- 709 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'tutarsızlık'
’Elbet bir gün ben de denize taş atacağım,
geri gelmediğini öğrendiğim zaman şeylerin.’
‘Biz o mahallenin çocukları olamadık hiç…’
Yeni ortamlar aradığım zamanlardı. Bazıları ‘gel hafta sonu ilçeye gidelim, orada bir sürü bar, kafe var, eğleniriz’ diyordu. ‘Nasıl, ne var ki’ orada diye çocukça yanıtlar verdiğim oluyordu. ‘Ne olacak oğlum işte! Köpüklü dans var ki mesela, of of, akıllara zarar! Arap bir hatun var, göreceksin, başka bir şey demiyorum. Süt dök yala, hatta dökmeden yala. O kadar nefis vücut. Başka ne diyeyim sana, etrafta bir sürü kız. Tabi çoğunun sahibi var ama olmayanına da denk gelebilirsen iyi olur.’ Bunları söyleyen arkadaş ilçeden geldikten sonra iki gün içinde anca kendine gelmiş, sonra da şöyle demişti:’ La skrm ortamını da, köpüklü dansını da. Zaten üç kız vardı boşta. İçtik abartana kadar. Sonra gece ikide baktık dediler ‘biz gidiyoruz.’ ‘Nereye’ dedik, ‘annelerimiz merak etmiş, gitmemiz lazım’ diyorlar. Hâlbuki içki parasını da bize kakalayıp gitti orsplr. Ulan dünyanın şeyi çıkmış be!’ hayır, bu ortam bana göre değildi. Yani girersem böyle bir ortama, kendime ihanet etmiş olurdum. Hem kalabalık yerler hiç bana göre olmadı. Bazen aklıma küçükken annemle beraber dinlediğimiz radyo programları aklıma gelir. ‘Mahşerde insanlar çırılçıplak toplandıkları zaman, o müthiş, kabus dolu atmosfer içerisinde insanlar birbirlerine dahi utançlarından, korkularından bakamayacakları an da’ ki kısım beni etkiler. Daha çok kalabalık olma kısmı. Bu dünyada yalnız kalabildiğim kadar kalıyorum da, ya orada? Yarını bile düşünmek istemezken, mahşeri düşünmek istemiyorum. Gelelim konumuza tekrar. Yeni ortam aradığım bir zamandı ve yine kendimi edebiyatla alakalı bir ortamda bulabilirsem, rahatlayabileceğimi düşünüp, iki yıldır çıkmakta olan bir derginin editörü olan kızı tavlamakla yeni ortam bulma konusunda aşama alabileceğimi düşünmüştüm. Her şey internete girip, dergi adreslerini dolaşmamla başlamıştı. Şeytan gibiydim. En ufak mecrada dahi kendime yer arama çabasında olduğum için, seçtiğim bir derginin seçtiğim kurban bayan editörünün e-mail adresini bulup, ona gönderdiğim ilk mesajla olayla zinciri başlamıştı. Bayan editörün bir resmi, yaşı, okuduğu okulu, işi her şeyi açıktı. Pek güzel sayılmazdı, belki de kimilerine göre sayılabilse de, güzellik ölçütlerim dışımdaydı ama amacım bir kızla çıkmak, onu sevmek değil, tamamen şahsi, yeni ortam arayışıyla alakalıydı. Haksız olduğumu sonuna, dibine kadar biliyordum. İlk başta yabancı olduğum için, her kelimemi yazmadan önce en az üç kez düşünüyordum. Çünkü onu ürkütüp, elimden kaçırabilirdim. Burcuna, okuluna, üniversite okurken ona verilmiş okul numarasına, bitirdiği liseye, çalıştığı iş yerindeki pozisyonuna, patronuna, patronunun karısına ( bu arada patronunun karısının harika bir insan olduğunu itiraf etmeliyim), kaç çocukları olduğuna ve hangi özel okulda okuduklarına kadar bildiğim bir insana aptalca şeyler yazamazdım. Akıllı biri gibi gözükse de, bayanların duygularını ön planda çıkardıkları farazisiyle beraber yola koyulmuştum ve her gün üç dört mail haricinde onu rahatsız etmiyordum. Böylece bir hafta boyunca her gün onun da ilgisini çekebilecek düzeyde maillerim standart haline gelmişti. Merak ediyordum, acaba üç gün ona hiçbir şey yazmasaydım, bana mail atar mıydı?
İlk gün hiç ses çıkmamıştı. Belki mail atar desem de, atmamıştı. İkinci gün yine ses çıkmayınca, üçüncü gün bu sefer ufak bir yalan içerikli maili ona atacağıma karar vermiştim. ‘Halı sahada maç yaptım ve ayağım kırıldı’ diyecektim. Bariz yalanda olsa, bu yalanla beraber onu kendime daha çok çekebilecektim. Mail kısa ve netti:’ Kusura bakmayın, birkaç gündür sizi de rahatsız edemiyorum. Sanırım sahalar birkaç ay beni özleyecek. Ayağımı kırdım, sanırım bu hayatta ilk kırığım. İyi olmanız temennimdir. Kendinize iyi bakın.’ Aslında çok kısa değildi ama yine de net olması yeterliydi. Cevabı on beş dakika gibi kısa bir zamanda alabileceğimi ben de tahmin etmemiştim. Uzun bir üzülme işareti ve geçmiş olsun mailine bakıyordum. Ekrana dokunuyordum. En uzun parmağımla anca o üzülme işaretini kapatabiliyordum. Abartmıştı ama merak ettiğini görünce sevinmiştim. ‘Şimdi nasılsınız’ sorusuna verilebilecek güzel yanıtlarından biri, ‘vallahi size yazmadığımı fark ettim, bu ayağımın ağrısından daha kötü içim sızladı’ cümlesi olabilirdi. Kaybedebileceğim bir şey yoktu. Biraz ajitasyon ve trajedi, yalanlarla örtülü bir mevzunun sonunda beni onunla daha yakın kılacaktı. Buna emindim.
İşlerinin olduğunu, aslında onundan aklından geçtiğimi fakat rahatsız etmeme kaygısıyla herhangi bir mail atmadığını öğrenmem, onun da küçük bir yalan atma hakkının oluşunu bildiğimden dolayı pek umurumda olmadı. Yavaş yavaş mailler çoğalıyordu. Muhabbetimiz arasında birden ‘şu chat programını hiç duydunuz mu’ diye ondan mail gelmişti. Chat programını biliyordum ama pek kullanmadığım için konu itibariyle sadece izleyiciydim. Ama bilmiyorum dersem fırsatı kaçırmış olurdum. ‘Tabi ki, neden sordunuz’ diye attığım maile karşılık gelen cevapta ‘ben kuramıyorum bir türlü, çevremde anlayan pek insan da yok, aslında var da yardım etmelerini istemiyorum. Siz yardım edebilir misiniz acaba diyecektim… Ama ben de saçmalıyorum, kusura bakmayın’ cümlelerini görünce, internette o chat programı hakkında ne kadar bilgi varsa, edinip, beş dakika da hepsini öğrenmiştim. Tabi bu arada, ‘tabi yardımcı olurum, biraz sonra göndereceğim maile göre hareket ederseniz, kurabilirsiniz programı bilgisayarınıza’ diye de yazmıştım. Sıralı bir şekilde nasıl kuracağını, eğer bir aşama da hata yaparsa, o hatadan kurtulup, nasıl sonuca gideceğini, ‘fareyle next yazısına bir kez tıklıyoruz’ gibi ayrıntılarla beraber maili yollamıştım. Nihayetinde aynı programda bende de yüklüydü. Programı kurabilmişti. ‘Ya sizin de ayağınız kırık, bilmiyorum rahatsız olmuyorsunuzdur umarım. Nasıl kullanılıyor bu program’ maili de gelince, artık chat programı üzerinden muhabbetimizi başlatacağımız kesinleşmişti. Müsait olmadığını ancak gece yarısı mutlaka bilgisayarını evde açacağını ve görüşeceğimizi söylemişti. O an aklıma gelen ilk şey eczaneden sargı bezi almak olmuştu.
O gece chat programı hesabından e-mail adresi üzerinden ona arkadaşlık teklifi göndermiştim. Söylediği gibi gece gelmişti de ancak evde erkek arkadaşının uyuduğunu bu yüzden yazarken sessiz olmaya çalıştığını belirterekten beni hayal kırıklığına uğratmıştı. İçimden öyle şeyler geçiyordu ki… Eski zamanın, eski mahallerinin çocuğu olamasam da, o mahallerinin kokusunu almış, mert gençleriyle top oynamıştık. O eski mahallenin gençlerinin oyunlarında kalecilik yapmak bile şerefti. Kaleci dahi olup, panter lakabını bile almıştım. Şimdiyse herkesin birbirine yalan söylediği bir ortamda hissediyordum kendimi. Aslında yalan söyleyen bendim, o hiçbir şey söylememişti. Yavşak olan, geveze olan bendim. Sahi, aldığım o kadar sargı beziyle ne yapacaktım ben?
Hâlâ da aynıyım. Birkaç kitabı, kalınca montumu ve çakmağımı alıp gitmeliyim buralardan. Nereye mi gideceğim? Onu hiç düşünmedim ama bir şey biliyorum ki, buralar benim büyüdüğüm mahalleye hiç benzemiyor ve ben buralı hiç olmadım, olamam da…
‘yavşak’
Oturduğum yer dahi kayabilir. Çünkü oturduğum yer dediğim şey aslında dikdörtgen bir tahta ve üzerinde yaylı yataktan oluşuyor. Yer çekimine uygunsuz düşen şey; nesnelerin ve insanların daima toprağa yakın olması gerekirken aksi bir durumun yaşanması. Aslında burada oturmayabilirdim de. Hava serin fakat kimse üşümüyor. Tek mont giyen benim şehirde. Yürürken ters ters bakan dahi görmedim. Oysa yalnızca ince bir mont, yakışıyor da hani. Beni daha sportmen gösteriyor. Böyle bir sıfata ihtiyacım var mı? Hiç zannetmiyorum. Sadece huzurlu hissediyorum kendimi. Üç faturayı da yatırmış olmam bana huzur veriyor. Elektrik, su ve doğalgaz faturalarını yatırınca, ülkesine hizmet etmiş bir birey şuuruyla dolup taşıyorum. Bu bana küçüklükten miras bırakıldığı için de şanslıyım. İyi anımsarım, ne zaman yatırılmamış bir fatura varsa, babam üstü artacak ve cebimde kalacak şekilde bana faturayla, parayı verirdi. Gidip yatırırdım. Küçüktüm. O zaman boyum da küçüktü; ellerim, ayaklarım, parmaklarım, burnum… Sanırım insanın bir göz bebekleri gelişmiyor. Bebekken, doğarken nasılsa, öyle kalıyor. Kardeşimin gözlerini ilk gördüğümde, sanki hiçbirimizde göz yokmuş gibi hayran kaldığımı iyi anımsarım. Koşup mutfakta tezgâhtan tornavida dahi getirmiştim. ‘Neden bunu getirdin’ diye sorduklarındaysa, ‘gözlerini kapatıyor ikide bir bebek, onları açacağım’ yanıtını vermiştim. Şimdiki sakarlığım ve aptallığımda küçüklükten gelme bir şey. Böyle olduğu için şükretmeliyim. Ya sonradan kazanılmış bir alışkanlık olsaydı? Fıtratını insan öldürebiliyor ama ya alışkanlıkları? Hayır, korkunç değil. Belki biraz absürt bir ilişkilendirme biçimi. Her ne olursa olsun üşüdüğümü ve de bu durumdan akciğerlerimin rahatsız olduğunu biliyorum. Çok terleyince, göğüs kıllarım yapış yapış olup, kıvrıldıkça, soğuktan daha çabuk etkileniyorum. Rüzgârla aram hiç iyi olmadı. Geçenlerde çınar ağacının yapraklarını okşarken, rüzgâr ağacın dallarını öyle sallıyordu ki; dallar önce pencereye ve çatıdan zemine inen borulara çarpıyor, sonra da soğuk bir esintiyi içeriye doğru aktarıyordu. ‘Bana bir şey olmaz’ demiyordum ama yine de hastayken, öyle yarı çıplak rüzgâra çıkmamam gerekiyordu. Yine de şükür! Hayır, bu yanlış oldu; her zaman şükür! Doktora gitmeyi sevmediğim için yine almadığım bitki, reçetesiz ilaç kalmadı. Komik olansa her nereye gidersem gideyim, aceleci yapımın altında o bariz çevreye saldığım endişe kokusunun insanları heyecanlandırması. Eczaneye girerken, bisikletin zincirine dokunup, parmaklarımı yağ içinde bırakmıştım. Peçeteyle parmaklarımı silerken eczaneden içeri girmiştim. Nasıl girdiğimi ben de tam olarak tasvir edemiyorum! İnsan kendini tasvir edebilir, etmesi de gerekir. O an için karşıda bir ayna olsa ya da birisi bana hareketlerimin özetini yapsa, sima olarak gördüğü resimden neler çıkardığını aktarsa, işim kolaylaşırdı. Hatta işi halleden kısım da bu ikisi olurdu: Ayna ve başka birinden kendini duymak! Eczanedeki iki kalfada parmaklarıma bakarken, hiçbir kanın siyah akmayacağını bilgileri onları rahatlatan bir nüans olmuştu. Bu ayrıntı hoşuma gitti. Kanımın siyah akmasını aslında isterdim. Her zaman marjinal olmak isteğiyle yaşadığımdan, bu isteği normal karşılıyorum belki ama düşünüldüğünde herkese isteği doğrultusunda kan rengi verilmesi nasıl da muhteşem olurdu. Örneğin ben siyah olmasını dilerdim. Biri yeşil, biri kırmızı, diğeri sarı… Elbette anormal bir talep, kimi çıkıp ‘biz böcek miyiz be, ne diyorsun a salak!’ da diyebilir. Desin. Desinler. Diyebilirler. İnsanlar aslında garip istemleri duyduklarına canları sıkılmaz. İnsanların kısa veya uzun vadeli menfaatlerine, çıkarlarına, duygularına ters bir durum olduğunda, bir söylemle karşı karşıya kaldıklarında aslında daha girişken olabiliyorlar. Bazen diyorum kendi kendime:’ Neden bu kadar yavşaksın?’ Aslında yavşaklık bile mertebe gerektiren bir konu. Yavşak olma durumunun tamamen zihinsel olduğunu da anlamamla beraber, yavşak olmayan insanın çok mert ve inançlı olabileceğine de kanaat getirdim. Ha, inançlı demişken, bu görünür, gösteriş inancından değil, gerçekten adalete, hakka ve diğer kutsal iştiyaklara gösterilen azami ciddiyeti gerektiren bir husus u barındıran bir inançla alakalı olan durum tabi ki!
Rahmetli anneannem İzmir’den yanımıza gelmişti. Kardeşim henüz altı aylıktı. Her ne kadar altı aylık olsa da, ilgi çekici şekilde konuşuyordu da. Kimi zaman o küçücük bebeğin ağzından ‘iyi geceler’ sözünü duymak, çocukluğun verdiği şiddetli duygu gösterimi sonucu bağırmamla sonlansa da, sonradan anlayabileceğim bir şekilde Tanrı’nın armağanıydı. Sevgili Tanrı’m, sen ne çok armağan verirsin de, gönderirsin de, biz kulların anlamayız ve çoğu zaman elimizden o armağan alınır da, ancak biz farkına varırız. Yazık ki düşünmüyoruz! Her neyse. İşte o güzel günlerden birinde, anneannemin ürkek ve misafir haline alışamadığın bir okul dönüşü halıda oturmuş, kumanda elimde, elli bir ekran televizyonun kanallarını dolaşıyordum. O arada ensemi de kaşıyıp durduğumu fark eden anneannem, ‘gelsene yanıma bir yavrum’ demesiyle, ayağa kalkıp, onun yanına doğru gitmiştim. Saçlarıma bakıyordu. Sobanın karşısında duran kanepede oturuyordu. Ben ayakta, onun saçlarımı kaşıyışına anlam vermeye çalışmadan televizyonda kanal değiştiriyordum. Bir an başımdan sert bir parçanın ayrıldığını hisseder gibi oldum. Bu his acı vericiydi. Anneannem annemin de duyabileceği şekilde:’ Kız bunun başı yavşak dolu. Yavrum ne hale gelmiş. Kızım hemen bana makas getir sesiyle’ kendimi banyoda buldum. Saçlarım annemin kumaş kestiği makasla alelacele kesilirken, anne-kız başımda tek tek saçımın kılları arasına bakıyorlardı. ‘Bitlenmiş bu yavrum’ derken anneannem, annem de ‘Allah bilir nerelerde gezinip duruyorsun oğlum, dikkat et kendine biraz’ diyordu. Banyonun malası düzgün yapılmamış beton zemini üzerinde saçlarımı görüyordum. Hayretle içimden ‘ne çok saçım varmış be’ diyordum. Mutluydum bir nevi. Çünkü iki gündür saçımı kaşımaktan derimi de tahriş etmiştim. Babam işten eve gelmeden evde operasyon düzenlenmiş, yastık yüzüm, çarşafım, elbiselerim banyoda kırmızı leğen içine atılmış, üzerine kaynar su dökülmüştü. Çamaşır makinemiz olmadığı için o büyük kırmızı leğen kurtarıcımız gibiydi. Leğen içerisine atılan toz deterjanla beraber, köpükler etrafa saçılıyordu. O köpükler ve toz deterjanın kokusu çok hoşuma gidiyordu. Maşrapayla birkaç kere banyoya su döküp, temizledikleri saç kıllarından kalan artıklarında giderden gitmesini sağlamışlardı. Aslında giden denilen şey, başım kadar geniş bir delikti. Üzerinde siyah, büyük bir taş vardı. Babam o gider kısmını yapacağını söylemişti. Yine de ben o siyah taşı seviyordum. Kutsal bir şey gibiydi. Ne zaman ıslansa, banyonun sarı ışığı altında parıldıyor ve banyoda yıkanan nasıl temiz oluyorsa, o da ben de sizin gibi temizin mesajını yıkanana veriyordu. Bir nevi ruhani ayna olarak onu görüyor, onun kapattığı giderin o karanlık ve bilinmez boşluğu içerisindeki kötülüklerden bizi koruduğunu düşünüyordum. Bazen hafif aralık kalıyor ve siyah, büyük böceklerin banyoya doluşmasına engel olamıyordu. Acaba onu ıslak görüşümüzün nedeni, görevini yerine getiremeyip, ağlaması olabilir miydi? Hadi oradan canım! Taş hiç ağlar mı? Ya ağlamışsa? Gerçekten de taşlar, cansız nesneler ağlayabilir miydi?
Akşam babam eve gelince, bitlendiğimi öğrenmemle beraber nöbetçi eczane bulmak için tekrar dışarı çıkmıştı. ‘Yemeği ısıtın, ben hemen ilaç alıp geleyim’ demişti. Kardeşim bile o güzel gözleriyle bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Evdeki harekete mana vermeye çalışıyordu, belki de ısrarla anlamak istiyordu. Babam eve gelince poşette büyük bir pompayla karşılaşınca şaşırmıştım. Siyah poşetin içerisinden önce büyük bir pompa, yanında küçük bir sıvı böcek ilacı ve küçük bir eczane poşetinde de bit sabunu. Pompa evin ve eşyaların ilaçlanmasında kullanacak, sabunsa başıma tekrar tekrar uygulanacaktı. Küçücük bir yavşağın, sirkenin yani bit yavrusunun başıma açtığı olaylar, bütün bir evi teyakkuza geçirmişti. İşte o günden beri yavşaklardan çok çekinirim. Bazen kendime de ‘yavşaksın oğlum’ diyesim geliyor. Elbette bir yerim kaşındığı ve bir yerimde bit olduğu için değil. Bu sefer insani ilişkilerdeki durumumdan ötürü! Kendimi haksız bulduğum zaman işler kolaylaşıyor ve böylece insanları suçlamak durumunda kalmıyorum. Suç bende dahi olmasa, başkasının bir anda beni satıp, kendini haklı durumuma ya da ortadaki mevzuya dair durumdan bir pay çıkarma durumu karşısında bile kendimi kötülüyorum. Bu sefer soru kendime yöneliyor. Madem yavşayan karşıdaki, sen nasıl olur da yavşak oluyorsun?
Sessizlik damarlarıma enjekte edileli, konuşmak zül, hayret şahane bir meslek! Hayır, Tanrı’m, yalnızca sen haklısın diyorum bu sefer birisi çıkıp yine ‘sen yavşaksın’ diyor. Ben bu duruma çare bulamıyorum, sinem acıyor. Hangi ilaç buna çare bulabilir, hangi kimya bir reçete sunabilir ve sonuç yekpare makberin öteki kısmıyla alakalı mı yoksa? Adım kadar emin olmanın sonucudur belki yavşak olma hali. Belki de yavşak olmak, o sersemlik, geveze hali, insanın özünde maya halinde bulunuyor. Bu koca yaratıcılık denizinde, sanıyoruz ki buralar bizim ve biz yarattık. İcat ettiğimiz her neyse onunla gurur duyuyoruz. Konuşmalarımız, yazdıklarımız, anlattıklarımız ve hatta bakışlarımız, sevgilerimiz, yüce duygularımız da bu mevzu içerisinde. Konuşurken, güzel konuştuğumuz düşünüp gururlanabiliyoruz. ‘Bak nasıl da konuşmuşum ona, nasıl da güzel yazmışım şu konuyu… Hiç kimse bu konuda öyle güzel örnekler veremezdi… Bakışımdan bile etkileniyor insanlar…’ Ya sevgi? Aşk dediğimiz şehvetin esiri sevgilerimizde:’ Ben onu o kadar çok, o kadar çok sevmiştim ki… O benim kadar sevemezdi ki zaten! Sevdi mi insan işte böyle sevilir…’ tarzı gururlanmalar… Birine yapılan yardımın, gösterilen şefkatin yüceltilmesi, onunla gurur duyma meselesine ne demeli peki? İnsan kabul etmiyor, etmediği içinde yavşak oluşu, dünya arazisinde gururuyla, keyfi manada nefsiyle geveze, yılışık oluşuna çare sunamıyor, sunamayacak da! Bu yüzden kendime yavşak derken hiç gücenmiyorum. Aslında bir gevezelik, yılışıklık anlamı olsa da, bu manadan ziyade, bitin yavrusu sirke manasıyla yavşak oluşumu kabul ediyorum. Gevezelik, yılışık olma durumu da mevcut ama kendimi frenleyebiliyorum. İnsanlar da kendilerini böyle görebilseler mesela, bariz argo da olsa, herkes bit yavrusu kadar hiç oluşunu kabul edebilse… Fakat o da ne? Bu bile bir paye, yavşak olma hali bile insanın hiçlik denizinde kendine bir sıfat arayışından başka bir şey değil. Elbette yaratılanlar arasında en değerli varlık insanın kıymeti pek yüksek. Buna itiraz etmek, yaradılışa, ‘el hubbu fillah’ makamından Allah’ın sevdiği bir işe ‘el buğzu fillah’ makamından yaklaşma durumuyla karışmış gibi oluyor. Olsun. O ki yavşak kulunu dahi özene bezene yaratmış, ona insan olma payesi vermiş. İnsan ki, bu kadar insanın insan dışı olma çabasında kendisini bir hiç görme çabasına mana vermeme durumuyla karşılaştığında, önce düşünüp, ilkeli bir çıkarım yapıp, sormalı:’ İnsan böyle kirli mi yaratıldı?’
...