- 476 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çocuklara Kıssalar-2
Elif ile Emir, Keloğlan çizgi filmini heyecanla seyrettiler. Keloğlan ve arkadaşları bir plan hazırlayarak Kara Vezir ve Cadı’nın Bilge Can dededen çaldıkları sihirli şişeyi almayı başarmışlardı. Şüphesiz Huysuz ve Uzun’un yardımları da yadsınamazdı. Uzun bir tencere yaprak sarmasını hak etmişti artık. Artık yatma vaktiydi. Dişlerini fırçalayıp yataklarına girdiler ve babasından bir masal anlatmasını istediler. Babaları da onlara Nur Çocuğun masalını anlattı. Haydi çocuklar sizlerde dişlerinizi fırçalayıp doğru yataklarınıza. İşte masal başlıyor…
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zaman zaman içinde…
Kızgın çöller ortasında volkanik bir vadide Mekke diye bir şehir varmış. Hem yetim hem öksüz nur çocuk Muhammed dedesiyle birlikte bu şehirde yaşarmış. Dedesi Muhammed’i çok sever onu biran olsun yanından ayırmaz o olmadan sofrada yemek yemezmiş. Dedesi ondaki üstün özellikleri görür ve “benim oğlum bir gün çok büyük adam olacak” dermiş. Elinden tutup sakallı sakallı dedelerin sohbet meclislerine götürür, bir konu hakkında tartışırken herkes fikrini beyan eder. Dedesi tüm bu tartışmaları büyük bir ciddiyetle dinledikten sonra “e söyle bakalım Muhammed bu konu hakkında sen ne düşünüyorsun?” diye sorar, O da; “şimdi muhterem dedeciğim şöyle ki” diyerek fikrini açık sarih beyan eder, kerli ferli amcalar, sakallı sakallı dedeler açıklamaları ağızları bir karış açık dinler. En son dedesi evet ben de aynen torumun gibi düşünüyorum dermiş.
Dedesi Kabe’nin gölgesine şiltesini yayıp ibadet eder, dinlenirmiş. Böyle anlarda kimse onun yanına gitmeye cesaret edemezmiş ancak Nur çocuk Muhammed ki koşarak Kabe’ye girer, hemen dedesinin omuzlarına çıkar, sırtına biner ve oyunlar oynarmış.
Arkadaşları Muhammed’i çok severler ok atma, güreş, yüzme gibi müsabakalarda hepsi de onun takımında olmak için can atarlarmış.
Kabile reislerinin çocukları fakir çocukları hep dövermiş. Burada köle çocukları saymıyorum bile. Onlar itilen, ezilen, sövülen, dövülen şamar oğlanıymış zaten. Ancak Nur çocuk Muhammed bu gurur kibir dolu çocukların karşısına dikilerek gariban çocukları korur ve üstünlük ne mal ne mülk ile ne mansıp da ne makam ile ancak kalbini göstererek burada, takva ve doğrulukta dermiş.
Çocuklar oyun sırasındaki ihtilaflarda hep onu hakem seçerlermiş. Çünkü en adil kararı o verir kimse onun kararına itiraz edemez herkes hakkın yerini bulduğuna inanarak karara razı olur ve oyun kaldığı yerden yeniden başlarmış.
Bir gün büyük bir kuraklık olmuş. Dağdaki yabani hayvanlar bile şehirdeki su kuyularına hücum etmiş, ancak zemzem kuyusu hariç tüm kuyular kurumuş. Zemzem de insanların günlük ihtiyaçlarını karşılamada yetersizmiş.
Örf ve adetler gereğince insanlar yanlarına masum düşündükleri çocukları, koyun deve sürülerini alıp tepelere yağmur duasına çıkmışlar. Ellerini semaya kaldırıp Kabede dikili putlar olan; Hübel adına, Lat, Menat, Uzza kızları adına yalvarmışlar ancak sonsuz gökyüzünde kızgın güneş aynı sonsuzluk içinde parlıyor, yakıyor, yıkıyor, kavuruyor ve buluttan tek bir iz bile görünmüyormuş.
Dedesi küçük Muhammed’in elinden tutarak sivri bir tepeye götürmüş. Ellerini semaya kaldırmış, boynunu bükmüş: “yarabbi şu masum çocuk benim yetimim ve öksüzümdür. Onun temiz, pak siması aşkına, doğruluğu, dürüstlüğü aşkına öyle bir doğruluk ki şimdiye kadar ne bir kusurunu gördüm ne de bir yalanını duydum yağmur yarabbi” demiş ve daha elerini yere indirmeden nereden geldilerse simsiyah bulutlar gökyüzünü kaplamış. Gök gürlemiş, yıldırımlar çakmış ver yağmur sağnak sağnak çöle ve Mekke şehrine yağmış. Kuyular ağzına kadar dolmuş hatta vadilerden gelen seller Kabe’yi sular altında bırakmış ama kimse bunu umursamamış. İnsanların yüzü gülüyor, suya kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorlarmış.
Tarım ve ziraatın yapılmadığı, kısa otların dahi bitmediği Mekke şehrinin en büyük gelir kaynağı ticaretmiş. Ticaretten büyük paralar kazanırlar ve her sene panayır, şenlik düzenlenirmiş. Kervanlarla uzak diyarlardan akın akın insanlar gelirmiş bu panayırlara.
Bu panayırlarda uçurtma yarışmaları yapılırmış. Kimse Muhammed kadar ustaca uçurtma uçuramaz birincilikleri hep o kazanırmış. Çünkü onun uçurtmasını dedesi yaparmış. Dedesi şenliklere bir hafta kala pazara gider pazardan kamış, çıta, sicim ve kağıt alır. Günlerce uğraşır; kamışları yontar, makarayı hazırlar, kâğıtları keser, en küçük çöl esintisinde bile kolayca yükselip alçalan pike yapan, uçurtmayı torununa yetiştirirmiş. Kötü, haylaz çocuklar onun bu başarısını kıskanmışlar ve onun uçurtma ipini kesmek istemişler. Zamk ve cam tozlarının bulunduğu kaba uçurtma sicimlerini batırmışlar. Böylelikle uçurtmanın ip keskin hale gelecek ve hızlı bir çekmeyle diğer uçurtmaların ipini kesecekti, ancak Muhammed yine uçurtma uçurmadaki marifet ve hünerini sergileyerek onların bu oyunlarını boşa çıkarmış. Yarışmada dereceye girenlere ödül olarak uçurtma Tanrısı kabul edilen bronzdan heykelcikler verilir, Muhammed ise bu hediyeyi kabul etmez ve benim bu taştan, tahtadan heykelciklerle işim olmaz dermiş.
Bir gün vadide koyun otlatırken yanına beyazlar içinde iki yabancı gelmiş. Yol sorma bahanesiyle Muhammed’e yaklaşmışlar. Nur çocuk Muhammed kalbindeki iyi niyet duygusuyla tam yolu tarif ediyormuş ki onu yakalayıp yere yatırmışlar. Bir cerrah gibi göğsünü açmışlar, kalbini dışarıya çıkarmışlar. Yanında getirdikleri içi karla dolu altın leğende kalbini yarıp bir güzel yıkayıp yerine koymuşlar ve bir anda ortadan kaybolmuşlar.
“korkmamış mı baba?” dediler.
Allahın izniyle hiç korkmamış, çünkü Allah onun göğsünü arıtmak, genişletmek ve ferahlatmak istiyormuş. Çünkü Allah onu ileriki zamanlar için şimdiden hazırlamak istiyormuş ve o iki yabancı insan kılığına girmiş görevli melekmiş.
O günden sonra Muhammed’in başı üzerinde alçak küçük bir bulut vazifeli asker gibi bekliyor ve onu yakıcı güneş ışığından koruyormuş. Ne zaman bir hurma ağacının önünden geçse ağaç itaatkar bir hizmetçi gibi yerlere kadar eğiliyor “selam sana ey Allah’ın Rasûlu” dermiş.
“Rasûl ne demek baba” dediler
Rasûl, Allah elçisi peygamber demektir. Yeni bir kitap yeni bir şeriat ve düzen getirendir. Allah’ın emirlerini insanlara ulaştırandır, çünkü Nur Çocuk Muhammed ilerde büyük bir peygamber olacak ve insanlığı karanlıktan aydınlığa, cehaletten ilme, dalalet ve sapıklıktan hidayete götürecekmiş.
Bunu ilk bilge bir Rahip söylemiş. Nur çocuk Muhammed on iki yaşına bastığında amcasının yanında ticaret kervanıyla Suriye gidiyormuş. Kervan vahalık bir yerde mola vermiş. Mola yerine yakın bir Manastırda Bahira adında ihtiyar bir rahip yaşarmış. Bahira büyük bir sofra hazırlatarak kervandakileri yemeğe davet etmiş. Onlar yemeklerini yerken Rahip Bahira tek tek insanların yüzüne bakıyor bir işaret, nur bir emare arıyor ama bulamıyormuş. Sonra sormuş; “aranızda ziyafete katılmayan birisi var mı?” Hepsi birbirine bakarak; ”Evet” demişler. “Bir çocuğu develere göz kulak olması için bırakmıştık.” “bana onu çağırın” demiş Bahira. Az sonra Muhammed’de davete katılmış. Bahira eski kaynakları okuyabildiğinden onun hal ve hareketlerinden; duruşundan, bakışından ve çehresinden ileride peygamber olacağını anlamış hatta gömleğini sıyırıp iki kürek kemiği arasındaki nübüvvet mührünü görünce tüm şüpheleri yok olmuş ve amcasına demiş ki; “Mallarınızı burada satarak geri memleketinize dönün, eğer Suriye’ye giderseniz benim bildiklerimi bilen Yahudiler çocuğa zarar verebilir.”
Amcası buna çok şaşırmış ve demiş ki;
“böyle masum ve kimsesiz bir çocuğa neden zarar vermek isterler ki, bunu anlayamadım.”
Bahira demiş ki;
“bizler kitaplarda gördüğümüz ve ihtiyar bilgelerden öğrendiğimize göre pek yakın bir gelecekte peygamber gelecek. Bu öyle bir peygamber olacak ki tüm mevcudat ve kainat onun mübarek yüzü, suyu hürmetine yaratıldı. Tüm peygamberler onun ümmetinden olmak için yüce yaratıca yalvarmışlar. Ah keşke o günleri görebilsem ve ona yardım edebilseydim. İşte ben şu yetimde pek büyük emareler görüyorum. İstikbalin en büyüğüne namzet olan zat işte bu çocuk olsa gerektir.”
Bahira sessiz sessiz ağlamış, gözyaşları göğsüne kadar uzanan beyaz sakalarına doğru akmış.
Nihayet amcası ikna olmuş. Rahip Bahira’nın nasihatini tutarak malları orada satmış ve geriye dönmüş.
Ve beklenen an gelmiş. İşte o an… O an öyle bir an ki dünya yaratılalı tüm mevcudat sabırsızlıkla bu anı bekliyormuş. Bir gece… Gökyüzü duru, berrak ve açık. Yıldızlar tebessüm ederek parlıyor. Uçsuz bucaksız çölde tatlı bir esinti var.
Nur çocuk büyümüş ve şimdi bir mağarada gözleri kapalı, mübarek başı göğsüne yapışık tefekkür ediyor. Düşünüyor; zamanı, ebediyeti, ölümü, varlığı, yokluğu. Düşünüyor; kendine dahi faydası olmayan putları, putlar önünde yalvaran insanları, onlar adına adanan adakları. Düşünüyor diri diri toprağa gömülen kız çocuklarını. Düşünüyor; adaletsizliği, zulmü, faizi, rüşveti, kan davalarını, tartıda hileyi ve bunlara birinin dur demesi gerektiğine inanıyor.
Aniden gök kapıları açılmış gök sakinlerinden görevli bir melek süzülerek aşağıya inmiş ve kanatlarıyla Muhammedi kucaklayarak ona “oku” demiş. Muhammed Ürpermiş, korkmuş, telaşlanmış. Melek tekrar sıkarak “oku” demiş. Ben okuma bilmem demiş güçlükle.
“Okuma bilmiyor muymuş baba?”
Hem yetim hem öksüz hem dedesini kaybetmiş hem de eskiden okul yokmuş. Nasıl öğrensin zaten o dönemde az insan okuma yazma bilmiyormuş.
Melek ona tekrar “oku” demiş.
“peki neyi okuyacakmış baba?” dediler
O da aynen öyle demiş.
"neyi okuyayım?"
Ve melek ona okuyacağı sözleri tane tane söylemiş. Bu sözler hemen Muhammed’in kalbi üzerine yazılmış: “İkra-oku Yaradan Rabbinin adıyla, o insanı bir damla pıhtılaşmış kandan yarattı. İkra-oku Rabbin çok büyük kerem sahibidir. İnsana bilmediklerini belleten ve kalemle yazı yazmasını öğretendir.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.