kırsal hüzünlerin göçebe hayatları
-biz hiç kişiydik. hiç. kimse ve ben. gözlerini yum şimdi artık kaç kişiysen-
düzenli bi şekilde adımlarımı ölçüp, hüzünlerimi kontrol ediyorum. üç artı bir odalı evin, geniş çeperinde kuzu gibi oturuyorlar öyle. saçlarının üst tarafları tamamen dökülmüş dazlak hüzünlerim benim ne güzelsiniz! kendime görüp, hiç üşenmedim ve tek tek saydım. bugün de yoğun ve kalabalığız biraz. bazıları çok geçimsiz imgelerin sözlü saldırısına uğrasa da; alışkınlar bu çalılı damın altında ıslanmaya. birgün de şaşırtsanız beni. benden habersiz tatile falan çıksanız. ağırlığını eşit oranda ayakta tutmayı beceremeyen dengesiz vücudumda aylak aylak dolaşıp engelli hatlarına hiç takılmasanız. anlaşıldı sizden yine rahat yok! saat 15:00. çıkmadan önce bi eksik-gedikleri var mı diye soruyorum. ’sağol gözüm eksik olma’ deyip geri çeviriyorlar yardım talebimi. böyle de mütevaziler! ah görebilselerdi keşke! her gün nasıl da azalıp eksildiğimi kendimden.
saat 15:15. saçlarımda aklar oluşmuş, aynadaki yüzüme mesafeli bakarken bile, çatallaşıp diken gibi havaya kalkanları burdan rahatlıkla görebiliyorum. onları kır bahçelerine benzettiğim günden bu yana, sunnî ilaç kullanmadım. hüzünlerimle besleyip yıkıyorum ve eskiye göre daha parlak ve gür görünüyorlar sanki. ya da bana öyle geliyor bilemiyorum. kadınlar depresyona girince saçlarını kestirirlermiş öyle diyorlar. Deniz’in yumruğunu havaya kaldırıp haykırdığı gibi "bunu şiddetle reddediyorum!" yanılıyorsunuz bayım! kadınlar bunalıma girince sadece ölmek isterler! bu konuda ihtisas yapmış yüzlerce kadın tanıyorum ben -kendim de dahil- bir de hüzünlerini yüreğinin çorak topraklarında, nasırlı avuçlarının arasında gelişigüzel tırpıp biçenleri var. kaldı ki son zamanlarda ölümün sınırlarına gidip, göğe yıldız düşenleri de gözle görülür biçimde artış göstermiştir. zaten bi kadın yüzündeki bariz çizgilerini ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, evinden-yurdundan kovulmuş; katlanmış ve yıpranmış eski bir hatıra gibi tozu dumana katarak sürekli peşine sürüklemesinden tanırsınız. öyle ki biri yolunu kaybedip, adresi soracak olsa; yanlışlıkla kılavuz yüreğini açıp o engebeli yolu tarif edecek kadar da aklı on karış havadadır bazen.
anladım ki; uyuyunca da ağrıları dinmiyormuş insanın. ordan oraya sürüle sürüle alışıyorsun zamanla. o yüzden ilaç prospektüsünde -yazarken bile zorlandığım ve anlamakta zorluk çektiğim; sadece kullanım şekli ve dozu ile yan etkileri kısmına bakıp kutuya tekrar geri koymak istediğim- yani uluslararası deyimiyle beynimi uyuşturan hapları da kullanmıyorum bayım! annemden biliyorum midesine dokunurdu kadıncağızın. bütün ağrı ve sızılarıyla nasıl da savaşırdı güzel annem. benim kahraman annem! hayret biyolojik olarak hiçbir özelliğini almamışım annemin. saçlarım ve burnum hariç. ha bir de koyacak yer bulmakta zorlandığım uzun parmaklarım var benim. o yüzden batar dururlar gözünüze hep. ( bir keresinde amcam uzunluğuna göre tırnaklarımı görücüye çıkarmıştı da; köklerine çimentolu tem.elini atmalarında bi sakınca görmemişti. üstelik gözyaşartıcı bi ses tonuyla "seninle gurur duyuyorum" bile demişti. boyuna göre terzi gibi her şeyin ölçüsünü alan ah bu amcam )
yani benim güzel annem! mutluluğa haciz geldiği için, hiç acımadan tebessümleri boşalttılar yüzümüzden. çok uzun vadeli güldüğü ve borcunu ödemediği için iki gamzenin ellerini kelepçeliyip alıp götürdüler yanağımızdan. sonra da tıka-basa dolu bi hüzün otosuna bindirip, uçurumdan aşağı yuvarladılar gözümüzün yaşına bakmadan. boş.bakanların gözetiminde acıyönetim savcılığına sevkedilirken biz ve daha nicelerimiz.
saat 17:15. aradaki zaman kaybına takılmayın sakın ben de zaten üstünde durmayacağım zat-ı muhteremin. İtalyan’ların kahvesinde oturuyorum şimdi. Cafe de İtaliano, Kapellenstraße numara burdan okunmuyor bulanık. mamma mia! ondan önce de arabada kestirmişliğim var. bazen istemesem de mola veren tır şoförleri gibi uyukladığım oluyor park yerlerinde. eskiden biri görecek diye iki büklüm yapıp saklardım kendimi içimde. bazen boş bir torpidonun kayan gözüne, bazen de külüstür kornanın zurnalı sesine başımı feda ederdim. artık bunların da pek bi önemi kalmadı, insanların ilgi alanlarından uzaklaştığımdan beri. şimdi de can sıkıntısından bu cafe’ye geldim. güzel uykumu ve ruhumu ortadan ikiye bölmek için. zahmet edip yanıma kadar gelen garsona bi latte söyleyip ağzımı tadlandırması için bugünkü menülerinde amaretto’lu tiramusu’nun olup olmadığını soruyorum. şansıma tüküreyim yokmuş. çok yazık oldu...hakketmiştim oysa. böyle güzel havayı onsuz da içime çekemiyorum doğrusu. pizzanın ve dondurmanın her çeşidi mevcutken bir tek onu listeye almamışlar. cafe de italiano beni hayal kırıklığına uğrattın neyse! bardağın yanına konulmuş küçük bir konfitürle idare edeceğiz artık. bu zavallı halime gülüyorum. bu durum bana çocukluğumu hatırlatıyor. küçükken de en çok vitrinlere, dükkanlara, bakkallara, manavlara, sokak sokak gezen hırdavatçılara takılırdı gözüm. bir de benim ayağımda lastik pabuçlar varken, su geçirmeyen parlak deri ayakkabılarını gözümün içine sokmaya bayılan çocuklara.
az önce tam da bunları düşünürken yanımdan iyi giyimli ve son derece bakımlı diyebileceğim hoş bi bayanla, çocukları geçti. imrendim açıkçası. nasıl vakit bulabiliyorlar kendilerine böyle çok merak ediyorum. ben daha çok karşı grupta olanlardanım. yani eline ne gelirse onu geçiren, renklerin uyumuyla o kadar da ilgilenmeyen ve hep aceleyle yola çıkıp ordan oraya koşturan bi bayan. en çok da kıvırcık saçlarını taramaya üşenen ve kendine görmeyen tembelin biriyim işte. utanmasam evdeki rahat üstümle çıkacağım dışarı. bazen aklımdan geçmiyor da değil. kendimi pijamalarla veya jogging pantolonuyla -hoş onu da giyiniyorum bazen- sokağa atmış ve ayağında eskimoların çizmelerini aratmayacak cinsten bej renkli tüylü patikleriyle, üstüne çamur sıçratan bi bayanın içler parçalayan dramatik görüntüsünü zahmet olmazsa eğer gözünüzün önünde canlandırın biraz. acaba Leonardo bu kalıba uyan bi bayanın karma-karışık halini hiç kullandı mı bi tuvalinde merak ettim şimdi. belki Italo Svevo bir kitabında toplumun genelde rağbet görmediği böyle bir kadın bedenini kahraman yapmıştır olamaz mı ?
saat: 17:30. hava o kara perçemini hiç utanmadan örttü yine yüzüne. bulutlar matem tutarak ellerini önünde bağladı. buna rağmen içime huzur veren garip bi görüntüsü var sanki. hafiften esen rüzgarın yüzünü okşaması, bir erkeğin çıplak bedenine dokunuşundan daha dokunaklı ve anlamlı olabiliyor bazen. şimdi gözüme değen her şeyin yalnızlığını ve yorgunluğunu taa derinlerde hissedebiliyorum. ağırlıklarına göre kapladıkları alan ne kadar da küçük oysa. ya yüreğime komplo kurup boydan boya kuşatıyorlar, ya da köprücük kemiğimden göğsüme ulaşıp gövdemi sabote ediyorlar. bunun farkında bile değil birçoğu! onlar aralarında gülüp, şakalaşırken; ben gözlerimi raylara dikmiş, vızırtıyla önümden geçip uzayan vagonlara gülümsüyorum. işte bu dağınık saçlarımı da onlara benzetiyorum biraz. herkesin yolculukta oturmayı sevdiği bi can kenarı olur. benim de öyleydi en çok tercih ettiğim baş köşe, çocukken de üstüne şekiller çizdiğim o buğulu cam kırıklarıydı. yoldan hangi araç geçerse geçsin, gözüm ilk önce can kesiklerine takılır bu yüzden. ama içerde oturanlar bunun farkına varmazlar o ayrı mesele. onlara el sallarken beni gördüklerini bile sanmıyorum. Tezer’in kulakları çınlasın: "neden burdayım. herkesin uzağındayım". bu konuya son derece hakim vasıflı bi hüzünle başka bi gün değinelim bence.
17:45. insanları dinliyorum. gözlerim açık. göbekli garson boşalan bardağımı gelip almaya üşeniyor galiba. masanın üstünde not defterine bir şeyler karalayan bu garip kadını oldukça karışık ve şaibeli bulup korktu sanırım. bazen insanları ürkütmeyi seviyorum. hani hiç beklemediğiniz bir anda yabancı bir el omzunuza dokunur ve sizi aniden sıçratır ya işte onun gibi. ya da beni rahatsız edeceğini düşünüp ondan yanıma gelmiyor garibim.
-gel arkadaş, geç otur iki çift laf edelim seninle- karma seslerin uğultusu. gülüyorum kendi kendime. sen zaten uzağımdasın, daha ne kadar uzaklaşabilirsin ki benden. kaldı ki; sınıra hiç yaklaşmamıştın ki ne diye kaçıp duruyorsun. belki boşalan şu bardak gibi beni de bomboş görüyorsun ? peki öyle olsun bunu sen istedin gözüm!
Paulo Coelho’nun bi romanında ressamın da Maria’ya dediği gibi:
"şu önündeki rakıyı görüyor musun? böyle , sadece bir rakı görüyorsun. ben daha ötesine geçmek zorunda olduğumdan, kaynağındaki bitkiyi, atlattığı fırtınaları, tohumları toplayan elleri, bir kıtadan ötekine gemiyle taşınmasını, alkolle buluşmadan önce bitkinin sahip olduğu kokuyu ve rengini görüyorum. günün birinde bu sahneyi çizmem gerekse, bütün bunları resmederdim. ne var ki, sen tabloyu gördüğünde onu bir bardak dolusu sıradan bir rakı sanırdın."
bizim meselemiz de bu hazinli öyküye benziyor biraz. şimdi sen de bana bakınca belki sıradan bulup, basit görüyorsun. çünkü bana gözünün ucuyla öylesine bakarken, siparişi alıp biran önce yanımdan gitmenin telaşı okunuyordu gözlerinden. elinin alışkanlığı ve mesleğinin gereği, sadece müşterinin önüne menüyü indirip, bir sonraki havaya kalkan işaret parmağının hareketini gözlemleyene dek ortadan kayboluyosun. ara ki bulasın. tekrar boş tabaklar-bardaklar-çatallar ve kırıntılar toplanacak ki öyle piyasaya çıkasın. o da yine bi parmak hareketiyle oluyor. görüyorsun ya işte konuşmaya da hiç gerek yok ellerimizle de iletişim kurabiliyoruz isteyince.
ama sana verilen görevi kusursuz yapim derken daha da göz çıkarıyorsun. öfkesi her halinden okunan suratına bakacağım derken kaç kere gözlerinin uzun farlarına yakalanıp, saatlerce kanlı retinanın o boş çukurunda rehin kaldım haberin bile yok senin. az kalsın öndekiyle çarpışıyorduk. bereket versin son anda farkettik de birbirimizi kenara çekildik. allah bilir çıkan gürültüyü de hiç duymadın peki niye? çünkü beyninin içinde sana hükmedecek komutları beklemekle meşgulsün sadece. kafan emir kipleriyle dolup taşmış. tıpkı kurulu saat gibisin. çaldığı vakit harekete geçirip uynadırıyor seni kış uykusundan. gelene kadar kaç kere yönünü şaşırdın yazık sana! sana da bana da valla yazık! inan ki çok acıdım halimize; yalnız kol hareketleriyle sınırlandırılmış pandomimli oyunumuzu görünce. ama sen de haklısın. üstümde hiçbir bakışınızın borcu kalmasın ödeyemem sonra.
belki geri kalmış maço erkekler gibi sen de kadınları tapulu malın gibi görüyorsundur kapalı alanlarda. sıradan ve değersiz bir eşya parçasının, senelerce evin bir köşesini işgal edişi gibi; biz de gelip boş yere mekanını işgal etmişizdir haddimizi bilmeden. merak ediyorum sen de bazıları gibi hesabı öderken soracak mısın "nerelisin?" diye.Tezer gibi ya "hiçbir yerli" yim ya da Che Guevara gibi "nerede ezilen bir halk varsa oralıyım". tuhaf gerçekten iki söylemin içinden kaç kere tökezleyip çıktım bu kanlı yeryüzüne. haşa! sözümona sanki hiçbir yerdeyim. hem de her yerde.
hava gitgide açtı sanki. tıpkı aramıza giren mesafeler, yaşlı duvarlar gibi. aslında başınızı bi yukarı kaldırsanız görebileceğiniz boydayım ve elinizle koymuşçasına kolay bulabileceğiniz bi yerde. şu an sırtıma vuran güneşin, yandan yüzüme çarpan ışıltısını, karşı masada oturan insanların gölgesinden daha samimi ve sıcak buluyorum. sormadan edemiyorum kendime bu insanlar hangi tarihin buzul çağından kalma ilkel kalıntılarıdır? dokunsam kırılıp döküleceksiniz hepiniz. oysa ben ve altına sığındığım gölgem, boşalan şehrin azalan insanları kadar küçük bir azınlığını oluşturuyoruz sadece. sesler çoğalırken şimdi de iki erkek çocuğunun cıvıltılı sesine kulak verip, özenle taranmış ve havaya kaldırılmış jöleli saçlarının birbiriyle olan uyumlu duruşlarını seyrediyorum. artislere bak sen, bu yaşta havalarından geçilmiyor! bir moda dergisinden çıkmış da küçülmüşler sanki. çocuklar çoğaldı, ikiyken şimdi on oldu. yüzlerinin derinliklerine inecek olursak, kardeş diyebileceğim biri uzun biri kısa boylu iki kız çocuğunun; muntazam saç örgülerine ilişiyor gözüm. şimdi de kendi çocukluğuma gittim. yakasından bi güzel silkeleyip getirdim.
o da unutmuş beni hınzır. çoktandır ne sorduğu var, ne de aradığı hayırsızın. kızların saç örgülerine diyorum ne güzel de sırayı bozmayacak şekilde tasarlanıp, inşa edilmiş. acaba bozulur diye anneleri hiç okşamıyor mudur dersiniz pamuklu tellerini? taramadan, taramaya mı değdiriyordur sadece yumuşak ellerini? içerliyorum bu ilerleyen saatte anneme. benim balıksırtı ya da mısırlı örgülerim olmadı hiç. neden anne? belime kadar uzattığınız saçlarıma en son ne zaman dokundunuz? kabaran dalgaları-dağınıklığı senin de mi gözünü korkuttu bu kadar? canım annem benim çok mu yordular seni ? hiç değilse yıkanıp taranıyordu değil mi ? tıpkı sana yaptıkları gibi. nesilden nesile geçen alışkanlıklarınız gibi. bi at kuyruğu yeter de artardı bile uzunluğuna. yine sormadan edemiyorum. yok ya vazgeçtim sormayacağım boşverin! ne çilesi vardıysa kendi çekti. kendi yıkadı. kendi taradı. saç tellerimle ördü bütün ah’larını. hem çok yakındı bize. hem de uzak. aynı anda iki ayrı kavşağı dönüp, iki ayrı kulvarda kendiyle yarışan annem. canım annem. güzel annem. sırtındaki kamburunu bizden saklayıp, dışarıya göstermeyen; saçının her kalın telini süpürge eden fedakâr annem benim!
bakın çocuklardan söz açtıkça, gürültülü seslerinin hışmına uğruyoruz durmadan ne güzel! yaşam dediğiniz işte bu gül yanaklı çocuklardır bayım! ayak sesleri ve yüzlerini masumca okşayan sayısız tebessümler. bi çocuğun sesini, güler yüzünü neye değişebilir ki bi insan? alın işte tutun ki; karşı masada üç çocuk oturuyor sizinle ve saatler olmuş bardağım hâlâ boş duruyor elimin az ötesinde. korkarım ki varlığımla sizi rahatsız ettim, çok özür dilerim! inanın ben de istemezdim bunu, ama oldu bi kere işte, bi kere dışarıya göründük ve insan içine çıktık n’apalım yani. insan olmaya çok uzak duruşumuzla geldik adam gibi karşınıza oturduk namuslu namuslu. pardon çok affedersiniz! kimsenin namusuna dil uzatmak istememiştim, istemeden oldu! ama zoraki söyletiyorsunuz canım! yok! anlaşıldı terbiyeli bi el işareti çekmeyene kadar bunlar bana bişey ikram etmeyecek. bakar mısınız size söylüyorum beyefendi! yok bunlar sandığımdan da s.ağır çıktılar arkadaş! yahu insan bi dönüp bakmaz mı etrafına. korkmayın canım! gündüzleri zincirliyken kimseyi ısırmıyorum. hüznümü de, sevincimi de dibini bulan şu bardak gibi boşaltıyorum sadece dudaklarımdan. demem o ki; zararsızdır haspam. bazıları gibi aşka gelip, dil-din-ırk gibi saçma sapan bahanelerle milletin soy ağacına dadanıp, kesici aletlerle de dallarını ayırmıyorum kökünden.
şişko garsonumuz yanımdan on kere geçti de yine farkedilmedim. ya sabır! gülüyorum yokmuşum gibi davranıyor burda herkes! saklambaç mı oynuyoruz yoksa bi yere kıpırdamadan anlamadım ki! neyse çok da önemli değil. nihayet dört gözle beklenen garson ufukta beliriverdi çok şükür! güzel ve güler yüzlü bu seferki hiç değilse. anlaşılan acıklı halimle geç de olsa kızı etkilemeyi başardım. yüzüne ve dudaklarına yakışan gülümseyişiyle soru çekiliyor paslı bir kerpetenle dişlerinin arasından. "bişey ikram edelim mi size?" zaten cebimden ödeyeceğim nasıl ziyafetse artık bu! -yine bi latte alabilir miyim lütfen- kendime gelemedim henüz. karşı masada oturan aile kalktı az önce melez bir kız ve iki de zenci çocuk, attıkları çığlıklarıyla renk katıyordu hiç değilse bu başı dumanlı mekâna. sanırım beyaz tenli sarışın adam rahatsız ettikleri düşüncesine kapıldı biran. halbu ki herkes kendi gürültüsünde oturuyordu sessiz sakin. ne kulağı işitiyordu ne de gözü kendinden başka bi yabancıyı görüyordu. zampara dünya! kendi etrafında döner durur nasılsa! birbirine karışan kültürler, siyahı-beyazıyla örtüşen çıplak bedenler. tıpkı şu gökyüzündeki değişken havaya benziyor. biraz yağmur. biraz güneş en çok da bulut taşıyor cebinde. gittiği her yere dört mevsimini de beraber götürüyor. ne var ki; çıplak gözle üstümüzde kaygılı olduğu gözlenen şu gökyüzünden, çocukları altına toplayabileceğimiz, sabıkası temiz ve güvenli bi gökkuşağını satın alamadık bi türlü. oysa en çok onlar hakediyor herşeyin iyisini. en çok onlara yakışıyor ve üstünde jilet gibi ütülü duruyor. ne bi etek payının içten kıvrılmasına ne de paçaların kısaltılmasına ihtiyacı var. kısa dar pantolonuyla, uzun bol eteğiyle de doğası gereği mutludur her zaman çocuklar.
saat: 18.30. yan masada oturan aileyi gözüme kestiriyorum bu sefer. mutlu oldukları her hallerinden belli. benim gibi kıvırcık ve kabarık saçları olan bi çocuk -bana kalırsa bu küçük yaşına rağmen, kafasınının içinde benden daha dağınık ve göçebe bi hayat sürme anlayışına hakim ve sanki 3-4-3 taktiğini uygulayp görenleri iyice şaşırtmak istiyor- babasının dizlerini henüz en güvenli yer sanıyor şu saatlerde ve elindeki cep telefonuyla zaman öldürüyor.nçocukları ne güzel robotlaştırıyoruz kendimize benzetip. oysa en güzel yaşıdır bir çocuğun sizi sobeleyen elleri, ordan oraya zıplayan haylaz ayakları.mbırakın serbest dolaşıp hareket etsinler kendilerine. kendinize yaptığınız acımasız işkenceleri onların üstünde uygulamayın. kapalı mekanlarınızda, kapalı ruhunuzla, kendi ellerinizle boğmayın çocuklarınızı. sesini sonuna kadar kısmayın, bırakın çığlık atsınlar. bırakın kırıp-döksünler. çocukların ellerinde ve ayaklarındadır bütün hüner zincire vurmadan dolaştırın çocuklarınızı. en güzel oyunlar kenar mahallelerinde, sokaklarda ve üstü renkli boyalarla süslü kaldırımlardadır. kat müsadesi olmadan çıktığınız betonlarla-duvarlarla-sınırlarla örtmeyin üstünü çocukların. bırakın güneşi azıcık onlar da görsün. bi kenara bırakın, çıkmayacak lekelerin kavgalarını-telaşını. çimlerin üstünde varsın tepinsin çamurla boyasın yüzünü ne çıkar? ne çıkar yani kendi saf ve temiz dünyasında oynarsa. biliyorsunuz ne zamandır ozon tabakası delik ve her an üstümüze çökecek vaziyette tetikte bekliyor. çocuklarla gelen her güzel anınız için çok geç olabilir. bir çocuğun en güzel yılları dışardadır. sokakta. evde küflenip-çürürken-yerinde otururken değil. üzülüyorum çocukluğunu yaşamadan, erkenden büyüyüp gidenlere. bi derin dondurucuda soğumaya bırakılan ruhları gibi, çocuklarını erken yaşlandırmaya meraklı olanlara. size söylüyorum bayım! siz de duyun sesimi bayan! -n’olur kıymayın çocuklarınıza!-
yazdıklarımı duydular mı yoksa yan masadakiler kalktılar şimdi. an itibariyle bi çocuk daha terketti burayı ve gitgide azaldık gözüm! düşününce bile huzursuz oluyor insan. örgülü kızlar gene yanımdan geçti. onları gördükçe saçlarımı kökünden tutup, budayasım var. bu yaşımdan utanmasam kıskanacağım, her iki omuzunu aynı anda öpen gür saçlarını onların. Pavese’in de dediği gibi, "ama ben, ama ben mısır tarlalarının ve tüm boş gökyüzlerinin çok uzağındayım."
saat: 18.45 sineklerin istilasına uğradım. uyuz köpekler gibi kaşıntı tuttu her tarafımı. aman uzak durun ha! bulaşabilir size! gün gelir ben de alışırım Leyla! hırpalanmış bedenimi, bitlerimle kardeşçesine paylaşmayı senin gibi. burnuma çok uzaklardan annemin pişirdiği ekmek kokusu gelir belki. belki de dumanlı hasretin iniltili sancısı. tut ki etrafımız sarılmamış kurşunlarla. bombalarla havaya uçmamış elleri-ayakları kimsenin. tut ki kulaklarımızı sağır etmemiş puştların sesi ve düşmemiş rahmimize zalımların o kanlı irinleri! yani kırmızıyla baltalanmamış mavi gökyüzünden, çocukların çiçekli bahçelerinden, tomurcuk açmış gül yanaklarından, güzel masallarından, mutlu rüyalarından sözediyorum gözüm!
gözlerini açma annem, tehlike geçmedi henüz!
mer@lgül
YORUMLAR
Bir günlük farklı saatlerdeki "günce" lik inanın bana çok sıcak bir sohbet gibi geldi ve sanki yazarla karşı karşıya oturmuş sohbet ediyoruz hissine kapıldım.
Pek şaşırmadım çünkü sitenin etkili yorumları yazan Yazarımız, bu yazısında çok güzel ve ebedi bir çalışma çıkarmış. Şık imgelerle anlatımı güçlendirirken çok sade yani çokça anlaşlır bir dil söyleşisiyle beni hayran bıraktı.
"Kırsal hüzünlerin göçebe hayatları"
*Güçlü bir başlık
*Güçlü bir tema
*romantik bir ilgi( filmlerde olur) fakat bu romantik ilgi, yazarın güncesiyle ilgili olanıydı
*Ve muntazzam bir dil
ve sonuç, yazının teknik ve estetiği mükemmeldi.
Yazarın okura verdiği mesaj her zaman olduğu gibi yazarın kendi keşkeleri, arzuları ve olumsuzlukları olumluya çevirme çabasıdır; bence bu mesaj alınmıştır, anlaşılmıştır: Güzel bir dünya, savaşız bir hayata dair bir çalışmaydı.
Yüreği selamlamaktan başka bir kaç kez daha okumalıyım deyip sayfadan ayrılıyorum
sevgiyle kalın efendim
Gule
evet inanır mısınız bu yazı burda kendi sesinde boğulup, birkaç gün sonra da çürüyüp gidecek diye çok korktum...dedim ki al sana bi duvar daha işte, tepe tepe kullan...canın istedikçe uğrar kendi ses metronomlarının hal ve hatrını sorarsın...yazıktır-günahtır kaderine terkedilmişlik duygusunu onlara da yaşatma!...altılıyı tutturmaya gerek yok!..bize ikramiyeden çıksa çıksa betonarme duyguyla sıvazlanmış sözcükler çıkıyor...bazen şaşırıyorum...başedemiyorum..bazen de ne haliniz varsa görün deyip görmezden geliyorum...
laf nerden nereye geldi...yani arkadaş şimdi bu yazı bi ses teliyle buluştu daha ne olsun!..şaşkınım hiç beklemediğim anda çıkıp geliyorsun pat diye..hem de nasıl geliyorsun şair...hani takibimizdeki arkadaşlardan da biliyorum sizi (pardon siz dedim yine ağız alışkanlığı:)
içimden ne geçerdi hep bilir misin "bu arkadaş hayrına bize de uğrasa üç-beş cümlenin belini büküp hizaya getirse fena mı olur?"...iç ses işte gözüm bazen söylendiği oluyor böyle ama dışarıya belli etmiyor...
yani öyle yakınsınız bana ve güzeldir yürek sesiniz...
çok teşekkür ediyorum...mutlu ve huzurlu ayrılıyorum hüzünlerimden bu sefer...ki bunu anlatacak yeterli cümleyi şu an bulamıyorum...
sevgiyle selamlıyorum yüreğinizi...
DemAN
yorumları okumak bana keyif veriyor bir de çokça şey öğreniyorum. Şiir ve yazıyı bırakalı aylar oldu fakat okumaya devam çünkü artık yazmaktan çok okumayı seviyorum. Sitede değişik insanların sayfasına konup bir şeyler karalıyor düşüncemi bırakıp çıkıyorum. Ayrıca takip listem kabarık değil öyle önüme gelen şiiri veya yazıyı okurum en çok yazıları okumayı seviyorum.
uzun süredir yorumlarını, şiirlerini okuyor ve çok beğeniyorum. Günde bir şiir veya bir yazı okuma hakkım var çünkü gözlerim çabuk yoruluyor, ki bu yazıyı okurken çok yorulmama rağmen Yazınız beni sona kadar okumaya sevketti çünkü fevkalade etlilemişti beni. Günlük, deneme ve öykü yazıları okumaya bayılırım o denli çok severim.
“Kırsal hüzünlerin göçebe hayatlarında” Seninle yollarımız burada kesiştiği için çok mutlu oldum. Sizli, bizli zamirleri nezaketten ve kaba olmamak için sürekli kullanırım ayrıca o geniş anlayışından dolayı çok teşekkür ederim, çok incesiniz... uzatımsa affola
Ben edebiyata bir çaylak ve/veya çırak olduğumu söylemek isterim; bana Deman demeniz yeterli olacaktır.
Teşekkürler Meral...