- 366 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Son Başladı Bir Gün
Onun kediyi beslemesi, inayeti ve minnet hissine uzanması garip bir büyüklüğü olan melaike olarak görünmüştü gözüme. Ne var ki, benim durgun ve söylenecek söz arar görüntüm onu da tesir etmiş, bu yüzden karnı doyunca kucağından kaçıp giden kediye tepki vermemişti. Gözlerini ovarken, güzel bir mevzuya girme hevesinde olmadığımızı ikimizde belli etmiş, savaşların ikinci bir karakter yarattığını doğrulamıştık. Zaman geçtikçe ve bunu daha çok, daha hisli yaşayarak hem de.
Öylesine zoraki değil sanırım, yalnızca içindeki atılganlığı bir parça harekete geçirebilmek ve ortada duran suskunluğu bozmak için sordu;
“Baban nasıl?”
“Daha iyi,” dedim, şuurlu bir şekilde.
“Buna sevindim,” dedi.
Sustuk yine ikimizde. Bu kadar muhabbet yeter kanısı hâkim olmuştu sanki. Kafamızı önümüzden kaldırmadık. Ne kadar böyle devam etti bilmiyorum, birden;
“Sence Mustafa Kemal Paşa muvaffak olacak mı?” dedi, tekrar aynı atılganlıkla.
“Neden olmasın? Düşman sayısı arttıkça, onun yanında olanların sayısı da artıyor. Hem o başkalarına fırsat vermeden icraatlarıyla hedefini belirlemeyi iyi biliyor,” dedim.
Bunu bedbaht durduğumuz şu noktadan mesut bir gelecek adına temenni olarak söylemiştim, ama o, bana da mesut gelecek için düşecek bir pay olup olmadığının merakıyla sordu;
“Sende gider misin bir gün cepheye?” dedi.
“Belki!” dedim, kısa bir cevap olarak. Umarında ve kafasında daha fazla soru biriktiği için verdiğim cevabın üzerine bir tepki vermedi. Az sonra büzüşmüş yüzüne neden olacak soru gelecekti biliyordum…
“Nefret ediyorum savaştan. Ne zaman bitecek? Ne zaman gidecekler?” dedi, beni haklı çıkarırcasına.
Kalp hizasından başlayan titreme ellerine sıçradı. Gözlerinin her noktasını savaşın iğrenç görüntüleriyle doldurmuş gibi daldı uzaklara. Peşinde olduğu eski bir düşün işgal ile geldiği noktaya bakıyordu… Daldı gitti öylece… İstemenin kolay, almanın zor olduğu bir sürece…
“Baban iyileşecek mi gerçekten?” dedi, durduk yerde. Ümitsizliği anlatan tabir içinde sormuştu bunu ve iki dağ arasına asılmış gök, iki söz arasına serilmiş mesafeden daha soğuk değildi bunu bana söylediğinde. İster istemez darıldım. Ona bir kez daha, bu kez bir oyunbozandan çok ne anlatmak istediğini bilen bir edayla baktım. İlkin, içimden geçen ve onun hakkımızdaki fikrinin tahminini kolayca tartabilmesi için, az sonra ağzımdan çıkacak, beynimin sınırından dışarıya yüzüne hararetle haykıracağım sözleri yuttum. Ne babamın kahramanlığı, ne iyileşme ihtimali, ne benim yarın bir gün gideceğimi bilmesine gerek yok diye düşündüm. Sonra ailece yaşadıklarımıza hiçbir anlam koyamayan Fitnat’a biraz daha uzun süreli bakınca, onda kendisinin bile fark edemeyeceği, o siyah gözlerinde neyi ortaya döktüğünü bilmediği suskun bakışlarına takıldım. Neticede bizim dışımızda kalan bir yabancı gördüm. Bu yabancılık onu masum yapıyordu. Ve bu bakışma, bu sebepten onu üzmemi engellediğinde hiçbir cevap alamadığı ve muhatap bulamadığı o yerden uzaklaşma gereği duydum. Ayağa kalktım, üç ya da dört adım attım tekrar göz göze geldik. Üzüldüğüm bir şeye üzüldüğünün resmiydi bu sefer karşılaştığım.
Ve sanırım bu son bakışma; hiçbir siperde korunamayacağımız bizi bambaşka yerlere sürükleyen tesadüfî bir karşılaşma olarak önce tılsımını, sonra onu biraz, beni ise ikinci defa alt üst eden gayretlerimizi ve dengemizi bozmuştu. Öyle bambaşka yerlere sürüklenmiştik ki, yine de gülümsedim gözlerinin içine bakarak. Bir şeylerin yoluna gireceğinin işaretini vermeyi istemekti tüm yaptığım. Ve son bakışın tesiri, ona ayrılığa teselli gülüşü olsun istemiştim bir bakıma. İşte o an beni buraya getiren sebebi sorgulamama asla neden olmadığını anladım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.