- 870 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'ne çok benziyoruz birbirimize'
’Eğer mutlu değilsen, bütün gülümseyen insanlar sana mutlu gözükür. Onları kıskanırsın. Paran yoksa tüm marketler sana düşmandır, seni hırsız gözüyle görebileceklerini düşünüp, korkarsın marketlerin önünden geçmeye. Sevgini yitirmeye başladığında, tüm sevgiler ucuz ip misali gözünde kıymetini yitirir. Eğer haksız isen bir konuda, haklı olduğun diğer konularda yürüttüğün mücadeleyi haksız olduğun mücadele de gösterdiğin tavırla ortaya koyarsın. Eğer gerekiyorsa, anlatırsın. İmkanın varsa yazıp, içini dökersin. Ama umudun yoksa; mesela insanlar artık kıyametin o derin çığlığının sesini uzakta zannetme yanılgısına düşmüşlerse, elinden gelen sus pus olup, bilge bir ihtiyar gibi çürüyüşünü her gün acı acı takip etmekten başka bir şey değildir. Eğer ki hala inanıyorsan, elbette bir şeyleri değiştirme imkanın olmasa da, kendini değiştirir ve haklıların yanında kendine yer açabilirsin. Bu yüzden Tim haklıydı; insan ne kadar çok öykü anlatırsa, o denli ölümsüzleşiyor. Başkası umurunda dahi olmadan...’
Yeliz’le telefonda çok kötü tartışmış, dört yıllık sevgililik sürecinin neredeyse sonuna gelmiştik. O farklı telden çalıyordu. Aslında baştan beri hep ayrı telden çalıyordu. Bir gün her şeyin daha iyi olacağını, belki de benim fikirlerime saygı duyabileceğini umuyordum. Ailesi ne diyorsa, onu da bana diretiyordu. Bu umudum son telefon konuşmamızla tamamen bitmişti. Artık ondan ayrılma sürecine girmiştim. O belki bunun farkında değildi, hala deliler gibi birbirimizi sevdiğimizi düşünüyor olabilirdi. Bilmem, belki de onu yeteri kadar sevmemiş de olabilirdim. Her ne olursa olsun, Yeliz’e bu ilişkiyi bitireceğimi söylemeliydim. Büyük olasılıkla o benden özür bekliyordu. En sevdiğim gün, haftanın ikinci günü böyle başlamıştı.
Müdür Bey yanımıza gelmişti. Öğleden sonra saat iki buçukta hazır olmamızı, çocuk esirgeme kurumuna gideceğimiz söylemişti. Çalışanlar olarak şaşkınlığımız kısa sürtmüştü. Özellikle vergi borçlarını silme konusunda çocuk esirgeme gibi yardım kuruluşlarına yardım etmek bazı iş yerlerinin işine geliyordu. Aslında iş yerlerinin muhasebe hesaplarına iyi gelen şey, daha çok çocuklara yardım olarak gittiği için de içten içe seviniyordum. Benim kişisel olarak bir yardımım yoktu. Taraftarı olduğu takımın maçlarını radyodan takip eden bir taraftar bilinci vardı üzerime. Uzaktan uzağa seviyor, elimi taşın altına koymuyordum. Aslında yardım edebilirdim. Her ay maaşımdan belli bir miktar araba alabilmek için ayırıyordum. O paranın bir kısmından şahsi bir yardımda bulunabilseydim, gönlümde ferahlayabilirdi.
Komik gelse de, çalışanlar olarak okul servisine binmiş, çocuk esirgeme kurumunun yolunu tutmuştuk. Müdür Bey cimrilik yapmasaydı eğer, taksiye atlayıp da gidebilirdik ama böylesi onun da işine geliyordu. Okul servis şoförlüğü yapan adamsa, komşusu Bedrettin Bey olduğunu, yolda giderken, öndeki ikili koltukta rahatça oturan müdür bey söylemişti. Pencereye başımı yaslamış, ters şeritten gelen arabalara bakıyordum. Bir gün benim de arabam olacaktı. Arabam olduğu zaman hiçbir şey değişmeyecekti ama en azından canım sıkıldığında, kafam attığında gaza basıp uzak yerlere gidebilirdim. Uzak yerler! Niyeyse güzel yerler ve şeyler hep uzak yerlerde bulunur. İşte o uzak yerlerden birine giderdim her hafta sonu. Belki Yeliz’le de barışabilirdim. Aslında küs değildik. Tartışmıştık. Yolda minibüsle ilerlerken aklıma onunla beraber geçirdiğimiz zamanların kısa bir slayt gösterimi gözlerimin önünden geçiyordu. Onunla beraber çok hayal kurduğumuz için aslında olmayan şeyler de yaşanmış gibi slaydın arasına karışıyordu ama bir şey vardı ki yaşanmış, asla unutamıyordum. Eski bir 303’e atlayıp, bir otobüs dolusu eş dost akrabasıyla beraber gittiğimiz pikniği hatırladıkça gözlerim doluyor. Şelaleye pikniğe gitmiştik. Anne babasıyla muhabbeti orada koyulaştırmış, dayısı, amcası, yengeleri, kuzenleri derken bir taraftan bunalmanın doruk noktasına çıkmışken, diğer taraftan ikimizin kısa da olsa yalnız başımıza yürüyüşe çıkmamızı dört gözle bekliyordum. O fırsatı bulduğum zaman da, şımarık kuzenlerinden biri ‘ben de gelecem’ diye tutturmaya başlamıştı. Resmen delirmiş, eğer insanların görüş mesafesi dışında olsaydım çocuğa tokadı aksettirecektim. Neyse ki Yeliz başarılı bir savma işlemi gerçekleştirmiş ve ikimizin baş başa kalacağı dakikalara doğru adım atıyorduk. Yürüdükçe yalnızca tabiatı izliyor ve hayvanların çıkardığı sesleri dinliyorduk. Şelaleye yaklaştıkça da su sesi geliyor, kendimizi daha rahatlamış hissediyorduk. Ben rahatlıyordum. Onun rahatladığına ise derin derin nefes alıp, gözlerini kısıp, ‘oh ya’ diye tekrarlarından anlıyordum. Ellerini iki yana salmış, dizlerinin az aşağısına kadar uzanan basma eteği yeşillikle uyum içerisindeydi. Pespembe kısa kollu penyesine pek bakmak istemiyordum. İster istemez gözüm göğüslerine kayıyordu. Bir şey yapacağımdan değildi ama yine de erkek olduğumu defalarca kendime tembih ediyordum. Saçma değil mi? Bir erkek kendine ‘erkesin, dikkat et’ diye tembih edebilir mi? Sevişmek zevkli bir şey elbette, ayrıca mutlulukla da ve sevgiyle de alakası var. Bunların dışında seviştikten sonra işler tersine dönünce, iki gün önce ‘sevgilim’ diye seslendiği birine insan, düşman gözüyle bakabilecek seviyeye dahi gelebilir. Bir yandan dejenere olmuş, yozlaşmış ahlak felsefesi yaparken, diğer yandan gözüm Yeliz’in ayak parmaklarına takılmıştı. Sahi, nasıl da düzgün ayağı ve parmakları vardı. Yalnızca sol ayağının dördüncü parmağındaki tırnakta hafif bir siyahlık vardı. Üzerine bir şey düşmüş olmalıydı. Ah canım! Böyle güzel ayaklar ve böyle çekici bir fizik her şeyden önce insanın kendine: ‘erkesin, kendine hâkim ol’ diyesi geliyordu. İşte o gün biraz ileri gitmiştik şelale yakınında ve suyun gürül gürül aktığı, ağaçların doğal klima var ettiği bir yeşilliğin arasında bir süre öpüşmüştük. İyi ki de kendime ‘erkeksin, dikkat et’ telkinleri yapmıştım. Daha ileri de gidebilirdik. Neyse ki Yeliz de aşırıya kaçmamanın mantıklı olduğunu dile getirebilecek biriydi. Yine de birbirimizden uzaklaşmamış, başını omzumla göğsümün sol meme ucuna denk gelen yeri arasına dayamıştı. Kürek kemiğine burnumu sürtüyor, ara sıra da kemiğin keskinleşen ve dışarı doğru kendini belli eden ilk kısmından öpüyordum. Kuzenlerinden biri dayanamamış, bizi takip etmişti. Neyse ki bizden çok geç bizim arkamızdan gelmişti. Yoksa yaşına müsavi olmayan sahnelere şahit olabilir ve elinde gizli bir koz varmışçasına bize karşı bu sırrımızı kullanmak isteyebilirdi. Elbette Yeliz için tatlı, küçük bir kaçamaktı bu. Askerliğimi yapıp, döndükten sonra evlenelim diye diretiyordu. Hiç istemesem de onun yanında küfrediyordum:’ Sikerim askerini de komutanını da! İ s t e m i y o r u m, anlıyorsun değil mi canım? Şerefsizler paşa gönüllerince rahatça yaşayacak, biz gidip onların ayak işlerini mi yapacağız? Peygamber ocağı filan fasa fiso! Eskidenmiş o. Şimdi herkes menfaatçi, Sigara almak için dahi devletin kendisine askeri işler için tahsis ettiği jipi kullanan şerefsizlerden bir şey beklemiyorum zaten.’ Her ne kadar Yeliz modern bir insan olsa da, ailesinin bağnazca baskıları yüzünden evlenme işimiz her ay erteleniyordu. Nisan kararlaştığımız evlilik günümüz, Eylül olunca birden iki sene birden uzayabilirdi. Aslında telefonda tartışma sebeplerimizden biri de buydu. ‘Ben de evlenmemizi istiyorum canım ama biliyorsun, bizimkiler illa ki askerliğini yapıp da gelsin diyorlar. Otuz yaşına gelmiş, hala askerlik yapmamış adam. Böyle şey mi olur? O nasıl ev idare eder filan diyorlar…’ dediği an benim şalter atmıştı. ‘Nasıl, ne diyorsun sen ya Yeliz?’ demiştim. ‘Ben on üç senedir tek yaşıyorum. Kendi imkanlarımla ayaklarım üzerinde durmaya çabalıyorum ve evlenirken ihtiyaçlarımıza yetecek kadar belli bir birikim dahi yapmışken, askerlik yapmadan ev geçindiremez mantığı nedir ya! Bu ne aptallık kızım? Dalga mı geçiyor ailen benimle? …’
Minibüstekiler tek tek inmeye başlamışlardı. Tekli koltukta, başını cama yaslamış şekilde geleceğimiz yere kadar yine aynı şeyleri düşünüp durdum. Tabi ki bu Yeliz’den başkası değildi. Yeliz gerçekten de evlenecek bir kızdı. Her ne kadar rahat tavırları olsa da, giyim kuşamında free takılmayı seçse de, eşine sadık, güvenebilir biriydi. Dört sene boyunca ondan güven konularında tek yanlış bir hareket görmediğim için mutluydum. Bir diğer yandan bağnaz, tutucu ailesinin saçma istekleri karşısındaysa delirecek seviyeye geliyordum. Çocuk esirgeme kurumunun kapı bekçisi önümde ilerleyen genç ve güzel stajyere gözünü dikmiş, stajyer onun önünden geçtikten sonra arkadan pantolonunda kalçalarının nasıl bir şekle büründüğünü merak ediyordu. Bir süredir görmek için can attığı şeyi görüyordum ama hiç dikkatimi çekmiyordu. Binaya girişte bizim iş yerinin müdürüyle, çocuk esirgeme kurumunun müdürü sıcak bir tokalaşma faslından sonra içeri davet edilmiştik. Tek tek bizi binada gezdireceklerdi. Buna dayanamayacağımı bildiğimden bir bahane bulup, arkadaşların yanından ayrılıp bahçeye çıktım. Birkaç çocuk dışarıda oynuyordu. Uzun altı tane kavak ağacının gölgelediği küçük toprak saha, az daha ileride biraz daha büyük yeşil bir alana açılıyordu. Gözlerim kavak ağaçlarındaydı. Her ne kadar çınara aşık olsam da, kavağın bende yeri ayrıydı. Çünkü çocukken kimseye dökemediğim şeyleri tanrıyla paylaşmak için boyumdan onlarca kat yüksek kavak ağaçlarının yanına gider, tanrının o kavak ağaçlarının birinin üzerinde olduğunu düşünürdüm. Canım sıkılmıştı. Çünkü duygulanmıştım. Elimi cebime attığımda çıkan ilk şey çakmağımdı. Çakmak işini hallettikten sonra diğer cebimdeki paketi çıkardım. Bir sigara içip, en azından biraz da olsa kendime gelebilirdim. Sigarayı yakmış, iki nefes çekmiştim ki bir ses içime işlercesine arkamdan geliyordu:’ Sigara sağlığa zarar değil mi? Neden sigara içiyorsunuz?’ Arkamı yavaşça dönüp baktığımda, dünyalar tatlısı, saçları iki yana örülmüş, gözleri mahzun ama parıldayan bir kızla karşılaştım. Küçük bir kızdı. Henüz altı yedi yaşlarında ama dünyalar tatlısı bir kızdı. Dalgınlığıma gelmiş, küçük kıza ‘ne işin var burada canım’ diye gereksiz bir soru yöneltmiştim. ‘Ben burada kalıyorum, asıl siz niye buradasınız’ diye tatlı tatlı karşılık verince, dayanamayıp sigarayı demir çöp tenekesinin olduğu bölgeye doğru fırlattım. Gülümseyince o da gülümsedi. ‘Adın ne senin şeker şey?’ diye sordum. Tatlı tatlı ‘Melisa’ diye cevap verdi. O güzel yanaklarından tutup, öpmek istiyordum. O kadar tatlı bir şeydi ki! Ayrıca yaşına göre son derece güzel konuşuyordu. Bakışlarında da çocuksu bir izin yanı sıra kimsesiz bir duruşu vardı.
‘Sigara içmek sana çok zarar verir’ dedi ve o tatlı bakışı, yüzü gibi tatlı birkaç koşarak adım attıktan sonra arkadaşlarının yanına gitti. Acı bir an için iliklerimden süzülüp, tüm vücuduma yayılıyordu. Annesiz miydi, yoksa babasız? Her ikisi de yaşıyor olabilirdi ya da her ikisi de dünyada olmayabilirdi. Her ne olursa olsun, onun gibi günahsız armağanları tanrı yaratıyordu. Arkadaşlar yurdu gezdikten sonra bahçeye çıktıklarında, beni birkaç çocukla oyun oynuyor olarak buldular. Müdür bey sinirliydi. Bakışlarında bir ‘yazıklar olsun’ duruşu vardı. Diğerleriyse benim durumumdan nemalanıp, gülecek bir şeyler bulmuşlardı. Ne Yeliz’le olan gerilimim ne de başka bir şey!
Düşünmek hiçbir zaman bana iyi gelmediğini bilmeme rağmen, daha çok Melisa olmak üzere, onu ve onun gibi olan çocukları düşündüm. Sevgisiz büyüyen, hemen hemen her konuda itaate zorlanan ve bu baskıcı düzen içerisinde taammüden kayıpları umursanmayan insanların varlığı gerçekten acı veren bir şeydi. Bir gün büyüyüp, alımlı, güzel bir bayan olduğunda Melisa, hayat onu daha fazla yoracak ve gerçek acıyla çırılçıplak karşıya kalacaktı. Yanımızda oynayan diğerleri içinde geçerli tabi bunlar. Semih, Ayça, İpek, Necati, Kezban, Meltem, Lokman, Uygur, Ozan, Tuğçe ve diğerleri… herhangi bir çocuğun ölümü, insanlığın ölümüyle paralel olduğu bir alemde insanların küçümsenip kandırıldığı ve umut yetimi hale dönüştürüldüğü hayal çöplüklerinde artık kimsenin kaldıramayacağı güzel ütopyalar duruyordu. Belki de onlar ütopya değildi. Yalnızca basit, olması gerektiğinde olmaması daha zor olan isteklerdi. Çocukluğu haram edilmiş, yığınla at misali yalnızca yüklenen bilgilerin efendiliği altında koşup, dizlerini kanatmaktan aciz elektronik alet bağımlısı çocukların var edildiği yeni yüzyılın mimarları olan bizlere, tanrının sert bir tokat aksetmesi gerekliliğine Melisa’nın tuvaleti gelip de, içeri koştuğu anda yaktığım sigarayla inanıyordum.
İnsanlar yaşıyorken hep bir başka insanla beraber yapabileceği basit şeylerden ötürü heyecanlanırlar. Melisa’ya söz verdiğim zaman, boynuma sarılıp, ‘sizi çok sevdim, çok iyi bir insansınız’ demesi karşısında birkaç gözyaşı dökmenin önüne geçemedim. Hafta içi bir gün annemi yurda getirecektim. Kimsesiz çocuk koruma programı kapsamında, annemle beraber kimlik bilgilerimizi paylaşıp, küçük bir araştırmadan geçirilecektik. Melisa her hafta sonu bizimle beraber olabilecekti böylece ve renksiz, amaçsız dünyama güzel bir çocuğun bakışları, heyecanı eşlik edecekti. Bana ‘baba’ demek istediğini seziyordum. Bana baba diyecek, anneme babaanne diyecekti. Aslında bana adımla dahi seslense olabilirdi. Onu sevindirmek, onun eksik kalmış duygularına merhem sürüyormuş gibi de gelse, bir karşılık beklemeden, yalnızca o tatlı gülüşüne ve konuşmasına ortak olmak için ona abilikte, babalıkta yapabilirdim.
Geç olmuştu. Yeliz birkaç defa aramıştı ancak telefona cevap vermemiştim. Telefon avuçlarımın arasındaydı. Bir yandan alabileceğim sağlam ama ucuz birkaç model üzerinde düşünürken, bir yandan annemin koruyucu aile fikrine herhangi bir şerh dahi koymadan kabul etmesi sonucu mutlu hissediyordum. Yeliz’e bunu söyleyebilir miydim, nasıl bir çıkışı olurdu ve gerçekten sevinir miydi ya da tam tersi daha kötü tersler miydi beni, pek umursamıyordum açıkçası. Önce bana saygı duymasını bekliyordum. Mesaj sesine irkilmiştim. Bir tatil beldesinden beş gün dört gecelik tatil paketine ait mesajdı. Çocukların çabuk yaşlandığı bir dünyada tatil denen meretin eğer bir otele kapanmaksa, yalnızca otel sahiplerinin cebini doldurmaya yarayan bir aygıt olabileceğine çoktan karar kılmıştım. Kafamı dinleyebileceğim, insanların arasına çıkmadan önce deşarj olabileceğim evin en karanlık ve sessiz odasında birkaç gün zaman geçirme bile benim için en hoş tatillerden biri olurdu. Yeliz aramaktan vazgeçmişe benziyordu. Annelerinin sıçarak doğurduğu kötü insanların dünyayı iyice yaşanmaz hale getirdiği bir dönemde, iyi insanların çaresizlik bataklığına saplandığına acı acı fark edip, yağmayan yağmurun bir gün şehri baştan sona ıslatırken bizim yüreklerimize kadar işleyip, bizleri de yıkayabileceğini ummak garip bir histi doğrusu. Sabah olunca Yeliz’i arayacaktım. Her ne kadar ailesinin sözüyle hareket etse de, onu çok seviyordum. Eminim Melisa’yı o da çok sevecekti. Hatta hayal dahi kuruyor, beraber sinemaya, lunaparka gidebileceğimiz günleri anıp, gülümsüyordum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.