- 701 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Yol
Sonra bir başına kalmış, yaşadıkları film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden. Denizin kıyısına oturmuş yaşadıklarını izliyordu. Annesi dünyaya getirdiğinde saçları sarıymış, altın sarısı… Teni beyaz, sağ elinin üzerinde küçük bir kızarıklık, annesinden kalma, doğum lekesi. ‘Çileğe baktım’ demiş o zamanlar yanındakilere, gülerek. Yanakları tombulmuş. Doğduğunda beş kilo kadar geliyormuş, annesi nazar olmasın diye fazla kimseye göstermemiş. Kundağa sarıyormuş ilk başlarda, bir yaşına kadar elleri kolları bağlı geçirmiş. Denizin en uzak yerinden gelen dalgasına takılmıştı gözleri, ta ayakucuna gelene kadar izlemişti. Sanki sıkıntısını balıklara anlatıyor, sanki balıklar da sıkıntısını dinlemek için bir biri ile yarışıyor, üst üste zıplıyorlardı. Aklına daha önce okuduğu bir kitap geldi, o kitabın ilk sayfasında şöyle yazılıydı: ‘Allah için çıkılan yolun sonu cennettir.’ Kendisi bir yola mı çıkmıştı, çıkmıştı da yolun neresindeydi, sanki yolunu kaybetmiş dönüp duruyordu. Okuduğu o kitapta görmüştü ilk onun yüzünü, resim yoktu, onun yüzünü anlatan bir kelime de yoktu ama yine de okudukça şekillenmişti gözlerinin önünde, sanki gel diyordu, demişti de, rüyasında duymuştu. Doğduğu günden şu ana kadar hiç yokluk nedir bilmemişti, ilk olarak annesini kaybetti, sonra babası ve ablası… Hepsini bir anda kaybetmişti. Tekerlerin sesi gittikçe artıyordu, başını cama yaslamış yolu izliyordu. Tekerlerin sesindeki bu değişiklik dikkatini çekmiş hemen babasına bakmıştı. Annesi de babasına bakıyordu ablası da. Babası donmuş bir şekilde yola bakıyor gözlerini yoldan ayırmıyor, gittikçe hızlanıyordu. Önce karşıdan gelen arabanın ışığı çarptı yüzüne, babası ayıldı. Sonra direksiyonu bir sağa bir sola çevirdi. Sağ taraftan aşağıya savruldu araba, kendisi kurtulmuş başından küçük bir yara almıştı. Ablası ağır yaralıydı, hastanede can verdi. Annesinin kafası ön camdan dışarı çıkmış kesilmişti. Babası kapıdan dışarıya fırlamış, boynu kırılmıştı. Şimdi tek başına çıktığı bu yolda yürüyordu. Yolun yarısına gelmişti ki durdu. Gözlerini denizin dalgalarını seyreder halde açtı. Kafasını bir türlü toparlayamadı. Kime gidiyordu, kime gitmesi gerekiyordu, kimdi bu çağıran?
Az ilerisindeydi, içinden konuştuklarını duyuyordu. Yaşadıklarının hepsini biliyordu. Aradığı kendisiydi. Yolun ortasına kadar geldiğini fark etti. Arkasına dönüp baktığında dikenli yolda yürüdüğünü gördü. Ayakları kanamıştı. Şimdi acıyı hissedecek, yürümesi zorlaşacaktı. ‘Sabret’ dedi birden, sesin geldiği yere döndü. İçinden gelmişti ses, anlamadı. Uzakta yeşil bir bahçe görünüyordu. Yol daralmış, dikenleri artmış, ayakları kanamış. Altı yedi yaşlarındaymış, Annesi ‘Ne yaptın da kanattın oğlum’ demiş, kanını durdurmak için bir oraya bir buraya koşturmuş. Zeytinyağı dökünce kanı durmuş yaralarının. Bahçenin kapısına gelince ayaklarına baktı önce, kanamıyordu. Kapıda, ‘Dikenli yolların sonu hep gül bahçesidir’ yazılıydı, kapısını açık görünce hemen girdi. Dizlerinin üzerine çöktü. Başını secdeye koydu, gözlerini bir caminin içinde açtı. Hiç iyi değildi. Yaşlı amca da camiye girdi. Arkasında bir yere oturdu. Delikanlıyı seyrediyordu. Az gerisindeydi. Zaten yolda yüz yüze gelmişlerdi. Arkadaşından ayrıldığı, yalnız kaldığı an da tanışmışlardı. Sakalı uzun, gözleri kara, nur yüzlüydü yaşlı amca.
Onca düşüncenin arasında camiye nasıl geldiğini düşünüyordu, acaba nasıl gelmişti? Bilmiyordu. İçinde yaşadıklarını arkadaşına anlatsa ancak ‘Delirdin mi?’ diye sorardı. Delirmiş miydi? ‘Rabbim sen bana yardım et’ diye dua etti. Yaşlı amca ‘Âmin’ dedi. Ezan okunuyordu. İkindi namazını kılmıştı. Duasını ettikten sonra arkasına döndü, cami kapısından çıkmıştı. Gül bahçesine girdi. ‘Ayaklarını yıka öyle gel’ dedi, ardı dönüktü, göremedi yüzünü. Ayağını yıkayıp hemen geldi, oturdu yanına, ‘Geldim’ dedi. ‘Acı çekmeden tadı çıkmaz aşkın, eğer bu yolda yürümek, Hakk’a gitmek istiyorsan acı çekeceksin’ dedi. Yüzünü görmemiş, geçip gitmiş yanından. Genzine dolan kokusu kalmış, nefes alışverişi yapmamış, kokusu da gitmemiş ve bir daha o kokuyu hiçbir yerde içine çekememiş. Arkasına dönüp bakmamış, adımlarını sıklaştırıp kaçmış, elini kalbine bastırdığında eli yanmış. Acısını dillendirememiş ve içi yanmış, kararmış kalbi. Acı çekmiş, yıllar boyu bir odanın içinde, yaşı o zamanlar yirmi beşmiş. Dışarı çıktığında üzerinde gül kokusu kalmış. Elini burnuna götürdüğünde yıllar boyu hasretini çektiği kokuyu almıştı. Yaşadığı ve hiçbir zaman aklından çıkaramadığı, yüzünü görmediği, kokusuna düşkün olduğu, âşık olduğu, bu yüzden acı çektiği, en çok görmek istediği, yanından geçenin kim olduğunu merak ediyordu. Gül koktuğunu şimdi anlamıştı. ‘Rabbim imtihanın ne de güzel’ diye tefekkür etti. Arkasındaydı, bir türlü fark edememişti. Tebessüm ediyordu. Halen o bahçenin içinde bir yerdeydi, neresindeydi? Bilemedi. O konuşan kimdi, neden yüzünü göremedi, neden yüzüne bakmıyordu, şimdi neredeydi? Çıktığı yolun ortasında bu bahçede neyin nesiydi? Yolun sonuna ne zaman varacaktı? Gül bahçesinden ayrılamadı, sesin sahibini dinliyordu ama ortalıkta yoktu, sesi geliyordu ama kendisi yoktu. Bir arayış içinde, sırılsıklam tere batmış halde daldığı denizden gözlerini çevirdi. ‘Bu yol menzile gider’ yazılı levhayı gördü. İşaret edilen yola girince genzine çekti gül kokusunu, hızlı adımlarla geçti yolu. Gerçekle rüyayı birbirine karıştırmıştı. Gül bahçesini görmüş, bahçenin içindeki yaşlı adamın yüzünü görmemişti. Camiye girdiğini hatırlıyordu. Acaba şimdi rüyada mıydı? Annesini takip etmiş, uzun uzun yürümüş. Yol, bu yolun aynısıymış, yürüdükçe bitmiyormuş. Henüz o zamanlar küçükmüş, nereye gittiklerini bilmiyormuş. Yolun sonunda bir gül bahçesi varmış. O zamanlar koku gelmemiş burnuna, genzine dolmamış, şimdiki gibi acı çekmemiş, yaşı on-on birmiş. Adımlarını sıklaştırmış, yol git gide daralmış, büyük bir kapının önüne gelmişti. Hayal meyal gördüğü o yolun ortasıdaki gül bahçesinin kapısına benziyordu. Kapıya vurmadı, ellerini bağladı kalbinin üzerinde, bekledi. Kapı açıldı.
‘Gir içeri. Bu kapı, geldiğin yere kapanacak. Bu kapı, çıktığın yola açılacak.’
Son
07.08.2014
02.09.2014
Hayrani Can