8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1075
Okunma
Koskocaman bir çocukluğu sürekli yıkılan hayallerle geçirdim. Ve bir gün geriye baktığımda geri alınmazlığıyla aklımda çözülememiş bir düğümün siluetini buldum. Ne psikologlar ne cinciler çözebilir o düğümü. Bir ölüyü diriltmek gibidir yaşanmışları yaşanmamış kılmak. 1984 romanında geçtiği gibi , tarihte vuku bulmuş bir olayla ilgili tutanakları, arşivleri değiştirebilsek bile, zihnin tarihini değiştirme lüksüne sahip değiliz. Çünkü bugünkü karakterimi, ruh halimi şekillendiren o yaşadığım anılardır. Anı yoksa karakter de olmaz, ruh da olmaz. Evet Freud haklıydı, ilk anılar kişilik binasının ilk taşlarıdır. Anıları unutturmak birinin geçmişini silmekten başka o kişinin köksüz bir ağaç gibi amaçsız ve dayanaksız kalmasına sebebiyet verir. Birinin anıları değiştirilebilseydi o zaman söz konusu insan yeni bir kişi olurdu. Artık onun davranışlarına yön verecek bir geçmişi olmaz. Yani boşluğa dayanmış bir çocuk olur.
Doksanlı yılların başlarıydı sanırım. Dayım yurtdışından geleceğini haber alan dayımın oğlu ile bizden birkaç yaş büyük olan küçük dayımla birlikte köyün anayola varan kısmına çıkmış sabırsızlıkla bekliyorduk. Haber gelmişti, o gün dayım nihayet köye dönecekti. Her sene bir defa birkaç haftalığına köye, ailesinin yanına dönerdi. Ancak bizim heyecanımız bisikletlerle ilgiliydi. Çünkü dayım bir ay öncesinde gönderdiği bir kasette çocuklara bisiklet getireceğini söylemişti. O zaman köyde telefon yoktu. Telefon da diğer teknolojik şeyler gibi ilçelerden yirmi yıl sonra gelecekti. Yurt dışından veya uzak illerden memlekete dönen kişiler vasıtasıyla kasede kaydedilen selamları, istekleri bütün aile teybin etrafına toplanarak pür dikkat dinlerdi. Benim heyecanım dayı oğlu ile küçük dayımın heyecanıyla neredeyse aynıydı. Bana da bisiklet getirmiştir diye bir ümitti. Dayımın oğlu ile yaşıt olduğuma göre bana da getirmeli diye düşünüyordum. Bir hayali çok düşünmek bir müddet sonra insanı kesin olacakmış gibi kendini ikna etmeye götürür. Bir ay boyunca kaç defa rüyalarımda bisiklet gördüm. Mavi bir bisiklete binip yollarda, bayırlarda, tepelerde, kısacası hayal ettiğim her yerde pedal çevirerek son sürat yapıyordum. Kimi zaman minarenin etrafında beni uçurduğunu görüyordum bisikletin. “Vay be, bu nasıl oluyor?” demeye kalmaz kendimi yatağımda hazinesi çalınmış gibi kahrolmuş vaziyette buluyordum. Neyse, sanki süslü bir gelin arabası gibi bize azametli görünen dolmuş, korna çalarak köy yoluna sapınca heyecandan kalplerimiz yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Gelişi oldukça azametliydi. Tavan üstüne bağlanmış valizler ve bisikletler uzaktan seçiliyordu. Yeşil ve büyük olanı Emin’in, mavi ve küçük olanı Aydın’ın dediler. Benim gözüm üçüncü bir bisikleti aradı durdu. Acaba nereye konmuştu?
Dolmuş köy meydanında durunca koşarak yanına vardık. Dayıoğlu babasının elini yabancı birinin elini öper gibi utangaç şekilde öpüp alnına götürdü. Ben de aynı hareketi yaparak dolmuşa doğru yöneldim. Daha sonra akrabalar eşyaların indirilmesi ile uğraştı. Dolmuşun üst tarafına dikkatlice baktım. Üçüncü bir bisiklet yok gibiydi. Koskoca valizleri sürükleyerek eve kadar götürdüler. Ama ben minibüsün kenarından bir türlü ayrılmıyordum. Belki içeri koymuşlardır üçüncü bisikleti diye bir ümidim vardı. “Hadi, sen de yardım et!” diyen dayımın sesini duyuncaya kadar öylece bekledim. Bisikletleri de eve götürünce Emin ile Aydın çabucak ambalajlarını söktüler. Ben ise dayıma karşı kırgın hislerimi bir türlü engelleyemiyordum. Ona serçe parmağımı uzatıp “küs” demek istiyordum. Ne olurdu sanki bir bisiklet daha alsaydı! Çok para mı tutardı bir bisiklet? Çocuklara has saf bir kıskançlıkla karışık duygular beslediğim Aydın ile Emin birkaç günde sürmeyi öğrendiler. Her yaştan epey dostları oldu bu arada. Ama Allah var, çok cömerttiler. Beş altı kişi sürmek için sıraya girer, herkes birer tur giderdi de hiçbir kırıcı söz söylemezlerdi. Başlarda sürmeyi pek beceremedim. Yeni öğrenen herkes gibi tekerleğe bakarak pedal çevirirdim. Ne var idiyse tekerlekte bir türlü gözlerimi alamıyordum! Bir gün böyle yine tekerleğe bakarken “Ne güzel dönüyor!” gibi düşüncelere dalmışken karşıdan hızla gelmekte olan başka bir bisikletliyle karşılaştım. Ayaklarımı yere sürterek durmaya çalışırken duvara tosladım. Alnım birkaç santimetre yarılmıştı. Beni sağlık ocağına götürdüler ama içeri girmek istemiyordum. Babam oranın memuru olduğu için çekiniyordum. “Bana bisiklet alır mısın?” diye reddedilse bile hiçbir kaybı olmayacak cümleyi dahi söyleyemiyordum. Bir çocuk babasından bisiklet almasını isteyemiyorsa bunda büyük bir anormallik vardır. Üçüncü dünya ülkesi olmakla alakalı bir durumdan çok geleneklerle ilgili bir engeldi bu. Neyse içeri girdik. Babam hem kızgın hem telaşlıydı. Hemşire, pansuman yapmaya başlayınca adettenmiş gibi soru sormaya başladı:
— Canım, nasıl oldu bu yara?
— Bisikletten düştüm, ama fazla acımadı.
— Demek acımadı. Niye düştün, bilmiyor musun sürmeyi?
— Dayımın oğlunun bisikleti olduğu için biraz biliyorum. Ama benim olsaydı hiç düşmezdim.
— Ah canım! Demek bisikletin yok! Sabih Abi çok yazık, buna bisiklet alsanıza!
O esnada babamın vereceği cevabı merakla beklerken içimden “Ne iyi olmuş da düşmüşüm. İşte şimdi dualarım kabul oldu. Babam, derdimi benim yerime anlatacak olan bu tatlı sözlü güzel bayanın sözünü dinleyip herhalde bisiklet alır artık bana. Şimdi tamam, diyecek biliyorum. Acaba kırmızı mı olsun mavi mi olsun? ” diye cümleler geçiyordu yarık kafamdan. Bir saniyelik ana onlarca düşünce cümlesi sığabiliyordu. İşte hemşire yaraya dikiş atmaya geçmişti, fakat ağrı umurumda bile değildi. Tek derdim bir bisikletimin olmamasıydı. Melek hemşire, çok ısrar ettiği halde babam “Hemşire hanım, ben alabilirim de, derslerini ihmal edeceğinden korktuğum için almıyorum. Bakın kafasını yarmış haylaz! ” diyerek reddetti. Anlaşılan bu melek kadın babama pek tatlı gelmiyordu. Yoksa kesin kırmazdı. Pansuman bitince beni alnımda bir pencere kırık dökük umutlarla eve yolladılar. Yolda kaç defa keşke bisikletten düşmeseydim, dedim. Hem birkaç tur daha atardım. Hala alnımda o yaranın izi ve zihnimde o eksikliğin izi duruyor. Biri diğerinden çok derinlerde. Lüks bir arabam olsa, hatta uçağım, uzay mekiğim olsa bile onu kapatmanın imkanının kalmadığını biliyorum. Tek yolu bir çocuk olmak ve bir mavi ya da kırmızı bisiklet.
Yıllar geçince babam ilçede yaptırdığı evin borçlarından kurtuldu. İlçeye taşındık. Kendine bisiklet aldı çarşıya gitmek için. Siyah bir bisikletimiz oldu. O bisikleti asla zevkle süremedim. Bir gün çarşıya bisikletle gidip onsuz döndüm. Farkına varmadım unuttuğumu. Çocuk olsaydım asla unutmazdım. Bir gün sonra gittiğimde bıraktığım yerde buldum. Anlaşılan kırgın bir çocuğa rast gelmemişti.
Yahya OĞUZ