- 853 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TAVUK HIRSIZLARI
Köyleri bilirsiniz, her zaman kentlerden daha çok yaramaz çocuk vardır. Ve her akıllı çocuk da ufak tefek yaramazlıklar yapmış olduğuna göre benim de çocukluğumda kendi çapımda yaramazlıklarım vardı. Haşarılığıyla meşhur Hasan adında bir arkadaşımla beraber dolaşmam sebebiyle yaptığı haylazlıklara genelde şahit ve kısmen ortak olmuşumdur. Mesela cami tuvaletlerine giren ihtiyarları alttaki aralıktan gözetleyip “ Ohovv bu da sarkık taşaklı!” diye bağırarak kapıya sertçe bir tekme atıp kaçardı. Kapı eğer kilitlenmemişse düşünün artık ihtiyar adamın halini. Hele de adamın yaşı alaturka tuvaletlerde dengede durmaya yeterli kuvvette değilse. Burada bana düşen uzakta durup gülme vazifesini yerine getirmemdi. Hasan için dünyanın anlamı eğlenmek ve eğlendirmekti. “ Biz çocuğuz oğlum. Eğlenmek bizim en büyük hakkımız. Bunları yapmasam ben nasıl dayanırım zalim babama! İnsanlar, yaptığım küçük şeyleri çocuklara sevgileri varsa elbette ki unuturlar. Unutmasalar bile ilerde güzel bir hatıra olarak anlatacaklar. Bunu biliyorum, çünkü yaşlıların sohbetlerinde çok oturdum. Çocukluğunda yaramazlıklarıyla meşhur birilerinin maceralarını kahkahalar atarak anlattıklarını gözlerimle gördüm. Benim gibi köye neşe katanlara hatta ödül bile vermeliler.” derdi.
Kuşların daha bol olduğu, kuş avlamanın kısmen doğal karşılandığı doksanlı yılların başlarıydı. Bir gün Hasan’la birlikte sapanlarımızla kuş avlarken ( Çok iyi nişancıydı. Kuşun kafası kopup haram gider, eti yenmez diye nişan alırken “Bismillah” der öyle fırlatırdı taşı) kurnaz bir tavırla “Bunların eti ne ki, hele bu çalı kuşları karnımızın köşesine bile yetmez. Şöyle şişman bir tavuk bulup kessek, valla midemize bayram ettiririz.” dedi. Ben nereye varmaya çalışacağını sezerek “ Ben cüret edemem, hem babam böyle şeyler yaptığımı duyarsa kaburgalarımı kırar.” dedim. O da “Oğlum korkma, her şeyi ben hallederim; sen yeter ki bana gözcülük et.” dedi. “ Dinle şimdi, sizin komşunuz Adile Teyze var ya, onun tavuklarından birini alacağız.” diye ekledi. “Olmaz, yapacaksan başka mahalleden bul şişman tavuğu. Hem kadın dul ve yaşlıdır, yazıktır.” dedim. Ama Hasan, “Diğer mahallelerde adım çıktı, oralar şimdilik tehlikelidir. Hem onun çok tavuğu var, niye yazık olsun ki?” deyip beni ikna etti.
Hasan’ la buluşmak için evden çıkarken kız kardeşimin iki hafta önceki bayramda topladığı şekerleri saydığını gördüm. Yaklaşıp bir avuç alıp hızla kaçtım. Arkamdan sövdüğünü, uzun bir müddet ciyakladığını evden uzaklaşıncaya kadar işittim. Çok geçmeden Hasan’la beraber bizim evin arka tarafına dönmüştük. Komşumuz Adile Teyze’nin tavukları bizim tavuklarla karışık evimizin arka tarafındaki küçük bahçede dolanırlardı. Hasan “Sen gözetle, kimse görmesin; ben her şeyi hallederim. Bak şu Çilli Selim’in yüzü gibi benekli olan tavuğu alacağız.” deyip duvarın üstünden atlayıp tavukların arasına daldı. Pencerelere kimse çıkar mı diye bakarken kalbim küt küt atıyordu. Gıdak gıdak sesleriyle sağa sola kaçışan tavukların arasında Hasan, elindeki uzun sopayı tavuğun kafasına savurunca tavuk semazenler gibi kendi etrafında dönmeye başladı. Ardından Hasan onu kaptığı gibi duvarı hızla aştı. Koşarken az ileride ipe serilmiş olan Adile Teyze’nin elbiseleri gözüne ilişti. Sinsice yaklaşıp yaşlı kadınların giydiği uzun donu ipten çekip tavuğu ona sardı. Ardından suyu neredeyse kurumuş dere yatağına doğru hızla koşmaya başladı. Ben de peşinden. Biz koşarken birisinin yoldan geçmekte olduğunu görünce saklandık. Hacı Hüso, korudan kestiği meşe dallarını eşeğe yüklemiş , kendisi önde eşek arkada yanımızdan geçti. Bizi tam on adım geçmişti ki Hasan “Allah kolaylık versin Hacı amca” dedi. Hacı Hüso bizi görmediği halde havaya elini kaldırıp “Allah razı olsun evladım.” diyerek yoluna devam etti. Hasan, “Bak, şimdi ne yapacağım!” Yerden kurumuş bir diken buldu ve koşup eşeğe yetişti. Eşeğin kuyruğunu kaldırıp dikeni kıçı ile kuyruğunun arasına koydu. Koymasıyla az önce sallana sallana yürüyen eşeğin sıçraması bir oldu. Acıdan kuyruğunu daha çok kasıyor ve ileriye doğru vites değiştiriyordu. Eşek koşarken neredeyse Hacı Hüso ’ yu eziyordu. Hasan ile ben kahkahalarla kaçışırken “ Allah belanı versin, aptal hayvan!” seslerini duyuyorduk. Bir de baktım Hasan mağara taraflarına gidiyor. Bazen geceleyin uzaktan orda yanan ateşler ve dans eden siluetler görünce ödüm kopardı. Söylentilere göre o mağaralar cinlerin mekânıydı ve geceleyin ateş etrafında dans etmek onların âdetiydi. Yanında demirden bir alet yoksa oradan geçenin vay haline. Cinler demirden öyle korkarmış ki asla sana yaklaşmazlarmış. “Ulan oralar cinlidir!’’ dediysem de beni dinlemedi. Büyük bir korkuyla Hasan ‘ın arkasından mağaraya girdim. İçerde isten kapkara olmuş taş ocaklar, kemik parçaları, sigara izmaritleri, bira kutuları ve tuvaletlerdekine benzer pis kokular vardı. Hasan yarı baygın tavuğu çıkarıp “Hadi, bana yardım et de keselim, yoksa bir şişman arkasında iki sıskayı bırakıp ölüp haram olacak . Baksana hiç bu kadar büyük bir tavuk görmemiştim. Tıpkı Adile Teyze’ye benziyor.” dedi. Ben tavuğun ayaklarından tutunca Hasan’a “Bana gösterdiğin tavuğu yakaladın değil mi?” diye sordum. Hasan “Ne kadar eşek kafalısın, senin önünde yakaladım ya salak!” diyerek kızdı. Neyse, Hasan tavuğu kesip tüylerini yoldu. Tavuğun iki kanadından tutarak Adile Teyze’nin o paytak yürüyüşünü taklit etti. O kadar komik konuşturuyordu ki! “Evladım kurban olayım, benim donumu gördünüz mü? Hacı Hüso beni istemeye gelecek ama donumu kaybettim! Nasıl çıkarım karşısına! Bir şey derse bende ona senin eşeğin de diken sıçıyor derim.” Gülmemiz geçince çevreden çalı çırpı toplayıp tavuğu temizleyip bir çubuğa geçirdik. Hasan cebinden bir gazlı çakmak, biraz tütün ve tütün kâğıdı çıkardı, ateşi Adile Teyze’nin donuyla tutuşturdu. “ Oğlum, bunları nereden buldun?” diye sordum tütünü işaret ederek. “Zalim babamdan aşırdım, öyle bakma bu hırsızlık sayılmaz, yaşlanırsa ona bakarım belki.” dedi. İki tane sardı, beraber içtik. “Keşke yanımızda pepsi olsaydı, o zaman tam bir ziyafet olurdu!” dedim. Hasan “Tadı nasıldır, hiç içtin mi ki?” diye ağzı açık kalmış cevap bekliyordu. Ben de gururla “Evet oğlum, bir kere içtim. Beni akrep soktuğu için ilçeye götürmüşlerdi. Orada bana pepsi aldılar. Nasıl tarif edeyim, karbonatlı ve şekerli gibi ama tarif edilemez çok güzel bir tadı var.” dedim. “Ne şanslısın oğlum, keşke senin yerinde olsaydım!” dedi. Tavuğu kemikleri tam sıyırmadan yediğimiz halde bitiremedik. Hasan, “ Sevaptır.” diyerek kalanını oradaki yavru köpeklere attı. Akşam ezanından önce evlerimize döndük. Ben hemen ellerimi, yüzümü avludaki ibrikle yıkadım ve hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi ıslık çalarak içeri girdim.
Tam oturmuştum ki kız kardeşim elinde benim ayakkabımla içeri girdi. “Baba bak, yeni aldığın bayramlık ayakkabılarını nasıl çamurla kirletmiş!” Babam ilk önce önemsemediği ayakkabılara dikkatle baktıktan sonra “Yaklaş bakalım kızım, bunların üstünde kan mı var? Allah Allah, bir de çamura yapışmış tüyler var!” Bana doğru sert bir şekilde baktı. Yüzüm korkudan sapsarı kesildi. Oğlum, gel bakalım, sana ne göstereceğim?” deyip avluya götürdü. Altı sarı civciv bir o tavuğun bir bu tavuğun peşine takılıyorlar, ama takıldıkları her tavuk onları kovuyordu. “Bizim anaç tavuk kayboldu, sabahtan beri onu bulamadık. Ama senin haberin var gibi geldi bana!” dedi. Şaşkın ve yüzümden kan çekilmişçesine korkuyla “Baba ben ne bileyim! Belki etrafta dolaşıyordur ya da sahipsiz köpekler yemiştir!” deyince babam “Saçmalama lan, bana doğruyu söyle!” derken alnındaki kabarmış damarları görünce “Hasan yaptı.” deyip her şeyi anlattım. “ Hırsız kendi bekçimiz çıktı.” dedi ve kemerini çıkardı. “Baba ne yapacaksın? Vallaha bir daha yapmam baba!” diye böğürmem beni dayaktan kurtarmadı. O gün hırsızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu öğrendim. Meğer aptal Hasan, Adile Teyze’nin tavuğu diye o karışıklıkta ona benzeyen bizim anaç tavuğu yakalamış. Adile Teyze’nin donunu saymazsak olan bizim zavallı civcivlere olmuştu.
İki gün sonra Hasan’ı dışarıda gördüm. Her zamanki gibi neşeliydi. Kendi ellerime baktım, o iki kızıl çizgi silinmişti. Hasan’a babasının ona kızıp kızmadığını sordum. Sırtındaki kabuklaşmış çizgileri bana gösterip “Valla ilk defa yaptığım bir şeyden bu kadar pişman oluyorum. Dayak benim dördüncü öğünümdür bilirsin, ama civcivlerinize üzüldüm.” dedi. Ben de üstüne fazla gitmedim. Evler arasında kalıp ışığın ve sıcağın giremediği dar sokak aralarında misket oynamaya dalmıştık ki yanımızdan geçen çalı yüklü eşeği sonradan fark ettik. Zavallı eşek yaşlı bir adam gibi sallanıyordu. Hasan “Bak, seni şimdi nasıl güldüreceğim.” deyip kuru bir diken aldı. “Hasan yapma, Hacı Hüso görürse..” dedim ama o,“ Korkma, ortalıkta görünmüyor! Sanki eşek yolu bilmiyormuş gibi her zaman eşeğin önünde yürür o, çoktan gitmiştir.” deyip eşeğe yetişti, kuyruğunu kaldırdı. “Ulan, melunun oğlu!” diyerek Hacı Hüso aniden arkamızda belirmez mi? İkimizi kulaklarımızdan yakalayıp “Demek sizdiniz, (Hasan’a) seni tanıdım, sen Aksak İbrahim’in oğlusun.(Bana dönerek) Sen kimin oğlusun bakayım ?” diye sordu. Sarı bir yüzden çıkan sarı kelimelerle “Amca valla ben bir şey yapmadım!” dedim. “Bilmez miyim, bilmez miyim!” dedi.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Her köylü çocuğu yaramaz olmaz, bazısı sakin olur.Ben öyle şeyler yapmadım ama arkadaşlarım anlattığın şeylere yakın işlere bulaştılar. Sadece bir kere üzüm çalmaya gitmiştik, o akşam da bizim köpek bize rahat vermedi. Üzüm bağı hemen evin dibindeydi. Köpek gürültü çıkararak yanımıza geldi. Bizimle oynamaya başladı. Ne yaptıysam uzaklaşmadı. Kimse fark etmesin diye biz de hemen üzüm bağından çıktım. Üstelik lastik ayakkabım da kaybolmuştu köpekle boğuşurken...
Güzel bir hikayeydi. Geçmiş günleri hatırladım.
Yahya Oğuz
Çok güzel aktarılmış hikaye.
Hele bu eşeğe diken atma hadisesine gerçekten çok güldüm.
Anıların,
çocuklukta yaşanan güzel günlerin,
bu sayede ölümsüzleştirilmesi çok güzel.