- 753 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MEDENİYETE YÜRÜYÜŞ YOLCULUĞU 2
SOSYAL DEVLET İSVİÇRE
Bu gün Cumartesi 5 Temmuz 2014, saat 05.00 uyandım ve kalkıp balkon kapısına yöneldim. Kapıyı açıp balkondayım. Dışarıda hava bulutlu, hafif çiseleyen yağmur var. Dışarıdan içeriye gelen kuş cıvıltıları da henüz duyulmuş değil. Ama birazdan başlarlar, senfoni orkestrasını andıran, müzik notalarının sesleri gibi. Şu anda St. Gallen Katedralinin çan seslerini duyuyorum. Balkondan içeriye girerek bornozumu aldım ve doğru banyoya, dayımla Suzi henüz kalkmamışlardı. Önce sakal tıraşımı olup, sonra duşumu aldım. Bornozumu giyip banyodan çıktım ki, Suzu duş için sırada bekliyordu. Gote morgen Suzi dedim. Suzi de bana aynı şekilde cevap verdi. Bornozla sandalyeme oturdum, Suzi yerinden kalkarak banyoya yöneldi. Hazır suzi banyoya girmişken giyindim ve balkona çıktım. Birazdan evden çıkacağız. Dayımlar alışkanlık haline getirmişler her cumartesi günü kahvaltıyı İkea alışveriş merkezinde yapıyorlarmış. İkea mağazası St.Gallen AFG Arena stadının altında. Ben hava almak için evden erken çıkarak otobüs durağına gittim. Taufener str caddesinde 95 A önündeki durakta dayımla suzi’nin gelmesini beklemeye başladım. Durağa gelen otobüsler birer, birer gidiyorlar ben hala duraktayım. Saat 07.15 itibariyle dayımların gelişiyle birlikte beş numaralı otobüse binerek, St.Gallen merkezine indik. Buradan 151 numaralı otobüse binerek AFG Arena stadı önündeki otobüs durağında indik. Durak karşısındaki kapıdan içeriye girerek, sağa dönüp sağlı sollu alış veriş mağazalarının bulunduğu zemin kata yürümeye başladık. Koridor sonunda tekrar sağa dönerek, sol taraftaki kapıdan İkea mağazasının içerisine giriş yaptık. Biraz yürüdükten sonra önce sağa sonra hafif sola dönerek, dar bir koridordan restoran kısmına giriş yaptık. Dayımların her cumartesi gelip oturdukları yer sanki onlara ayrılmış, boş duruyordu. Masaya geçtik oturduk. Elimizdeki çantalarımızı ve diğer eşyalarımızı masanın yanında bir sandalye üzerine koyduk. Dayım ve ben kahvaltı almak üzere yerimizden kalkarak kahvaltı reyonlarının olduğu yere gittik. Önce bir araba ve bu arabanın gözlerine üç adet tepsi yerleştirdik. Üç kişi olduğumuz için bal, tereyağı, peynir, zeytin ve ekmeklerimizi alarak, ödememizi yaptık. Burada kahve içmek sınırsız, Restoran içerisi kalabalık çoluk çocuk aileleri ile gelmişler cümbür cemaat kahvaltı yapıyorlar. Kahvaltı faslından sonra, geldiğimiz yerden dışarıya çıktık. Buradan arena stadının arka tarafından yaya olarak dağa doğru yaklaşık iki Km’lik yürüyüş yolunda yürüyeceğiz. Geleli henüz üç gün oldu sokaklarda ne bir trafik polisi nede normal polis, Hava alanının dışında görmedim. Medeniyet işte bu! Dedim. Adamlar otokontrol sistemiyle kendi kendilerini nede güzel idare ediyorlar. Şaşkınlık içerisinde nasıl ve nedenler? Kapitalist sistemin ve Demokrasinin en iyi işlediği ülkelerden birindeyim. Trafik akışı ise hiçbir sekteye uğramadan suyun aktığı gibi akıp gidiyor. Birazda trafik kurallarından bahsedeyim. Her şey insan bazında alınmış ve ona göre düşünülmüş ve ona göre dizayn edilmiş. Trafikte iki türlü yaya geçitlerinin olduğu yerler var. Birincisi trafik lambalarının olduğu yaya geçitleri. İkincisi ışıksız yaya geçitleri. Birinci şık kendi arasında da ikiye ayrılıyor. Butonlu ve butonsuz ışıklı yaya geçitleri. Butonlu yaya geçitlerinde, buraya gelen yaya öncelikle butona basarak üç saniye içerisinde gelen araçlara kırmızı yanar ve yayalara geçiş izni verir. Butonsuz ışıklarda ise, yaya ışıkların kendilerine yol vermesini beklerler. Işıksız yaya geçitlerinin olduğu yerlerde ise geçiş üstünlüğü yayalardadır. Şehir içerisinde her türlü aracın hız sınırı 50 Km’dir, tali yollar ise 30 Km olarak belirlenmiştir. Işıksız yaya geçitlerinde bir yaya yola adımını attığı andan itibaren yol hakkı yayanındır. Sürücü bu durumlarda yola yaklaştığında temkinli olmak zorundadır. Eğer yayaya rağmen kurala uymayıp geçerse vatandaşın polise bildirmesi sonucu cezası ağırdır. Sürücünün itiraz hakkı da yoktur. Bir sürücü trafik kurallarını üç kez ihlal ettiğinde geçici olarak ehliyeti elinden otomatik olarak anlıyor. Birde burada her taraf demir yolu ağlarıyla örülmüş. En ücra yerlere dahi, dahil olmak kaydıyla tren seferleri var. Trenin olmadığı yerlere mutlaka tren istasyonlarından kalkan posta otobüsleri çalışıyor.
İsviçre’de kanton şehirleri ve köyleri Gemande Hause denen yerden idare ediliyorlar. Bizde ise karşılığı Valilik ve Belediye oluyor. Gemande Hause’un başındaki kişi seçimle geliyor, bizde ki Belediye Başkanları gibi. Fakat bizde valinin yaptığı görevi de o kişi yapıyor. Kanton yönetimi o kişi tarafından idare ediliyor. Vatandaşlar tüm müracaatlarını buraya yapıyorlar, git gel olmadan vatandaşın işi anında halledilip gönderiliyor. Örneğin; diyelim ki ehliyet almak istiyorsun. Müracaatını Gemande Hause da ki ehliyet bürosuna müracaatını yapıyorsun. Ehliyet bürosu seni bu işle ilgili eğitim veren bürolara yönlendiriyor. Yönlendirilen büro, ehliyet alacak olan kişiye, gözetimli olarak 20 saat araç kullanma ve sürüş eğitimi veriyor. Bu eğitim şehir içerisinde ve şehir dışında oluyor. Bu sürüş eğitimini tamamladıktan sonra kişi ehliyet almayı hak kazandıysa ehliyeti veriliyor. Eğer kişi araç kullanmada hala yetersizse ehliyet verilmeyip tekrar 20 saat yeniden eğitime tabi tutuluyor. Ehliyeti hak eden kişilere iki yıl için geçici bir ehliyet veriliyor. Ehliyetini alan kişi iki yıl boyunca hiçbir sorun yaşamadan ve hata yapmadan araç kullandıysa, kişiden iki yıl olarak verilen ehliyet alınarak yerine devamlı kullanacağı ehliyeti veriliyor. Yani bu şu demek oluyor bence. Kurallara, kanunlara harfiyen uyan sürücüler yetiştirmekten başka bir şey değil. Ben burada şunu söyleyebilirim. Türkiye’deki sürücü okullarının yöneticileri İsviçre’ye gidip mutlaka eğitim almaları gerek. Amacımız insanı ve insanlığı yaşatmaksa. Burada okullar açık; henüz kapanmadı. Bizde ise okullar kapanalı tam tamına bir ay oldu bile. Burada eğitim 0 yaş ile başlıyor. Sabahın saat 5.30 da sokaklarda çocuklar görüyorum. Bazı çocukların yanlarında yetişkin bir kişi, bazılarının yanında ise hiçbir kimse yok. Sırtında sırt çantaları, önünde ve arkalarında şerit halinde turuncu reflektörler takılmış, beş yaşından başlayıp değişik yaş gruplarını kapsayan çocuklar okula kendileri gidip geliyorlar, bir otobüsten inip bir otobüse biniyorlar. Burada öğrencilere tüm Tren ve Belediye otobüsler bedava. Düşünebiliyor musunuz her şey, buradaki yaşayan insanlar için… Ve dünya insanlığı için. Çok ders almamız gerek çok… İsviçre de okullar 11 ay açık bir ay kapalı. On ay çocuk normal eğitim alıyor, on birinci ayını da hayvancılıkla uğraşan Bavur evlerine gönderiliyorlar. Burada zengin çocuğu, fakir çocuğu, erkek ve kız diye bir ayrım yok. Çocuk bu bavur evlerinde hayvancılıktan tut da, tarımla ilgili tüm bilgi ve becerilerini buradan alıyor. Bavur evlerinde bulunan çocuk bir ay süre boyunca hayvan bakımı yanı sıra, inekten süt sağmasını, sütten peynir yapmasını, yoğurt yapmasını, tarladan hasadın nasıl yapılacağını, tarlaya yeni ekilecek mahsulün nasıl ekileceğini, her şeyi ama her şeyi burada öğreniyor. Burada bulunduğu süre içerisinde burada kalıyor, burada yatıyor ve burada yiyip içiyor. Dedik ya her şeyi başı eğitim diye işte bu. Eğitim, eğitim ve yine eğitim…
İsviçre’de işçi hakları da gözetiliyor. Bu ülkede çalışan işçilere, asgari ücret olarak bir saat iş gücü olarak 20 Fr verilmektedir. Bir işçi 8 saat çalıştığına göre,
20 x 8= 160 Fr. bir günlük asgari ücret,
160 x 30 = 4800 Fr. bu para evli olmayan ve çocuğu olmayanların alacağı para.
Evli olanlar ve çocuğu olanlar için ise; aile yardımı olarak 500 Fr. çocuk yardımı olarak da her bir çocuk içinde 200 Fr. para verilmektedir.
4800+ 500+ 200 = 5500 Fr. aylık maaş almaktadırlar. Ha bir de unutulan bir konu daha var, eğer bu ailenin kedi ve köpek gibi bir de hayvanı var ise 500 Fr. da onlar için veriliyor. Şahsin aldığı maaş o zaman 6000 Fr. a çıkartılıyor. İşte sosyal devlet denilen şey bu olsa gerek.
Bu gün Abtwil köyündeydik. Köyün her tarafı yine yeşillikler içerisinde. Sessiz sakin bir köy, Bu köyde iki tane banka, bir postane ve çok büyük bir alana kurulmuş oteli de mevcut olan migros alış veriş merkezi mevcut. Burada yok yok satıyorlar. Yani ne ararsan buluyorsun. Burada inekçilere rastladık, bu olağan bir şey zaten. Ara ara koyun ve keçi sürülerini de gördük. Her köyün mutlaka bir ve iki adet kilisesi mevcut. Abtwil köyünü gezerken bina önlerine, muntazam bir şekilde bağlanmış gazete kağıtlarını ve A4 kağıtlarını gördüm. Bunların geri dönüşüme gideceğini düşünerek, bunlar nedir? diye sordum. Bu gün bu köyün gazete ve diğer kağıtlarının toplanma günü, bunlar bu şekilde bağlanarak buralara bırakılıyor ve kağıt toplama araçları gelerek bunları topluyor ve bunların hepsi geri dönüşüme gidiyor… Bizde de bunun tam tersi oluyor. Türkiye de yeni bir sektör “çöpten ekmeğini kazanan insanlar” doğuyor.
İsviçre kendi devletçilik anlayışı sistemi içerisinde, var olan bir maddenin yok olmamasını sağlayarak, o maddenin yeniden işlenerek tekrar, tekrar ülke ekonomisine kazandırılmasını sağlıyorlar ve bunu devlet bizzat yapıyor. Her yıl aralık ayında tüm kantonlar, bir plan çerçevesinde geri dönüşüm çizelgesi hazırlayarak tüm vatandaşlarına bu çizelgeyi posta aracılığıyla ulaştırıyorlar. O kantonda kağıt, karton, Metal, Plastik, Şişe ve cam ile kullanılmış giyim eşyalarının nasıl ve ne şekilde toplanacağını, o kantonda yaşayanlar biliyor ve buna da uyuyorlar. Ayrıca uymayanlar içinde gerekli cezai yaptırımlar uygulanıyor. Bu sistem Türkiye de uygulanır mı uygulanır. Ama öncelikle alt yapıyı kurmak ve insanlarımızdan bunu istemek kalıyor. İsviçre de evsel atıklarla, yukarıda saydığımız atıklar ayrı ayrı yerlere atılıyor. Her atığın kendine göre konteynırları var. Vatandaşlar konteynırlara göre atıklarını atıyorlar. Elektronik cihazların atıldıkları yerler daha farklı. Onların günü yok. Atacağın elektronik ne ise (Tv, Bilgisayar, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, fırın vb gibi) arabana koyup onların bırakılacağı yere götürüp bırakmak zorundasın. Bu iş için de 2.5 Fr. ödeme yapıyorsun. Saat 11.00 itibariyle yağmur başladı. Yağmurda gezemeyeceğimize göre öğle yemeği için eve dönme zorundayız. Saat 12.30 evdeyiz, 95 A’nın beşinci katındaki dairenin salon penceresinden hafif güneşli bir havada yağan yağmuru seyrediyorum. Salonun duvarında asılı duran yazı gözüme ilişti. Yazı şöyle yazılmış:
Gerçek hayat, sevgi, acı, ve nefret dolu. Sürpriz, şaka ile mutluluklarla, toplumda; dalından düşmüş, fırtınalarda sürüklenen yaprak misali, körü körüne, bilinçsiz ve dengesiz, bir boşlukta yolun sonuna geldiğimizi yaşayarak gördüm. ve hayat kısa, ölüm zamansız ama bunu hala idrak etmiş değiliz. Bunu ancak yaşam şemsiyesi kapatılmaya başlandığı zaman anlamaya başlıyoruz. Ne yazık ki her şey bitti, çok geç kaldık, kara toprağa açılmış, soğuk daracık mezar bizi içine alıyor, film kareleriyle geçmişimiz… Şemsiye kapanıyor!.. Tıpkı şemsiyenin kapandığı gibi, perde kapanıyor oynanan tüm oyunlar bitti… 2008 Yusuf Karakuş.
“İnsan yüzü kızaran yegane tek mahluktur, zaten buna da ihtiyacı da vardır” Yazı dizisi devam edecek.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.