İFRİT - Rukye (3.Bölüm)
“Ey Ademoğulları, ben size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk etmeyin, çünkü, o, sizin için apaçık bir düşmandır.”
Yasin Suresi / 60
Üçü de suskundu. Muhammed en suskun ve tedirgin olandı. Önceki gece Yusuf ve bu gece de Muhammed. Yusuf gördüğü rüyada pek bahsetmemişti, laf arasında korktuğunu belirtmişti sadece. Ama artık her şeyin anlatılması gerekiyordu. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Ali pencerenin kenarında durmuş yeni doğan güneşin bulutları renkten renge sokmasını izliyordu. İçeri döndü; “Kalkın bi hava alalım bişeyler yapalım kodumun yerinde mal gibi kaldık.” Kaşları çatılmıştı. Tekrar dışarı dönüp caddeyi süzmeye başladı. Bakışları boştu fakat dolduracak bir şeyi hemen fark etmişti. Caddenin karşısında kara çarşaflı uzun boylu bir kadın Ali’nin olduğu yere bakıyordu. Hemen dikkat kesildi. Gözlerini kısıp durumu içeri lanse etmeden dikkatlice baktı. Kadınla göz kontağı kurduğu anda kendini odanın ortasında buldu. Görünmez bir güç sanki suratına yumruk atmış gibiydi. Derin derin nefes alıyordu. Kekeleyerek; “Olum naptık lan biz!!!”
Muhammed ve Yusuf telaşla Ali’nin yanına gelip yere çöktüler. Ali doğrulduğu gibi dışarıda gördüğü kadını söyledi. Yusuf hızla pencereye yöneldi ama caddenin karşısında sadece ağaç vardı. Yusuf geri dönerek; “Olum nolmuş kadın baktıysa. Gitmiş, yok kimse.” Ali sinirlenerek ; “ Lan gerizekalı kadının orda olması mı problem, bakması mı problem. O baktığı anda kafamda canlanan şekilleri yaratıkları bir görseydin anlardın. Kalkmış bi de kadın yok diyo ordan. Beni buraya fırlatan neydi o zaman.” Burnundan solumaya başladı, ellerinin titremesini durduramıyordu.
*****
Muhammed’in babası Havas ilmine sahipti. Haliyle etrafında zamanla cinci hoca diye anılmaya başlamıştı. Ardından delirmiş ve delirmeden önce de Muhammed’i evlatlıktan reddetmişti. Öncesinde bu tarz konularda konuşmak çok heyecan verici ve ürperticiydi. Ali ve Yusuf sık sık Muhammed’in babasının evine gider ve cinler alemi hakkında konuşurlardı. Ardından kendi evlerine geldiklerinde de aralarında muhabbet devam ederdi.
Muhammed’in babasından edindiği bilgilerden biri ise “RUKYE” idi. Rukye; Havas ilmi Kur’ân ve sünnet üzeri yapılan manevî bir tedavi şeklidir. Rukyecilik Allah Resûlü (S.A.V)’in tedavi şeklidir. Bu tedavi, mânâ âleminin doktorlarından ve mürşidlerinden alınan himmet ile yapılır. Bir adı da gizli ilimlerdir. Allah’ın ilmidir, bu ilme sahip olmak için çok uzun bir eğitim sürecinden geçilir. Bu ilmi öğrenebilmek için bir öğretici bir mürşid esastır. Bir şeyhten yetki ve himmet alınmadan yapılmaz. Havas ilmi, Rahmani cihetten melekler, hüddamlar ve manen güçlü mümin cinlerle irtibata geçerek kâfir cinlerle mücadele etmek için Allah tarafından verilen bir ilimdir.
Elde edilmesi çok zordur. Bu ilmin delillerinden bir tanesi de FETİH SURESİNİN 4.ayetinde geçer.
“İmandaki yakînlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekîne indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”
****
Öğlene doğru Muhammed’in gözünü göstermek için hastanedeydiler. Ali üzerindeki şoku atlattıktan sonra hastaneye gitmek için Muhammed’e neredeyse yalvarmışlardı. Muhammed, bunun doktorluk iş olmadığını biliyordu. O kadar ısrardan sonra, yanılacaklarını bildikleri halde, Ali ve Yusuf’un zoruyla hastaneye gelmişlerdi.
Doktor Muhammed’i tedavi ettikten sonra seri bir şekilde odadan çıkıp başka bir doktor arkadaşına seslendi. Diğer doktor odaya girdi. Yaklaşık kırk beş dakika odadan çıkmadılar. Bu sırada Yusuf ve Ali beş dakikada bir sigara içmeye çıkıp tekrar içeri giriyorlardı.
İkinci gelen doktorun Muhammed’e ilk sorduğu şey; “Gözünü kim ameliyat etti?” Muhammed şoka uğramış gibiydi. “Ameliyat mı? Hayatımda hiç göz için doktora gitmedim. Kimse etmedi tabiki.” Ne olduğunun farkındaydı ama anlatsa da inanmayacaklardı nasıl olsa. Başka hiçbir şey söylemedi. Doktor; “Renk değişimine anlam veremiyorum. Üstelik uyandığımda böyleydi diyorsun. Yani gece, uyumadan önce normaldi. Ve görüyordun. İmkansız bir şey gibi. Bunu imkansız kılan ise gözünde ancak ameliyat olurken kalacak bir hasar var. Allah’ım olacak şey değil.”
Doktor, yarın tekrar gelmesini tembihleyerek bir reçete yazdı. Muhammed odadan çıktığında Ali ve Yusuf’a hiçbir şey söylemedi. Hızla dışarı doğru yürüdü. Dışarı çıktıklarında ilk söylediği şey; “Oğlum o boku yemeyecektik!” Sigara yaktı. “Ama ben ne yapacağımızı biliyorum. Babamın eski arkadaşlarından Ahmet ağabey vardı ya. Gidip ona ne bok yediysek hepsini anlatacağız. Eksik olmadan.” Aliyi işaret ederek; “ Sen. Ne bok yediysen anlatacaksın.” Yusufu işaret ederek; “ Sen. Ne bok yediysen anlatacaksın. Eğer bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şeyin iyiye gitmediği. O s*ktiğim şeyini bana yaptırdınız, gözümden oldum. Kurumuş olum gözüm kurumuş. Ne bok yediğimize bak.” Dudakları titriyordu, sinirliydi ve tek gözü doluyordu. Eliyle gözünü sildi. “Adam rukyecilik yapıyo zaten bi gidelim en azından cin mi çıkartcak bize mi musallat oldular şeytan mıdır nedir o söyler bişeyler.” Derin bir iç çekti, sigarayı attı; “Gidelim hadi.”
Geldikleri yer etrafını sararmış otların sardığı izbe bir yerdi. Araziye adım attıkları anda güçlü bir enerjinin olduğunu anlamışlardı. Yüz metre kadar yürüdüler. Birkaç odun ve üzerine bakır kaplanmış bir kulübe gördüler. Muhammed buraya en son geldiğinde babasıylaydı ve daha on yaşındaydı. Kulübenin kapısında dikilen sararmış sakallı bir adam vardı. Kapıya yaklaştıklarında adam eliyle durun işareti yaptı. Yusuf’u göstererek “Çocuk. Şüphelerini bu kapıdan girmeden çıkar.” Üçü de birbirine baktı. Ali ve Muhammed yürüdüler, Yusuf biraz geride kaldı. Başını silkeleyip onlara yetişti.
“Hoş geldin Muhammed. İçeri gelin.”
Dışardan küçük gibi duran kulübe içeri girince büyümüştü sanki. Oldukça geniş ama kasvetliydi. Oturacak yer yoktu. Yerde sadece eskimiş bir kilim vardı. Yerden on santim yüksek kare şeklinde beton vardı. Sonradan döktürüldüğü belliydi ve onun üzerinde de kahverengi bir hasır vardı. Adam oraya oturdu. Muhammed, Yusuf ve Ali de hemen karşısında dizlerinin üzerine çöktüler. Muhammed başını kaldırıp; “Ahmet abi, biz bir şeyler yaptık ama…” Sözünü tamamlamadan Ahmet eliyle sus işareti yaptı. Dudakları kıpırdıyordu. Yusuf ve Ali’nin başları öne eğikti. Ahmet Hoca ile göz göze gelmeye çekiniyorlardı. Tam o sırada Ahmet Hoca gözlerini fal taşı gibi açıp öfkeli bir ses tonuyla; “Sizin Tağutlarla ne işiniz var! Siz neye bulaştığınızı biliyor musunuz!”
Yusuf başını kaldırdı. Buz gibi olmuştu. “Tağut mu!?”
“Evet. TAĞUT!” Ahmet hoca ayağa kalktı. "Sizi buraya getiren, yolun karşısındaki lağım çukurunun orada indiren taksiciyle hiç konuştunuz mu?" Sinirli bir şekilde soruyordu.
Muhammed; “Yani, konuştuk derken geleceğimiz yeri söyledik tabi ki. Onun dışında… Onun dışın…” Lafını bitirmeden Ali’ye baktı. Ali’nin gözleri büyümüştü. “Hass*ktiiiiiir.” Öksürüp hemen topraladı ; “Yani çok şaşırdım hocam bir ara taksici bir şeyler sordu bana öyle geçiştirdim. Şeyi sordu işte nerde doğdun nerelisin babanın adı ne soy adın ne falan.” Hoca sanki Ali’nin yanında bir şeyleri görüyormuş gibi Aliye bakmadan yaklaşarak; “ Sen de hepsini anlattın değil mi?” Tedirgin bir şekilde “Evet hocam. Noldu ki?”
“Ne mi oldu. Tağutlar. Tağut nedir bilir misin sen çocuk. Onlara bir kere bulaşınca bir daha bırakmayacaklarını bilir misin sen. En zalim cinlerin yani ifritlerin tağutlarına bulaşmanın bedelini bilir misin sen çocuk.” Arkasını dönüp duvara baktı. “Gidin burdan. Derhal. Benim size yardımım olmaz.” Muhammed, Yusuf ve Ali yavaşça yerlerinden kalkarken hoca; “Acele edin.” Diye bağırdı. Hızlıca kulübeden çıkıp arkalarına bakmadan yürüdüler. Etraflarındaki fısıltıları duyabiliyorlardı. “Sakın sağa sola bakmayın. Dümdüz yürüyün ve sakın korkmayın!” dedikten sonra tek gözüyle çalıların bitiminde onları bekleyen şeyi gördü Muhammed. “Bismillahirrahmanirrahim.”
Devam edecek…
Bahattin BERKDİNÇ