- 823 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ertesi Güne Ağıtlar
Unutur gibi hatırlamakla geçiyor zaman seni özlerken. Bekler gibi gitmekle kalıyorum, yol alamıyorum varacağım istasyonlara, unutmak gibi unutamıyorum hiçbir şeyi, hatırladıklarım kadar yarım yamalaksın, yüzünün bir yanı silinmeye bile başladı, gece çok mu sisli oralarda? Hayallerime yön veren neydi de böyle eksildi? Akşamlar daha da mı uzuyor gittikçe, sabaha kadar, sabahtan akşama kadar mı sürüyor bu karanlık? Göz gözü görüyor mu bilmiyorum ama benim gözlerim artık seni bile göremiyor, aydınlık daha geç geliyor bu sokaklara, habersizim. Gazete okumuyorum, okudukça kararıyor içim, onun yerine şiir kitaplarını hatim ediyorum ya da diğer kitapları, kitaplara inandığım için bu hayata inanamıyorum ve her yaşadığım şey şok etkisi yaratıyor beynimde sonra bu gözlerime yansıyor, hep şaşkınım, hep hazırlıksız ve hep yorgun, telaşlarım yok artık eskisi gibi, beklemelerimi bile bekletiyorum artık, uyuşturuyorum, susturuyorum onları, boğazımdan çok kalbim acıyor benim, kelimelerden çok hikâyem paramparça, hep o sarı loş arası ışık, aydınlık zannedip, peşine düşüyorum. Yakalayamıyorum, gölgeni unuttum bedenimdeki, hatırlayamıyorum.
Eski hesapların olduğu, uçları yalnız birbirine yanan mektuplar gibiyiz, öyle uzaktan, bir postacı yok bizi birleştiren, bir çift elden yoksunuz, bir sıcak avuçtan, pencerede bekleyen, uzaklara usanmış, sıkılgan bakan bir çift gözden uzağız, daha çok bıktık kendimizden, beklemeyenlerin boşluğunu dolduruyoruz içimizde ve bekliyoruz, bazen o kadar çok bekliyoruz ki o boşluğun dolmasını (o sobanın başındaki minderde yalnız ısınmamayı hatta bunun için donmaya bile razıyız gizliden gizliye) unutuyoruz zamanla neyi beklediğimizi, beklemek bundan böyle sadece huyumuz olup çıkıyor, ne olacak bu beklemenin sonu, nereye varacak ve hangi istasyonda duracağız, şaşkınız ilk kez uzaklara gidiyormuşuz gibi tek başımıza ve acemiyiz, bilmeden ilerliyoruz bekleyen dünyamızda, başka dünya yok belki de gidebileceğiz, sırf bu yüzden kalıyoruz, beklemekte sınır tanımadan, sınıfta kalıyoruz, herkesin çıktığı geziye çoktan geciktik ve artık gitmek istediğimizden de emin değiliz.
Arşivlediklerim arasında en çok umutlarım var...
Hayatıma eksik kalan virgüller gibisin, hep aynı şeyi yapıyorsun, hep başka yerlerde aynı şeyi yapıyoruz, hep küsüyoruz, hep konuşuyoruz, konuştuklarımız aslında konuşmak istemediklerimiz ve anlatmayı istediğimiz hiçbir şeyi de anlatamıyoruz, dinleyenler için hiçbir anlamı yok anlattıklarımızın çünkü yalandan dinliyorlar, bizim yalandan beklemelerimiz gibi, aldatmaca çıkmaz sokaklar gibi, içimde hâlâ seni bekleyen o yalancı boşluk gibi, gülümsüyorum yalanlara, gerçeklere kızdığım kadar gülümsüyorum, nasıl da uzak birbirine bu ikisi ama bitişik aynı zamanda.
Bana ilk sarıldığın yerde kaldım, bir daha o sıcaklığı bulamasam da kaldım. Kalmama neden olacak kadar niye güzel sarıldın ki? Zaman hep geçiyor da sanki orada hiç geçmiyor ya da hiç mi olmadı? Bunlar benim sanrılarım mı? Sınırı yoktu yolların, sana gelmekse, bir bekleyen haberdar yolun kirinden bir de kirletenler, çöpçüler bir de… Geçip giden zamanı yenemeyiz beklemekle, biliyorum. Yürüyorum uzun mesafeler boyunca, yürüdükçe siliyorum beklediklerimi, sana silinmiş gelmek için, yüzünün bir yanı silindi gittikçe, gelmek için biraz daha gitmek gerekiyordu, sen fazla uzaklaştın, başka şehirde değil de başka âlemdesin, dünyanı aştın ve dünyamı batırdın. Oysa hep yarama denk geldi öpüşlerin, o yüzden arıyorum her defasında bunu, bedenimin dışı, beklemelerimin nedeni sanki sen dokun diye dışarıdaydı ve dışarısı soğuktu. Ne yapsam ısınamıyordum, ısınmayı düşünürken ıslanıyordum, kalabalık daha fazla rüzgâr yapmaktan başka bir işe yaramıyordu, aklım karışık, tüm bedenimle sorunum var, organlarım savaş halinde, çoğu yaralı ya da yarım. İçte olan, içte kalan her şey sessizce acıyıp, bitiyor, buna yetişemiyor gülümsememdeki güzellik. Bende bıraktıklarını siliyorum, senden habersiz, bir uçan kuşlara anlatıyorum artık, bir daha kimseye böyle açamayacağım içimi, biliyorum. Yeterince toplumsal yaralarımız ve üzüntülerimiz vardı, yeterinden fazla insanlar öldürülüyordu, bir de iç öldürmeye, can sıkmaya ne gerek vardı? Şimdi uzun bir sessizlikten sonra bir şeyler verme zamanı, sıradaki cinnetimi sana adıyorum, adınla çıldırıyorum, sessizim oysa kuşların yükseklerde kanat çırpması kadar uzaklarda patlıyorum. Seni bundan böyle yalnızca zamana bırakıyorum, o affetsin ya da affetmesin. Ben affedemediklerimden sorumluyum ve sorunlu zorunlu…
Düşünceden başka bir şey değil şu karaladıklarım, zamana da bırakamadım, zamana bıraksam unuturdum yazabildiklerimi, benim derdim anlatamadıklarımla. Bir kediyi korkutacağımı düşünsem yolumu değiştiririm, düşünceli ya da sıkıcı, duygusal ya da şapşal, kendime düşüncesizliklerim, kendimi hırpaladığım kadar hırpalayabilsem hayatı, öğrenmedim hiç öğrenemedim bırakmayı, bitirmeyi, unutmayı, gelecek karanlık, öğrenemedim karanlıkla savaşmayı. Korkmayı düşlerden öğrendim, düşlerim korktu tam gerçek olacakken korktu düş halinden, korkunca ölür düşler çünkü yaşamakla yaşayamama arası bir şeydir, ölümle hayat gibi birbirinin içindedir, dokunulmaz. Öldüğü yerden başlamadı hiçbir düş hikâyesine, hep en başa gitmek zorunda kaldı, o yüzden yorgundum uykularımda bile.
Kalbim kanunlara göre atmıyor, kurallara göre de ölmüyor içimdekiler, aşkın temeli sarılmaktı, ilk sarılmadan son sarılmaya kadar olan her şey sadece birer ayrıntıdır, kapris, kızgınlık ya da öfke değildir biten, sarılmalardır bitmiş olan ve aşkı öldüren. Hiçbir veda iyi temennileri kaldıramaz, biliyorum artık, kalbimin sen diye atan o tanıdık ritminden biliyorum. Ama artık eskisi kadar atmıyor kalbim daha az yaşıyorum. Ölümüm toplu kararlara da bağlı değil, bu ikimizin sorunu; sana ait olan ritimlerle beynimin sorunu. Sana ait her şeyi bitiriyorum, siliyorum daha kolay ölebilmek için, yaşamak diye bir şey kalmayıncaya kadar durduracağım bu ritimleri, boşa harcayacağım, zaman gibi, hayat gibi.
Yorgunum, tüm oltalardan kurtulmuş, ağlarla savaşmış küçük balıklar kadar, dünyanın gözünde küçülüp de sevdiğinin yanına sığamayan biri gibiyim, sıkışıp kaldım, sıkışıp kalmak da işe yaramadı, küçüldüm ama sığamadım, sıkıldım. Küçülmenin de anlamı yok, büyüklüğün de… Yorgunum bir daha hayal bile kurmayı hayal edemeyecek kadar ve artık bambaşkayım, güzel dileklerim yok, kötü sözlerim var artık kendimden başkasına nasihat olmayan, bela gibi, lanetlenmiş gibi bir kalabalığın içindeyim, benim kalabalığım yalnızlık üzerine kurulu, her köşe başında kendimden kaçmaları biriktiriyorum, sokak lambalarını da sevmiyorum artık, hayatın inişli, çıkışlı, bol labirentli yerinden çok hep yokuşa denk geldi adımlarım, yüksekler hep zordu çünkü uzanamıyordum…
Yokuşları adımlarken, yok oluşuna içtim ben en güzel renkli şarabı.
Usanmalarım bozulsun artık istiyorum, beklemeyeyim, gelecek puslu bir ayna, göremiyorum. Ezberimi bozmak istiyorum. İmlâsı bozuk hayallerime, sanatın ellerinin değmesi gerek, düzeltmem gerek bir şeyleri, düşlerime düş olmayı öğretmem gerek, en önemlisi de unutmak gerek, sandıklarımı zannetmemem gerek, onların sadece sanı olduğunu artık kabullenmem gerek. Tek hücreli odamda, çok hücreli hastalıklarım var benim, bildiğimi zannettiklerimin yanılgısı ve yazgısı, hiç peşimi bırakmıyor. Bu yazı hiç doğru yazılmadı. Bunu kabul etmemek de bir tür tutsaklık…
Gün güzelleştikçe, geceler çirkinleşiyor, buruşuyor zaman, saatler kırık dökük. Yalancıktan zaman geçiriyorum, oysa yaşanmıyor.
Dokuz Eylül İki Bin On Dört 18:40
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.