Ertesi akşam masamdaki temizlik malzemelerini kaldırarak yerine dizüstü bilgisayarımı, not defterlerimi, karalama kağıtlarımı ve kalemlerimi alarak çeviri işine başladım.
Defterin ilk sayfasındaki dua heyecanımı daha da artırdı.
"Cenab-ı Hak Kemal Reis’e rahmet eylesin,
Mekanını cennet eylesin.
Sultanımız Bayezid-i Sânî’ye uzun ömürler,
bol fetihler nasip eylesin.
Beyimiz Muhyiddin Pîrî’ye Hakk’ın yolunda
ve devleti uğruna bolca zaferler ihsan eylesin.
Amin.."
İkinci Bayezid ve Piri Reis, bu defter en az beş yüz yıllık olmalıydı. Hemen ikinci sayfaya geçtim.
...
İsmim Yusuf. Hicretten sonra 875 yılında dünyaya geldim. Gelibolu’nun fethinden sonra buraya ilk yerleştirilen ailelerden Karamanlı Çakmak Bey’in soyundanım. Babam Rumeli Gazilerinden Arslan Bey’dir. Gelibolu’lu her çocuk gibi deniz aşkıyla büyüdüm ve Üstadımız Kemal Reis’in de desteğiyle denizci oldum. Daha sonraları Pîrî Beyimiz benle beraber on kişiyi Akdeniz görevinden çekerek bölgede son kalan Ceneviz kolonilerinden istihbarat edinmemiz için buralara yönlendirdi. Böylelikle iyi bir İtalyanca’ya sahip oldum. 896 Yılının yaz aylarında Endülüs’ten gelen istihbarat üzerine Pîrî Beyimizin emriyle üç arkadaşımla beraber Endülüs’e gittik. Önceki yaptığımız tüm görevlere nazaran bu görev ilk ciddi görevdi bizim için. Gelen bilgiye göre yıllardır dindaşlarımıza soykırım uygulayan Katolik Kral ve Kraliçe, şimdi de Kolombus adında bir korsanı batıdan dünyayı dolaşmakla görevlendirmiş ve Akdeniz’e alternatif ticaret yolları bulmasını istemişler. Bu durumu araştırmak ve gerekirse tayfanın arasına sızmak için kimliklerimizi gizledik ve birer gavur ismi edindik. Kıyafetlerimizi değiştirdik, dördümüz de Ceneviz İtalyancası bildiğimizden kendimizi Cenevizli korsanlar olarak tanıtacaktık. Bundan böyle ismim Martin’di.
...
İlk olarak Malaga’ya vardık. Kısa bir keşiften sonra buradaki Müslüman ve Yahudi kıyımını gördüğümüzde durum hakkında kısa raporlar hazırlayarak, şans eseri Payitahta giden İstanbul doğumlu bir İtalyan olan, Neptün isimli ticaret gemisinin kaptanı Giorgio’ya teslim ettik. Kendisiyle Ceneviz görevi sırasında tanışmış, Devlet-i Âliye’ye sadık biri olduğunu anladığımızda bazı teslimatları onun aracılığıyla yapmaya başlamıştık. Ardından Cebel-i Tarık, Kadiz, Sanlucar’da topladığımız bilgilerle Palos’a vardık.
...
Palos denize dökülen bir kaç ırmak sayesinde denizden 4-5 fersah içeriye gemilerin girebildiği, eskiden müslüman olan doğal bir liman şehriydi. Denizle arasında bulunan uzunca bir ada sayesinde fırtınalar ve olası saldırılar için korunaklı bir durumdaydı. Palos hakkında çizmiş olduğum harita ve portolanı da defterin arkasına ekleyeceğim. Buraya vardığımızda batıya olan seyahatin buradan başlayacağını öğrendik ve çıkılacak yolculuk için hummalı bir çalışma olduğunu gördük. Böylelikle limanda ve tavernalarda takılarak edinebildiğimiz bilgileri edindik, ayrıca yolculuğa çıkacağı söylenen "Santa Maria, Pinta ve Nina" gemilerinin tayfalarıyla dostluklar kurduk. Kolombus Cenevizli olduğumuzu ve tayfaya olan yardımlarımızı duyunca bizi de gemilere aldırdı. Yunus ve İbrahim Nina’da, Fazıl Pinta’da, bense Santa Maria’da görevlendirilmiştim. Bu bakımdan şanslıydım. Kolombus’u direk yakından takip edebilecektim.
==============================================================>>>>>>>>
YORUMLAR
grafspee
eskiolan
Devamını okumak için ikna edici, tarihi bilgilerle desteklenmiş,akıcı anlatımla okumaya başladıktan sonra okuyucuyu hikayeden kopartmayan ve yine bizi koltuğumuzdan alıp o zamanlara götürecek kadar gerçekçi betimlemelerin başarılı bir şekilde kullanıldığı sağlam bir maceranın kapılarını aralamışsın, eline sağlık fati bakalım devamında kolombusla neler olmuş der ikinci bölüme geçeriz..
Dün gece okumuştum ve aklımda..
İlkokul zamanlarında olmalı, iki kitap düştü hatrıma. Öykülerde, olağanüstü veyâhut târihi konuların ele alınması güzel görünmüştür dâima. Uzunca bir zaman öncesinde okuduklarımın o esrarlı havasını soluduğumu hissettim. Biri Gülten Dayıoğlu'un bir eseriydi, ilginizi çeker miydi bilemem ama onu okuyanlar muhtemelen hangi kitabından söz ettiğimi anlar çünkü en farklı çalışması o idi.. Umarım emeğe hûrmetsizlik gibi görünmez ama diğer kitabın yazarını hatırlamıyorum. Kitabın adı ise öyküsü kadar net bir aksanla hatrımda hâlâ..
Yorumları inceledim biraz önce. Okuru heyecanlandıran ve okutan çalışmaların imzâsı olmak güzeldir. Okuduğum öykülerinizin hepsi hatrımda. Bundan dolayı yönlendiren bir yorum yazmak istemiyorum çünkü neticede öncesinde olduğu gibi beklentinin eşi bir tablo sunacağınıza inanıyorum.. Sâdece.. Bir önceki yorumda sözü edilen husus önemliydi deyip sonlandırmalıyım.. Bize âit olanda noksan barındırmamalı ve bu yine en çok bizi memnûn edecektir..
Paylaşım için teşekkürler.
Esen kalın..
grafspee
önceki yorumda da belirttiğim gibi yazım dili konusunda kararsız kaldım. daha sonra öyküdeki çevirmenin defteri aynı zamanda günümüz Türkçesine uyarladığı kısmını ekleyeyim dedim ikinci bölümde. böylelikle anlaşılmamazlık ya da yavanlık riskinden kurtulmayı umdum. umarım hayal kırıklığına uğramazsınız. katkınız için çok teşekkür ediyorum.
Son derece güzel bir giriş öyküsü. Bulunan bir defter, defterin bizi çıkarttığı bir yolculuk. Detaylar güzel hazırlanmış; okuyanda bir yapaylık hissi uyandırmıyorlar.
Bir nokta dikkatimi çekti: Girişteki duayla risk alındığını düşünüyorum. Bu bölğm sonrasındaki metnin modern Türkçesiyle ters düşüp, illüzyonu bozma riski taşıyor (Öte yandan tek başına okuyucuyu havaya sokma konusunda son derece başarılı). Bir Romalı centurion'un hatıralarını okurken bu tehlike pek yok; sonuçta okuyucu kurgu değil, tarihi metin bile okusa, okuduğunun tercüme olduğunun farkında. Ama anadil söz konusu olunca okuyucunun beklentisi de artabiliyor.
Diğer taraftan da tüm öyküyü Aşıkpaşazade'ninkine yakın bir Türkçeyle yazdığınızda da okuyucuyu kaybetme durumu var. Özetle, zor bir durum: Ne yapılması gerektiği konusunda benim de kemikleşmiş bir fikrim yok.
Güne gelmeyi hakedenö kendini okutan bir öykü olmuş. Saygılarımla.
grafspee
Sır yoksa ne tarih gizemini korur, merak uyandırır; ne de gelecek sırlarla dolu bir tarih yaratır. Geçmişin dedi-kodusu geleceğin konusu olmaktan asla kurtulamaz. Artık 875 yılından itibaren Yusuf'un Seyir Defteri sır olmaktan çıkıyor. Deşifre edilen bir tutanak artık hepimizin :) .
Yazınızı okurken, Ömer'in kankası artık benim... Kitap elime gecer geçmez değil, daha ismini duyar duymaz zihnimde yarattığım kitap oldukça kalın ve bir okadar eski. Tabi her sayfasına düşürdüğüm notların tamamı osmanlıca. Bu durumda ben Osmanlicayı bilen ve okuyabilenimde. Ayrıca Cenevizli olmak içinde Liguryanca, Latince, İtalyanca'yıda bu kisa sürede öğrendim. Dedim ya, sırları ele veren Seyir Defteri Endülüs te yaşamamı ve Yahudilere dünyada ilk yardımı yaoan devletin Osmanlı olduğunuda ilan etti. Oysa barbar diye bahsedilen millet, barbarların zülmune karşı mazlumların elide oldu.
Hayal gücü tarihi ardına alıp ,yığınla yanlış bilinen paradigmaların iflasını geleceğe götürecek.
Güzel, sağlam ve sürükleyici.
Darısı bizim başımıza dostum.
Saygılar, sevgiler Tarihin Arka Odasına :)
grafspee
-"Benim şiirimle kızı baştan çıkarmışsın"
postacı: -"Senin yazdığın şiirle kızı baştan çıkardığım doğru. Ama o şiir sana ait değil"
neruda: -"Benim yazdığım şiirin bana ait olmadığını mı söylüyorsun?"
postacı: -"Evet. Şiir, yazana değil ihtiyacı olana aittir." diyor.
ben de aynı şeyi düşünüyorum. öykü birinin kaleminden çıktıktan sonra artık ona en çok ihtiyacı olanındır ya da onu en güzel hayalinde canlandıranın.
eline sağlık dostum.
Değil mi ya, yazar konuya hakim olunca nasıl yazının içine düşüyor zavallı ama mutlu okur? Tarih okumalarında olayların siyasi,sosyal ve kültürel bileşkelerini öğrenirken insan kendisini olması gereken gibi, bir öğrenci gibi hisseder. Oysa tüm bu dokuları iyi bilen bir yazarın kaleminden çıkmış bir öykü okurken okur, öğrencilikten sıyrılır ya da onu geri plana alıp, betimlenen atmosferin içine dalar yavaşça. Ve eğer yazar, bu öykünün yaratıcısı gibi konuya hakimse, okur öykünün bir parçası olur, kendinin mutlu bir şekilde kahramanlarla özdeşleştirir.
Bunu, bir tarih dehlizine davetin girişiyle gerçekleşitirmiş yazara kocaman bir bravo demesem ayıp olurdu...
grafspee
Bayılıyorum şu tarih hikayelerine.
Hele de uzmanının kaleminden çıkınca,
bir başka güzel oluyor.
Örnek verirsek;
İskender Pala tadındaydı yazı.
Konu da gerçekten güzel seçilmiş ve kurgulanmış.
Hoş bir yazı dizisi olacak galiba.