- 1180 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KAYIP MİSKETLER VE ARABESK AŞKLAR
Telefon çaldığında saat ikiyi geçiyordu. Bu numara telefonumda kayıtlı değildi. Selam “Vol” dedi yabancı bir ses. Uyku sersemliğiyle “selam” dedim. “Oğlum, o bilyeleri buldum.”dedi. “Ne saçmalıyorsun gecenin bu saatinde, hem sen kimsin?” dedim. “Vol” nasıl tanımazsın? Ben Ran! ” dedi. Evet, “ Vol, benim çocukluk lakabımdı. Nasıl bilemedim? İyi de gecenin bu saatinde beni niye aradın, hem telefonumu nereden buldun?” diyerek uykumun bölünmesinin hoş olmadığını belirtmek istedim. “Face’de eklemişsin ya! Neyse onu boşver! Kayıp misketleri kimin aldığını biliyorum.” dedi. “Ne saçmalıyorsun sen? Çocuklukta kaldı öyle şeyler.” dedim. “Dur, ilk önce anlatacaklarımı dinle hele. Misketleri Aysun’da buldum.” deyince “Sen ne diyorsun?” dedim aniden hızlanmaya başlayan kalp atışlarımı derinden hissederek. “Öyle valla, kesinlikle seni işletmiyorum. Olayı tam olarak çözemedim ama bilyeler onda.” dedi. “Bekle, ilk uçakla oraya geliyorum.” diyerek telefonu kapattıktan sonra hemen internetten bileti kestim ve kendimi yatağa attım. Anılarımla uğraşmaktan sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Zaman ve mesafelerin unutturarak öldürdüğünü zannettiğim kişiler zihnimde dirilerek capcanlı bir hal alıyordu.
Aysun, benim çocukluk aşkımdı. Çocukluk aşkının insan yaşlansa bile her zaman özel bir yeri vardır insan hafızasında. Hele çocukluktan beri onu görememişseniz bir boşluk olarak kalbinizde kocaman bir yer eder. Hala bekardım ve ikinci üniversiteyi de yarıda bırakmak üzereydim. Anılarımda nadide bir çiçek gibi canlandırdığım Aysun’u sonunda göreceğim için heyecandan yüzüm mutluluğunu zorlanmadan belirtebiliyor, hatta dışarıdan bariz bir şekilde kendini belli eden coşkunluğu gizlemek için zorlanıyordu. Hayalimde onunla ben, tek numune olarak üretilen özel bir çift ayakkabının tekleri gibi ya da kavuşmayı bir şekilde başarıp arabesk kör talih dışında kalabilen Leyla ve Mecnun gibi olmalıydık. Ya da girinti çıkıntıları bizim yüzlerimiz olan birleştirilebilen kalp şeklindeki kolye olabilirdik. Belki birleştirilmeyi bekleyen bir pantolonun iki paçası gibi saçma ama romantik benzetmeler anlatabilirdi durumumuzu.
Yaşım otuzu geçtiği halde annemin gösterdiği üç düzine kızı da beğenmemiştim. Annem kızlar için çok namuslu, hamarat, saygılı, itaatkar sıfatlarını sayarken; ben bunlarla birlikte bir Kleopatra güzelliğinin mutlaka olmasını isterdim. “Bu kızla evlenirsem Mendel’ in ilk bezelyeleri gibi buruşuk ve enli çocuklarımız olur.” demiştim de “Mendel de kim?” demişti annem. “Kısaca bezelyeleri çiftleştiren adam” cevabını vermiştim de annem “Tövbe tövbe, bunu nasıl yapmış?” demişti. Belki de aşk sadece çocuklukta olur da biz bir özlem olarak yeniden aşık olmak isteriz. Aşkın bedende oluşan kimyasal faaliyetler sonucunda açığa çıkmış olduğunu bilmek bile kendimizi ona kaptırmaktan kurtaramamak, ona beden dışında özel bir konum yüklemeye sevk eder. Onu bastırmaya çalıştığımızda içten içe devleştiğini görürüz. Aysun, acaba hala güzel miydi? Güzelliği gitmiş olsa bile içimdeki o aşk, sırf hala kavuşamadık diye, onu eminim gözlerime dünyanın en güzel varlığı olarak sunardı yine.
Lakaplara gelince, küçükken çok sevdiğimiz Voltran çizgi filminden etkilenip kendimize böyle bir çete kurmuştuk. Zor durumlarda Voltran’ı oluşturup Zarkon gibi kötü mahluklarla mücadele eden cesur dev aslanlardık. Uzayı kurtaramasak bile kendimizce büyük işler yapmak bize acayip motivasyon sağlıyordu. Ben “Vol “ oluyordum. Voltran”ın baş kısmıydım. Arif “T” oluyordu. Arif’in babasının traktörü vardı zaten. “Ran” ise Murat’dı. Sürekli tenekeleri trampet gibi çaldığı için olsa gerek ona bu kısmı uygun bulmuştuk. Aslında bütün bunları ben uydurmuştum. İki heceli bir kelimeyi ancak bu şekilde üçe ayırabilmiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse çoğunlukla yaptığımız şey çocukların korktuğu deli Sülo’yu dövmek ve Hayriye Teyze’nin terbiyesiz horozunu kovalamaktı. Hayriye Teyze “Yavrum, bırakın şu zavallı horozu. Bak sizin yüzünüzden tavuklar yumurtlamıyor.” derdi de yine de ikna edici bir açıklaması olmayan ifade sayarak kendi fikirlerimizde diretirdik. Biz de “Ama tavukları ısırıyor Hayriye Teyze!” deyince “Yavrum o gerekli, gerekli!” derdi. Bir gün “Nasıl gerekli oluyor Hayriye Teyze, sen kendini hiç o tavukların yerine koydun mu, senin sırtına binip biri ensenden ısırsa güzel mi olur?” benzeri cevaplar vermiştik de Hayriye Teyze, “Allah belanızı vermesin, sizi babalarınıza söyleyeceğim, haydi defolup başka yerde oynayın terbiyesiz veletler!” demişti. İyi şeyler de yapmıyor değildik. Şimdi yaptığımız şeyin yanlış olduğunu çocuk aklıyla kavrayamıyorduk tabiî ki. Sonra harman yerine koşar gölgelik bir yere sırt üstü uzanır, bir sürü şekle bürünerek kayan beyaz bulutlara bakardık. Ben onlara Brezilya’nın pembe dizilerinden esinlenerek Aysun’la alakalı hayallerimi anlatırdım. “ İki katlı, sahile yakın, bahçesinde yüzlerce çeşit çiçeği olan bir evimiz olacak. Hizmetçiler, aşçımız ve bahçıvanımız da olacak tabii. Bay ve Bayan diye hitap edecekler bize. Biz konuşursak ‘Emredersiniz efendim.’ diye önümüzde eğilecekler. Tabii biz de onları ezmeyeceğiz. Onlara nazik davranacak ve bol bol bahşiş vereceğiz. Ama asla şımartmayacağız onları ki işleri savsaklamasınlar. Biz evlendik ya, iki ay boyunca Buenos Aires’te, Roma’da, Barcelona’da, Mıami’de ve romantik olan başka her yerde dolaşarak balayı yapacağız. Sonra en romantik müzikleri teypten, yo yo öyle değil, orkestraya istediğim şarkıyı çaldırıp onunla saatlerce dans edeceğiz. O da kollarını boynuma dolayacak, sürekli gözlerimin içine bakıp “ Çok mutluyum Eduardo ” yani o isimle değil tabii ki, anlıyorsunuz işte, öyle diyecek. Sonra kahkahalar eşliğinde sahilde el ele tutuşarak koşacak ve dalgaların ayaklarımızı yalamasını zevkle izleyeceğiz. Bu mutluluğu kimse bölemeyecek, çünkü Aysun’un kötü, kıskanç bir ikiz kardeşi ya da üvey annesi yok.” Ben bunları anlatırken Bay T ile Ran başka hayallere dalar, doymaz bir merakla ‘sonra ne olacak?’ diye daha da anlatmamı isterlerdi. Sonra ben ‘arkası yarın’ diyerek onları ayağa kaldırır ve yeni bir kahramanlık yapmaya götürürdüm.
Geliştirdiğimiz o güven duygusuyla ayrılmaz bir üçlü olmuştuk.Ta ki misketler kaybolana dek. O zaman misket oynamak modaydı. Kazandığımız misketleri üçümüz birleştirip reçel kavanozunda biriktirmiş ve bizim ahırda gizli bir noktaya saklamıştık. Amacımız biriktirdikten sonra satmaktı. Üçümüzden başka yerini bilen yoktu. Kimseye söylenmeyeceğine dair herkes Voltran sözü vermişti. İhanet eden Voltran’dan ayrılmakla cezasını bulacaktı. Bir gün aniden kaybolunca birbirimizi suçlayıp güzelim Votran’ı parçalamıştık. Misketler bulunursa birleştirmeyi düşünmüyor değildik hani. Yaz boyunca her birimiz tek başına oynama cezasını çekmişti bu yüzden. Ben tüm yaz gövdesiz bir baş Voltran repliklerini yapıyordum. İnanır mısınız tüm Voltran’ı tek başıma oynamak aklıma hiç gelmedi. Kollarını ve bacaklarını oynatamayan bir baş olduğumu düşünerek tehlike anında kaçma seçeneğini uyguluyordum. Sonraları köydeki işsizlik yüzünden aileler büyük şehirlere göç edince tamamen dağılmıştık.
Uçak indiğinde Murat beni motosikletle havaalanından aldı. Eski günleri andık. “Bay T” de olsaydı keşke dedik. Aysun’u nasıl bulduğunu sordum. Tüpçüde çalışıyormuş. Geçen günlerde bir eve tüp götürmüş. Salondaki vitrinde misket dolu kavanozu tesadüfen görmüş. Bir yolunu bulup salona girince üstünde Voltran olan yazıyı da okumuş. Evdeki bayana dikkatli bakınca Aysun’u tanımış. Ama Aysun’a kendini tanıtmamış. “Ran” ile ince bir plan yaptık. Bir parfüm şirketinden geldiğimizi söyleyip Aysun’un evine doldurulması gereken bir anket ve bir formla girecek, saygın ve varlıklı bayanları reklam yüzü yapmaya yönelik şirketimizin bir stratejisi olduğunu söyleyecektik. Memnuniyetlerini belirten kısa videolar çekmeyi düşündüğümüzü belirtecektik. Sonrasında tesadüfi bir şekil verip tanışacak ve muhabbeti derinleştirecek, ardından işin içyüzünü öğrenecektik. Bütün hazırlıklarımızı yaptıktan sonra yola çıktık.
Denize üç yüz metre mesafeli bir villa. Çiçek tarhları arasından geçip merdivenleri tırmandık. Büyük bir heyecanla zili çaldık. Bir müddet bekledikten sonra içeriden “Saliha Hanım nerdesin, kapıyı açar mısın?” diyen genç bir kadın sesini duyduk, ardından kapıya doğru yaklaşan ayak seslerini işittik. Kapıyı Aysun açtı. Her şeyi berbat etmemek için yüzümü yere diktim. Ran, geliş sebebimizi anlattı. O tatlı ses bizi salona aldı. Formu doldururken “Sizi birisine benzettim, adınız Aysun değil mi?” dedim. Bana dikkatlice baktı. “Yoksa sen…” dedi. Evet, öyle dedim. Ran’ı da tanıyınca bize hikayelerini anlattı. İstanbul’a ilk gelişleri bayağı zor olmuş. Birkaç sene geçince tekstil atölyesinden dönüşte Arif ile tesadüfen karşılaşmış. Bizi sormuş, onun da bizden haberi yokmuş. Sonrasında gelip gitmeler derken Arif’le evlenmişler. Arif, otopark işiyle uğraşıyormuş. Yüzümden kan çekilmişti. Büyük bir hayal kırıklığı geçiriyordum. Sevdiğim kız evlenmiş, hem de benim çocukluk arkadaşımla. Bundan daha arabesk bir acı olamazdı. Artık anlamını yitirmiş masanın üstündeki kavanozu sordum. Yoksa onu Arif mi almıştı? “Hayır, ben almıştım.” dedi. Bizim Sülo’yu dövmemize dayanamamış ve Sülo’ya gözcülük yapıp samanlıktan aldırmış. Yani Sülo mu çalmıştı misketlerimizi? Hayır, aslında Aysun çalmıştı. Sülo geri zekalının biriydi. “Ancak o deli yerini nasıl buldu ki? Onu tezeklerin içine gömmüştüm.” dedim. Bana garipser gibi bakıp “Deli bu, ne yapacağı belli olmaz.”dedi. O sırada kapı çaldı. Gelen Arif’ti. Salonda bulunduğumuz noktaya kadar gelip bizi garip bir biçimde süzdü. Kendimi tanıştırdığımda bile dikkat ettim alnındaki o damar kaybolmuyordu. Sert bir yüzü vardı ve birkaç espri denememe rağmen yumuşamaya pek meyilli değildi. Aysun’u bize kahve yapmaya gönderdi. Arif’e çocukluk anılarımızdan, Voltran’dan bahsettik. Önce katılır gibi yapıp birden ayağa kalktı. “ İşiniz bittiyse yolunuz açık olsun.” dedi. Bizi açığa yakın şekilde kovmuştu da farkında değilmişiz gibi espri yapıyorduk. Ran, bilyeleri yere saçıp nişancılığını deniyor ve paslanmışız be, deyip duruyordu. Arif, tekrar yerine oturup “Bana bakın, hemen evimi terk edin, yoksa bacaklarınızı kırarım geri zekalılar!” diyerek celallendi. Hala çıkmıyorduk. Arif’in otopark mafyası olduğunu bilseydik bile korkmazdık herhalde. Çünkü saçmasapan bir Voltran’ın üyesi olan bir insan ölene kadar iyi tarafta olurdu. “Şuna bak hem Aysun’la evlenmiş hem de bana kızıyor!” diye bir cümle farkında olmadan dudaklarımdan düştü. Odayı bir sessizlik kapladı önce. Arif’ in gözlerinin içinden bana doğru bir acıma duygusu boşaldığını hissettim. Tam iki dakika sonra sessizlik bozulup Arif konuşmaya başladı. Bilyeleri o alıp Sülo’ya vermişti. Çünkü Voltran’ı adil paylaşamamıştık. Anlamı, dahası forsu olmayan “T “ona düşmüştü ve aşağılanmıştı. Grubu dağıtmak amacıyla yapmıştı bunu. Hala gözlerinin içine baktığımı görüyordu. Verdiği cevabın ikna edici olmadığını çok iyi biliyordu. Tekrar başlayan uzun bir tereddütten sonra alçak sesle her şeyi anlattı. “Sen harman yerinde hayallerini anlatırken ben kendi hayallerimde başrol kahramanı olarak hep kendimi koydum. Hergün hergün Aysun’un elini tutuyor ve öpüyordum. Başta sevimli, küçük, tatlı hayallerdi. Sonra Aysun beynimde saplantı derecesinde yer etti. Ve bir gün senin de ona aşık olduğunu hatırladım. Damarlarımda içten içe bu kıskançlık büyüdü. Sonrasını biliyorsun. Senin için üzgünüm ama talih bir şekilde bana yardım etti. Ne yapabilirsin ki artık? Evlendik ve mutluyuz.Yani gerçekten üzgünüm.Tüm söyleyebileceğim bu kadar. Lütfen bu anlattıklarım aramızda kalsın!”dedi. Düşlerin peşinden takılarak başladığım hikaye arabesk bir film gibi bitmişti. Bazı ayrılıklar bazı kavuşmalara, bazı mutsuzluklar bazı mutluluklara sebep oluyordu. Evrene hakim olan Entropi yasası küçücük aşk maceramızı bile boşlamıyordu. Onun sevdiğim kıza aşık olmasına ben sebep olduğum için sadece kendimi suçlamayabilirdim. Sonuçta hayaller gerçekleştirene aitti. Ama çocuk yaşta mahrem duyguları anlatmanın olumsuz sonuçlarını nerden bilebilirdim?
İki evli insanı ayıramayacağıma göre orada kalmanın bir anlamı kalmamıştı. Oradan defolup evlerimize dönme zamanı geldiğine göre ayağa fırladım. O esnada kahve gelmişti. Sulanan gözlerimden göründüğü kadarıyla Aysun,un yüzü hala güzeldi ve büyük bir hayal kırıklığı olarak kalbime sert dalgalar halinde vuruyordu. “ Kahve içmeyecek misiniz? ” diye sordu şaşkın ve meraklı gözlerle. Gözümden düşmeye çabalayan gözyaşımı gizleyerek ağlamaklı bir ses tonuyla “Teşekkür ederim ama gitmeliyim. Hadi Alasmarladık!” dedim ve kapıyı çarpmadan çıktım.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
"Bozuk para kolleksiyoncusu"nun içime yolladığı kıpır kıpır neşeli halden sonra, hüzünlenmeye de razı akıllıca seçilmiş kelimelerden kotarılan kaliteli cümlelere devam edeceğim inancıyla açtım öyküyü. Çocukluk konulu yeni öyküye başlamadan, onun yaratacağı güzel olduğunu ümit ettiğim duygulara eşlik etsin diye kendime bir kadeh şarap doldurdum. İyi de etmişim zira beklentilerime fazlasıyla eşlik eden, şarabımın lezzetine tepe yaptıran bir öyküydü, okuduğum.
Kullanılan jargon tanıdıktı entropiden bahsederken. Aşk, öykünü ana konusuydu ama yaratılan atmosferde biraz ayrıksı yere konmuştu yazar tarafından. Ama finaldeki sahne, arabeskin Allahı olarak çok samimi, çok hüzünlüydü. HAyatı da aşkı da hüzünü de hayli arabesk hisseden bende ziyadesiyle hüzünlü bir mutluluk yarattı.
Kaleminize sağlık.
Gün bitmeden umarım yazının günün seçkisi olduğunu farkeder Defter'in yöneticileri.