- 534 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ BİR ARKADAŞ
Kalabalık, kalabalıklar… Ruhumu ayyuka çıkardılar. Binlerce insan belki on binlerce, duruyorlar oldukları yerde. Sessiz yığınlar onlar, çok şey bildikleri halde susan kalabalıklar. Bir kaçının ismini biliyorum hatta bir-ikisini tanıyorum da, bilmediklerimi de öğrenirim ne kadar sessiz olsalar da isimlerini çekinmiyorlar ya ne de olsa… Kalabalık, bunaltıcı, ürkütücü kalabalık, her biri yalnız bir o kadar da beraber. Sanki tek gülen benim hayata, gülmeyi unutmuş yüzleri, sevmeyi unutmuş kalpleri. Elleri kolları bağlı, sarıp sarmalanmış kalabalıklar, gözlerinde aynı renk, ağızlarında aynı tat, buram buram toprak kokan kalabalıklar. Eskiden cıvıl cıvıldı bu insanlar, gülerlerdi, ağlarlardı, sever severlerdi tabii ki… Ah sessiz yığınlar, ah kalabalıklar, ah birilerinin dostları, anaları, babaları, kardeş ve çocukları. Nerede şimdi o birileri, nerede gülüp, ağladıklarınız? Cevap yok… Sessizlik ufka kadar, buhran göğe… Bu kalabalık ne hep aynı ne hep farklı, biraz bana bağlı, bakışıma bağlı, duyuşuma, anlayışıma, bağlı. Yaz-kış bana, yalnız bana gelir. Onların şemsiyesi yoktur veya güneş gözlüğü… Buraya da bahar gelir lakin kalabalığın umuru değil.
Evet, evet şu uzaktaki amcayı tanıyorum. Onun kahverengi bir ceketi vardı bir zamanlar. Üşüdü mü giyerdi. Kedi gibi kıvrılır, bir bankta oturup bu kalabalığı seyrederdi. O bu kalabalığı severdi. Onlarda onu… Hep yanlarına uğrar, bir selamlık durur belki canı sıkılır, belki sessizliklerinden ürker ve onlardan kaçar misal uzaklaşırdı. Şimdi bakıyorum da onlara hepten katılmış, ayrılamıyor yanlarından. Ona da bulaşmış sessizlik, konuşmuyor, istemiyor konuşsun. Bulmuş altını sükûtta, sarılmış, bırakmıyor. Başkası alsın istemiyor elimden altınını. Her halde üşümüyor da artık, ceketini kalabalığın uzağında bırakmış.
Neyse, çok vakit kaybetmeden bulmalıyım arkadaşımı. Bu kalabalığa giren herkes gibi o da sus-pus, hiç ses etmiyor. Yaklaşıyorum yanına yavaş ve ağır, ne de olsa acelemiz yok. Kalabalıkta ki diğerlerinin aksine o biraz daha sevecen, biraz daha yakın sanki bana. Hep aynı ağacın altında bekliyor beni, bir adım gitmiyor ileri. Biliyor sanki ona geleceğimi, süslenmiş gibi, püslenmiş gibi… Sadece “gibi” dahası yok, fazlası çok. Her sorum cevapsız. Her bakışımın, her gülüşümün ardına dipnot düşüyor sessiz yığınlar. Hep bir ağızdan, konuşmayı unutmuş o ağızlardan, tek bir cümle dökülüyor, noktası sessizlik olan tek bir cümle, “O bizimle, peki ya sen?” . Evet, yine ürküyorum bu kalabalıktan ve tek cümlelik laflarından. Ayrılmak düşüyor bana. Ben mi yalnızlığa gideceğim yoksa arkadaşımı mı terk edeceğim yalnızlığa? Onlar kalabalık, sessiz yığınlar, ne ben onları anlarım ne onlar beni. Biliyorum, kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlar, sessizlik diliyle, ama benle asla. Arkadaşım onları seçti veya arkadaşım onları, en nihayetinde kader hepsini… Gelsin istiyorum, benle gelmiyor. “Kurtul şu kalabalıktan, ses ver, el ver kurtarayım seni…” ama yok ne cevap ne hareket ne de bir tebessüm, hiçbiri yok. Kalkıyorum ayağa, küser gibi arkamı dönüyorum. “Özür dilerim” demiyor, “Gel gitme” hiç demiyor. Ben de harbi kızıyorum veya ona bakmaya kıyamıyorum, arkama bile bakmadan kalabalığı terk ediyorum. Ceketini uzakta bırakmış olan o amca aynı yerde, eskisinden daha soğuk, gözleri gökte bekleşiyor. Hep bildiğim gibi.
***
Bir kalabalıktan çıkıp veyahut kaçıp başka bir kalabalığın yolunu tutuyorum. Bütün bir kâinat öbek öbek kalabalıkların bir araya gelip vücut bulması sanki. Bu sefer ki kalabalık pek bir farklı, öncekinin sessizliğine karşı alabildiğine gürültülü alabildiğine hareketli… Ama aynı bunaltıcı hava aynı ürkütücü insanlar… Diğerleri hep susardı, orada sükût altındı, burada altın olsa da kıymeti yok zaten, orada da yoktu ya, neyse… Burada hep sessiz yığınların dedikodusu edilir. “Hani filancanın falan var ya, o da sessiz yığınlara katılmış…” gibi. “Bizim Hayri ağabey de o yüzden geldi ya buraya, filancanın falan yüzünden…” gibi ve daha neler neler? Burada vakit öyle bir genişliyor ki konuşmaktan çeneleri ağrıyor ama vakit hala aynı vakit. “…Bizi yakan sessiz yığınlar, onları susturan bizler, iki kalabalığı birleştiren de kader…” deyiverdi burada yıllanmış bir adam. Bu kalabalık insanı yalnız eder, diğerinde olduğu kadar belki biraz daha fazla. Ama yalnızlık bilgeleştirir insanı, düşünce saflaşır, olgunlaşır, belki de sessizleşir. İçinde tekrar tekrar gidip gelen düşünceler med-cezirinde kaybolmamak için boşanır ağzından kelimeler bilmeden, anlamadan. Sonra hikmet zanneder onu kimisi, divane sözü zanneder berikisi…
Ne bu kalabalığı severim ne ötekini, ne bu kalabalığı isterim ne ötekini… Onların kaderi bu kalabalıklar, benim ki ise kalabalıklar arası mekik dokumak. Bu kalabalıkta da bir arkadaşım var. Farklı bir kalabalıkta farklı bir arkadaşım. Bu gürültü yığınının en sessizi o olsa gerek. Ona da bir selamlık uğrarım bazen. Diğer insanların aksine buraya selam vermeye gelen yalnız benmişim gibi hissediyorum çoğu zaman. İnsanlar iki kalabalığı da sevmezler çünkü. İkisini de farklı sebeplerden. Ama burayı daha sevmezler bence. Arkadaşımı görüyorum uzaktan, yine aynı yerde bekliyor beni. Hep ben geliyorum ve tek ben seviyorum onu. Yani öyle hissediliyor ortamdan. Tanında ki diğer tabureye oturup gözlerine bakıyorum. Hep aynı gözleri görmenin alışmışlığı var gözlerinde. Kalbi sessiz yığınları aratmayacak kadar tekdüze, heyecan yok, sevinç hiç yok…
Hafiften mırıldanıyor birkaç kelime, anlamıyor veya anlamaktan çekiniyorum. Sonra ciddileşiyor, toparlanıyor taburesinde ve tane tane konuşuyor:
-Beklemekten değil beklediğimi unutmaktan korkuyor.
-Dert etme dostum, gün gelecek kurtulacaksın, başta bu kalabalıktan ardından da tüm korkularından.
-Hayır, hayır onu beklemekten bahsetmiyorum. Sessiz yığınların yanına gitmeyi beklemekten bahsediyorum. Ah sessiz yığınlar, başlarında dert yok, yüreklerinde hafakan. Ne güzel saadet, ne mutlu topluluk… Fiyatı ise ne ucuz sadece susmak, günü gelene kadar sadece susmak.
Onun sessiz yığınlara imrenişini biliyordum. Her geldiğim de ağzından onların saadeti dökülüyordu. Fakat bu safhaya kadar gelebileceğini beklemiyordum veya beklemekten korkuyordum. Bu korku ikliminde insana ne korkular yükleniyor ve ne bilinmez sevdalar bürüyor benliğini… Çok konuştum ama yok, dinlemedi. Başka konular açtım ama yine döndü buraya mevzuyu. Yıllar var ki bu kadar uzun konuşamamıştık. Yıllar var ki bu kadar ağlaşmamıştık. Burasının soğukluğunu efkârının hararetiyle bastırıyordu. Hep aynıydı bu kalabalık, hep soğuk, hep parça parça. Gökyüzüne ve yıldızlara hasretti bu topluluk, dolunaya hasret. Aysız ve yıldızsız bir gecenin sabahın da doğan güneşe hasret… İnsanı mutlu eden şeyler aynı zaman da felaketinin de kaynağı olabiliyormuş, öğrendim bu kalabalıktan. Burası pişmanların kalabalığı, burası bir anlık duraklamaların getirdiği çaresizlikler kalabalığı…
Umutsuzluk ve karamsarlığın sularında bir keşif gemisi gibi gezerken tekrar baktım arkadaşıma ve yine diğerini hatırladım, diğer arkadaşımı… İkisi birdi, biri ikisi… Sayfa sayfa gözümün önünde hayatları, sevinçleri, hüzünleri… Keşkelerin kalabalığı içinde anılara dalmak çok kolay oluyor. Burada zaman hatıralarla ve hiç yaşanmamış olanlara nazire yapmakla geçiyor. Arada serin bir yel etsimi hatırlıyorsun kalabalıktan uzak olduğun devri, kalabalıktan, bunaltıdan, sıkıntıdan, korkularından uzak olduğun yerleri. Yaşamak yarı yarıya alışmaktır derdi buranın eskileri, alışırsın ve yaşamak bile sıkar yüreğini, büker bileğini… Arkadaşıma son kez baktım. Yüzüne baktım, keşke o keşif gemisi batsaydı dercesine ve kalbimin bir parçası daha eriyip gitti gözümdeki buz dağlarını gibi. Ne kadar bilse de gene geleceğimi beni bırakma, sakın unutma dercesine kırptı gözlerini veya ben öyle olsun istedim. Kirpikleri arasından sızan bir damla sıvı, bir umman yükledi sırtıma ve öylece akıp gitti. Döndüm arkamı, düşünmeden ardımı hatırlamaktan kaçarak anılarımı…
***
Eve geldiğimde vakit öğleni bulmuştu. Kalabalıklardan çıkıp eve geldiğimde her zaman yaptığım gibi kitaplığıma doğru ağır adımlarla yürüdüm. Ruhum ters yönde koşmaya çabalarken. Fotoğraf albümünü aldım önce elime, özlemle baktım geçmiş zamanın donmuş yüzüne. Öyle şeyler fısıldıyordu ki bu fotoğraflar kulaklarıma, söylenmeyen pek çok şeyi de işitiyordum sanki. Sonra elim bir gazete parçasına gitti, gitmeyi hiç istemeyerek. Fi tarihine ait bir parça haber... Uzun uzun baktım. Bir Neptün yılı kadar uzun seyrettim o tek haberi. “Biri mezara, diğeri hapse…” diye tekrarladım içindeki ses o yazıyı ve bu sefer gözyaşı farklı belirdi. Sağanak sağanak bende birikti. Artık bildiğim bir şey varsa o da hayatın ne kadar garip olduğuydu… İki arkadaşım biri mezarda hapis, diğeri hapiste ölü… Ve ben aralarında eski bir arkadaş…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.