KÜÇÜKTÜM UFACIKTIM
O kadar heveslendiğim, uğruna gözyaşı döktüğüm şeyin verdiği ıstıraba bak! Odadan da dışarı çıkamıyorum ki kurtulayım. Kış gelince böyle işte. Dışarı çıkmama izin verilse bile o kapının dışına asılmış zebella gibi battaniye mi ne olduğu belli olmayan kalın, ağır şeyin arasından bu cılız vücudum ezilmeden geçemiyor. Mübareğin işi soğukla değil, benimle sanki. Hiçbir şey yapmasa da onu ne kadar tutarlarsa tutsunlar geçerken şöyle bir dalayıverir beni.
Yan taraftaki divana bakıyorum. Yüzünden mutluluk akan bir adam karşımda. Üzerinde çubuklu pijaması, yanında soba çıtır çıtır, elinde toto kağıtları. Sigaranın birini söndürmeden ötekini yakıyor; günlük üç paketi bitirmeyi kendine kanun kabul etmiş ya. En önemli mutluluk kaynağı da odayı dolduran makineli tüfek sesi. Diyorum ya mest olmuş. Her akşam bu saatlerde böyle. Ha, bir şey daha var: yemekte, içmeye başladığı iki parmak rakıdan sonra suratına birkaç saatliğine misafir olan ifade…
Bir masaya oturabilsek rahatlayacağım. Annem, Sibirya soğuğuna özenen mutfakta yemek hazırlıyor. Bir türlü gelmek bilmez odaya. Gelse ne olacak ki? İşkence bitmeden yemeğe geçemeyiz. Kaşık çatal sesleri engel olurmuş da. Kaçırıverirmiş babam önemli şeyleri. Ara sıra olan şey bu akşamda oluyor. Annem "fare var, fare" diye odaya bir dalıyor. Fırlayıp gelmiş; bir elinde bıçak, öbür elinde yarısı soyulmuş soğan ile. Soğuk yüzünden o kadar kat kat giyinmiş, başını da öyle örtmüş ki. Bir de korkudan yuvalarından fırlamış gözleriyle bağırıp çağırırken onu görünce babaannemin anlattığı masallardaki o korkunç kadınlar aklıma geliyor. İrkiliyorum şöyle bir. Başlıyor "ben o mutfağa bir daha girmem" diye ağlamaya. Babam, huzurunu bozan anneme mi yoksa fareye mi bilmem; küfürlerini sıralayarak odadan çıkıyor. "Oh" diyorum hemen koşup kapatıyorum başımın etini yiyeni. Hiç olmazsa beş on dakika kafam dinlensin diye. Annemin fare dırdırı devam etse de razıyım onun cırcır sesine. Biraz sonra babam gelecek her zamanki gibi "yok kızım fare mare, uydurmayın Allah aşkına". Kulağım kapıya dayalı. Ayak sesini duyar duymaz koşup açacağım ki; kapattığımı babam anlamasın.
Gene mutlu hallerine dönen babamla, işkenceye mahkum ben, devam ediyoruz kaldığımız yerden. Atıp tutan annem makus kaderine boyun eğip korka korka Sibirya’sına geri dönüyor bu arada. Dakikalar geçmek bilmiyor. Ne zaman saat dokuz olacak. Allah’tan bu akşam Perşembe. Radyo tiyatrosu var. Babamın yanlışlıkla bu akşamı Cuma gecesi diye kabul edip içki içmemesi iyi oluyor. Rahat rahat dinleyebilirim. Yoksa o çilingir sofrasında iki parmak rakı içen babam, saatlerce benim geleceğimi planlar. Beni okutur, meslek sahibi yapar, evlendirir, torunları bile olur. Araya da laflar sokar çaktırmadan: "Yavuz at arpasını arttırır. Yaptığın bana ise öğrendiğin sana. Oku, kolunda altın bilezik olsun. Erkek milletine güvenilmez. Babana bile güvenmeyeceksin". Bunun gibi şeyleri dinler dururum bütün gece.
Yalnız, bu radyo tiyatrosu öyle çabuk bitiyor ki. "Şimdi ajanslar" diye başlayan şey öylemi ya? Dır dır dır diye okuyup bir saat beynimi oyuyorlar. Acaba "biz bu ajansı dinlemeyelim baba, ben çok sıkılıyorum" desem? Babamın çay bardağı gözlüklerinin altından yollayacağı bakışlarını, ardından da başına gelecekleri hisseden yanağım yanmaya başlıyor için için.
Bir akrabamızda görüp bayıldığım bizim de olsun diye tutturup günlerce ağladığım radyoyu alan babamı karşıladığım günü hiç unutamam. Radyo da radyo ama. Annem hep der "bu adama bir şey söyleme; vur deyince öldürür" diye. Gerçekten öyle yapmış. En büyüğünü kapıp getirmiş; ama ortadaki sorun daha da büyük. Zaten taksitle aldığımız canım aleti üstüne koyacağımız bir şey yok evde. Duvarın yüksekçe bir yerinde raf var; ama bu devasa oraya katiyen sığmaz. Üstelik ben oraya yetişemem ki. İstediğim zaman açıp kapatabilmeliyim onu. O kadar zaman bekledim. "Çocuksun mocuksun" anlamam valla. Yere koyuyoruz ambalajıyla benim bir tanemi. Dolap almadan çalıştırılmayacakmış. Emir büyük yerden. Radyoyla aramızda -sen bana hayran, ben sana kurban- bakışmalarıyla geçen birkaç günün ardından iki katlı küçük bir dolap getiriyor babam. "Seneye okula başlayınca kitaplarını koyar hem" diyerek. Dolabın alt ve üstünü ayıran kısımda piyano tuşlarını anımsatan bir bölüm var. Üstüne koyuyoruz hemen bizimkini. Fişini de takıp ısınmasını bekliyoruz biraz. Oyun havaları çıkmasın mı? Bende bir döktürme… Göbek atma mı? Gerdan kıvırma mı? Kutlama dediğin böyle olur. O piyano kısmında da parmaklarımı dolaştırıp radyoda çalan hafif müziklere eşlik ediyorum ara sıra. İşte böyle keyifli bir şey bu radyo. Ama ajans dedikleri şu şey olmasaydı ya. Ya da radyonun biraz küçüğünü alsaydı babam. Uzandığı divanının yanına koysaydı. Ajans başlayınca kendi duyabileceği kadar açsaydı ne olurdu sanki? Bütün mahalle dinlemek zorunda değil ki. Görmemişin radyosu olmuş gibiyiz gerçekten diye düşünürken aklıma harika bir fikir geliyor. Bu radyoları yapanlar onu öyle küçültsünler ki; cep kadar yapsınlar. İnsanlar yanlarında rahat rahat taşıyabilsinler. Fikrime bayıldım. Olmaz olmaz dememeli, bakarsınız bir gün olur. Hatta kendime ait bir tane bile. İşte o gün benim günüm. O radyoda ajans dinlersem ne olayım…
Sevgi ÜNAL
YORUMLAR
sevgi;
sevgi yüreğinde ki parıltılarını saçmış.Hala üşümekte,hala koşuşturmakta..sanki aynı heyecanla terliyor,aynı duyguyla kaynıyor,aynı sese kulak kesiliyor.
çözmüş ilmeklerini hayatın,mutlu uyanmayı biliyor..
bizide uyandırdı,bizede sevdirdi mutlu anılarını..
insanımızın yaralarına, bam teline dokunduk.bir radyo versiyonu idi bu tablo;fakat her eşyamıza bir hatıra resmettik.
ne değerliymiş o anlar evet çook sonra insan bu tebessümle doluyor..
çok güzel ve çok akıcı ve içten ve küçücük bir eşyaya nefes vermek gibi,bir kalemin mürekkebiyle okyanus
inşaa etmek gibi kıymetli bir ESER olmuş..
şairi,yazarı doğru ve özüne su katılmamış kıvamıyla kalıcı olur..
bu bağlamda ve her yönüyle emeği alınteri olan bu eseri kutluyorum.
hayatta dönen her rengin önünden hep böyle ileri gitmenizi diliyorum..
geri kalmış bir dünyada kavga,bölüşememek,gözyaşı,haset,kin tohumları olur çünkü..saygılarımla....