Bir Deneme: Türk’ün Uygarlık Süreci-3
Unutma-Kültürsüzleşme-Asimilasyon
Hatırlamanın karşıtı "unutma” dır. Unutma, içinde yaşanılan kültürel ortamın tamamen ya da kısmen kaybolması anlamına gelir, nedeni kişinin başka bir kültür ortamına yönlendirilmiş olması ile açıklanır. Bir insan ve bir toplumun geçmişi sadece bağlantı kurduğu ilişki çerçevesinde yeniden kurabiliyorsa, bu ilişki çerçevesinin dışında kalan her şeyi unutacaktır. Bu kısmen veya tamamen olabilir ki “ asimilasyon” olarak da bilinmektedir. Unutma, ya da bazı anıların deforme olması, aynı zamanda, bu çerçevenin bir zaman diliminden ötekine değişmesinin sonucudur.
Sadece hatırlamak değil, unutmak da sosyal bir olgudur. Bir topluluğun yaşayan belleği, kuşaklar öldüğünde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor, ya da sosyal çevrenin -göçebelikten yerleşik yaşama geçilmesi, köylerden kasabalara ya da kentlere göçmek veya bir ülkeden başka bir ülkeye geçmek gibi-kaçınılmaz değişimi ile- kültürel hatırlama biçimlerinin bir çok öğesini yitiriyorsa, ona dayanan anıların unutulması başlar. Bu durumda bu topluluğun ortak belleği bir değişimin eşiğindedir; öz belleğin dışında yapay bellek oluşur, geçmiş unutulur, hatta yeni oluşan yapay-yabancı bellek eskiyi düşman görür. Örneğin, Türklerin Orta Asya bozkırlarında göçebe yaşarken İran, Doğu Avrupa, Anadolu, Hindistan veya Çin sınırlarında yerleşik yaşama geçmeleri, çok sık olarak göç, sürgün, yabancılar tarafından işgal edilme, vb sosyal olaylara maruz kalmaları sosyal çevrenin zorunlu değişimidir ve hepsinin de asimilasyon vardır. Bu, Orhun’da bir çığlıktır.
“Türk beyler Türk adını bıraktı. Çinli beyler Çin adını tutarak, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş. Çin kağanına ilini, töresini alı vermiş. Türk halk kitlesi şöyle demiş: illi millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş. Kağanlı budun idim, kağanım hani, ne kağana işi, gücü veriyorum der imiş. Öyle deyip Çin kağanına düşman olmuş.” (Muharrem ergin: Orhun Abideleri: s: 35-36.)
Türklerin çok sık din ve dil değiştirmesini kuraklık-kıtlık, saldırıya uğrama veya göçebelikten farklı uygarlık ortamlarında yerleşik yaşama geçmek gibi bir çok nedenden dolayı toplumsal belleklerinin sürekli kesintiye uğraması, dolayısıyla geçmişiyle bağlarının kesilmesi (bellek yitimi) ve yeni kültürel ortamlarda yeni (yapay) bellekler oluşmasına bağlanabilir. Bunu tipi örneği Alevilerdeki “12 İmam” ve “Kerbela” kültü, Sünni Türklerde ise “Asrı-Saadet”, “Ashab-ı Kiram”, “Sahabeler”, “Hz. Ömer Adaleti”, vb. Doğrudan kendi tarihleriyle bir ilintisi olmamakla birlikte, bu olayları, kavramları içselleştirerek bugün bile en canlı şekilde yaşatmakta, bundan öte birbirlerini “can düşmanı” olarak görmektedirler. Oysa, Türk ve Moğolların toplumsal belleğinde “din düşmanlığı” ya da “ dindaşlık” gibi kavramlar yoktur. Bunu şöyle de söyleyebiliriz; ne kendi dinlerinden olmayanı hor görmüş, düşman bellemişler, ne d ekendi dinlerinden olanlara ayrıcalık tanımışlardır. Nitekim, Siyonist düşüncenin kuramcılarından Leon Cahun, Moğolların dinsel anlayışlarını şöyle belirtir:
“Asya’ya ve doğu Avrupa’ya egemen oldular. Göz alıcı başarılarında dinsel coşkunun hemen hemen hiç yeri olmadı. En güçlü oldukları dönemde, kendine özgü imparatorlukları olan Moğol devletleri, belirli biri dine sahip değildi.”( Leon Cahun: Asya Tarihine Giriş, Önsöz)
Asya bozkırlarındaki Türk ve Moğol toplumları konusunda otoritelerden biri olan Jean-Paul Roux da, Çin dahil tüm Asya’ya ve Adriyatik Denizi’ne kadar tüm Avrupa’ya egemen olan Moğollar’ın dinler karşındaki tutumlarını şöyle belirtir:
“Evrensel dinlere, o zamanlar Orta Asya’da büyük bir hızla yayılan ve çevrelerindeki neredeyse tüm ulusları fetheden Nesturi Hıristiyanlığına hiç ilgi duymamışlardır” der ve ekler:
“ Hıristiyanların Müslümanlarla, Budisitlerin Taoistlerle savaştığı, aynı dinden olanların, Katolik, Ortodoks, Nesturi ya da Sunni ve Şiilerin bir birleriyle anlaşamadıkları bir dönemde, neredeyse hiçbir yerde bilinmeyen bir kavram olan hoşgörü hükümdarlığı var olmuştur. Burada hakim olan gereçekten de, kişiye dilediğine inanma ve dinlerinin gereklerini açıkca yerine getirme hakkını veren ve bundan dolayı hiçbir hak ya da ceza getirmeyen gerçek bir hoşgörüdür.” (Jean-Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, s: 21- 22.)
Yine konunun uzmanlarından Claude Cahen, İran Moğol Devleti (İlhanlılar) ile Anadolu Selçuklu Devleti’nde, halklar arasında dinsel bir düşmanlığın değil, tam tersine- bugünkü düşünce yapımızla kavramakta güçlük çektiğimiz- dinsel biri hoşgörüden söz eder.
“20.yüzyılın totaliter düşünce katagorilerine alışmış bir zihin için 12. ve 13. yüzyılın Anadolu’sunda, gazilerin dini inanç ve davranışlarının yanında, diğer İslam ülkelerinden rastlanandan daha üstün bir dinsel hoşgörünün var olmasını anlayabilmek güçtür. Şüphesiz devleti yönetenlerle, Türkmenler arasında kısmen bir anlayış farklılığı vardır. Hıristiyanlar arasındaki dinsel bölünmeler karşısında tarafsız kalan Türkler, çeşitli mezheplere eşit davranmışlardı. “ (Claude Cahen: Osmanlılardan Önce Anadolu, s:161.)
Bu araştırıcıların ifadelerinden, Batı uygarlığının, engizisyon gibi birçok kanlı süreçten sonra ve ancak Moğollardan yaklaşık 500 yıl sonra yaşama geçirebildiği laikliğin Türklerde ve Moğollarda bir yaşam biçimi olduğunu anlıyoruz.
Ancak, farklı bir dinin-kültürün egemen olduğu ortama girince, çeşitli nedenlerden dolayı o kültürün içindeki iktidar savaşlarına katılırlar ve “taraf” olurlar, ancak aynı zamanda da “ bertaraf” olurlar. Bu süreçte, o kültürün günlük yaşam pratiklerini de içselleştirirler. Örneğin, Aleviler; 12 gün oruç tutmak,”cem” ayinleri düzenlemek, “Aşure çorbası” yapmak, şeffaf kaplardan (cam bardak) su içmemek, vb ritülleri büyük bir saygı ve özveri ile yerine getirmeye devam ediyorlar. Sünnilerin ritüelleri zaten son yirmi otuz yıldır günlük yaşamımızın önemli kısmını oluşturuyor. Herhangi bir Türk Alevi köyünde erkek çocuklara en çok konuları isimler Ali, Hasan ve Hüseyin’dir. Türk Sünni köylerinde ise, Osman, Ömer, Bekir, Mustafa, Bilal, Mervan,vb. (Son on yıldır, özellikle Güneydoğu’da ister Kürt, İsterse Arap olsun, erkek çocuklara hangi ad verilirse verilsin, genelde “Muhammed” ön adıyla birlikte olmaktadır. Türk kökenlilerde de böyle midir, bilmiyorum) Oysa, Türklerin ve Moğolların İslam’dan önceki kişi adlarının çok çok azı bilinmektedir, onlar da Türk Moğol kökenlilerde taşınmıyor.Çünkü, asimilasyona uğramanın soncu olarak kendi geçmişlerinden, geleneklerinden kopmuşlar yeni bir kültürel bellek edinmişlerdir. Bu yeni kültürdeki en yaygın insan adları Arap-İbrani adlarıdır. Uyum sağlamak unutmak anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, Göktürk ve Moğol egemen soylarının erkek ve kadın adları Tevratik bir köke modifiye edilerek kriptolar tarafından yaygın olarak taşınmaktadır.
Burada bir parantez açarak, “12” sayısının kutsallığının kaynağı hakkında ileri sürülen yeni bir düşünceden söz etmek istiyorum. Prof. Dr. Yalçın Küçük ve yazar Soner Yalçın, “12 “ sayısının Alevilere Yahudiler aracılığıyla geçtiğini ileri sürmüşlerdir. Prof. Dr. Yalçın Küçük, “Gizli Devlet, Tekeliyet-1, Tekeliyet-2 kitaplarında Türkiye’de 1960-1970 ve 1970-1980 arasında yönetilen Türklerle (bunların Orta Asya’daki adı Karabudun) yöneten (hegamon güç) kripto Yahudiler arasında iki büyük savaş olduğunu, ülkenin ekonomisini, siyasetini, ve ordusunu elinde tutan Türk görünen Yahudi asıllı egemen sınıfın “12 Mart 1971”, “12 Eylül 1980” askeri darbelerini yaparak Türk asılı Türkleri ezdiğini, gerçek amacın Anadolu topraklarını geleceğin Büyük İsrail’i için hazırlamak olduğunu ve bu bağlamada, “12” sayısının rasgele seçilmiş bir rakam olmadığını ima etmiştir.
Bunu, şu şekilde açıklıyor: Basketbol Milli Takım’ı Türkiye’de “12 Dev Adam “ olarak tanıtıldı. Basket maçına 5 oyuncu çıkmasına karşın “12” sayısıyla tanınmasını Yahudi asıllı büyük medya bilinçli olarak yaptı. Yahudi tarihinde, Yahudilerin “12 kabile” olduğu, bunlardan 2’sinin şimdiki İsrail Devleti sınırları içinde ve diğer ülkelerde yaşadığı, 10’nun ise İ.Ö. 727 yılında Asurlular tarafında kaçırıldığı ve bunların zaman içinde kim olduklarını unutarak diğer etnik gruplar içinde eridikleri ileri sürülür ve bunlara “kayıp” kabileler denir. Prof. Y. Küçük’e göre, gerek askeri darbelerdeki ve gerekse Basketbol Milli Takımı’nın “12” rakamı ile adlandırılması tesadüfi değil, tam tersine bilinçli bir seçimdir; Yahudi tarihine bağlılığı gösteriyor.
Yalçın Küçük, kendisinin de Yahudi asıllı olabileceğini açıklamıştır. Bu nedenle, bu söylediklerini bir tahmin (öngörü) olarak değil, “içerden verilen bilgiler” olarak değerlendirmek gerekir. Yine Yalçın Küçük ve onunla sürekli fikir alış-verişinde bulunan ( Küçük, bu düşünce alış-verişini 2 kişilik seminerler olarak adlandırmıştır) Soner Yalçın da, “ Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” ve Efendi Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı” adındaki kitaplarda geçmişteki Kızılbaş-Alevi isyanlarının önderlerinin, örneğin Baba İshak, Baba İlyas, Şeyh Celal, Şeyh Bedrettin’in Yahudi asıllı olabileceklerini, Torlak Kemal ‘in ise saf kan Yahudi olduğunu ileri sürmüştür. Aynı iddiaları Küçük de ileri sürmüştür. Hatta Küçük, Yunus Emre’nin Yahudi asıllı olabileceğini de ileri sürerek, 1967 İsrail-Arap savaşı’ndan sonra Türk gözüken Yahudilerde “Emre” ve “Eren” adlarının çok yayıldığını yazmıştır. Parantezi burada kapatıp, yeniden bellek konumuza dönüyorum.
Yazı ve Kalıcı Bellek
Tüm toplumlar kökene ilişkin öykülerin öncülüğünde yaşamlarını kurarlar, davranışlarını ve düzenlerini ona dayandırırlar. Bu öyküler geleceğe yol gösteriler, eylem ve beklentilerin yönelişini tayin ederler. Yeryüzünde şan ve şerefin en büyük erdem kabul edildiği çağlarda- insanlığın henüz yerleşik yaşama geçmeyi akıl edemediği göçebelik sürecinde, her toplumun kahramanlık öyküleri (destanlar) vardır. Destanlar, gerçeküstü, fantastik ve metafizik öğeler hakimdir. Bunlar, bir ozanın, şairin ya da şamanın hayal gücüne mal edilemez; insanlarla tanrıların yan yana getirildiği bu manzum hikayeleri yaratan toplulukların dünyayı yorumlayışının kendisi fantastiktir aslında. Bununla birlikte, bu destanlar, gerçek olguları, yani yaşanmış olanları da içerebilirler ve bu nedenle de geçmiş hakkında çok değerli bilgiler edinilir.
Toplumlar kendilerini algılayış ve tanımlamalarını hayali olarak oluştururlar ve yarattıkları hatırlama kültürü ile bu öz imgelerini kuşaktan kuşağa iletirler. Ancak bunu çok farklı biçimlerde yaparlar. Mısır, Hitit, Asur, Babil, Yunan, Moğol, Göktürk, vb toplumların tarihlerine bakıldığında bu durum açıca görülür. Ancak, bu destanlar genelde tek bir kişiye maledilir, örneğin Yunan destanları Homeros’a, Göktürklerin (Oğuzların) destanı Dede Korkut’a, Babililerin destanı Gılgamış’a, vb. Çünkü, bu destanların en iyi ifade eden edebi tarz şiirdir. Olaylar, karakterler, hurafeler, örf ve adetler de şairlerin zihinlerindeki imgeleri ateşleyici kaynaklardır elbette. Her toplumun tarihinde bir döneme kadar bu öyküler sözle aktarılmış, sonra yazılı metinler haline getirilmiştir.
“Yazı”ya geçişle birlikte "ritüel bağdaşıklık”ın yerini "metinsel bağdaşıklık" almıştır. Böylece yeni bir bağlayıcı yapı ortaya çıkmış ve eski sözel metinleri yorumlayarak aktarma eylemine geçilmiş oldu. Yazı, bir toplumun kültürel sürecinin dinamiğini ve bağlayıcı yapılarını sağlamlaştırır, onların gevşeme ve çözülmesini önler. Her bağlayıcı yapının temel ilkesi tekrarlamadır. Kültürlerin bağlayıcı yapısında yazının önemi açıktır. Bir kültürün bağlayıcı yapısını, zamana dayanıklılık ve değişmezlik açısından gücü "kanon” kavramı ile ifade edilmektedir. Buna çok kaba olarak "geleneğin akışı" denilebilir.
Kültürün sürekliliği ilerleyen bir değişimden oluşur. Bu, öncekinin sonraki tarafından geliştirildiği ve genişletildiği, yaşanılan durumların bir sonuç olarak ortaya çıktığı ve tüm durumların oluşan bütünün bir anı olarak görüldüğü türden bir sürekliliktir. Bu durum, yazılı kültürlerde süreklilik, gelişme anlamında, değişim arz ederken sözlü kültürlerde kesintiye ve -yabancılaşma anlamında- değişme uğrar, sonuçta köklerinden kopar. Grupların ya da bireylerin kendi kökenlerine ilişkin anlatıları, aynı sürecin (yani sözlü aktarımın dinamik surecinin”) farklı durumlardaki çok çeşitli dışa vurumlardır. Bu tür anlatıların tümü birarada incelendiğinde bunların üç türden oluştuğu görülür.
En yakın geçmiş için yeteri kadar bilgi vardır, ancak geçmişe doğru gidildikçe bu bilgiler azalır. En eski zamanlar ya anlatılanlar arasında sıçramalar görülür ya da tereddütle bir-iki isimden söz edilir. Buna karşılık daha da eski geçmiş için bir dizi bilgi bulunabilir ve bu bilgiler ilk köklerden, başlangıç döneminden kalmadır ve mitseldir. Bu boşluk söz konusu toplumun üyeleri tarafından algılanmayabilir, ama bunu araştırmacıların farketmemesi mümkün değildir. Bazen de, özellikle soy araştırmalarında en yakın geçmiş ile başlangıç dönemi birbirini takip eden iki kuşak olarak ortaya çıkabilir.
Sonuç
Tarihi bilinci sadece iki düzeyde çalışır: köken ve yakın geçmiş. Bu iki düzeyin arası net bilinmez. Türklerin geçmişine baktığımızda, yazı kültürünün olmaması ve sürekli göç halinden dolayı, toplumsal bellek sürekli kesintiye uğradığı için, girilen- yerleşilen yerlerde yönetici sınıfta yeni (yapay) bellek oluşmuş, yönetilen “kara halk” eski sözlü geleneklere az çok bağlı kalmıştır. Yönetici sınıfın yeni belleği eskiyi yok, ya da düşman saydığından toplum hep bunalım içinde olmuştur. Yönetilenler (Karabudun: Kara halk: Kara yığınlar) yöneticilerine hiçbir zaman güvenmemiş, onlara karşı sürekli ayaklanmışlardır. Bu nedenle, her zaman ve her mekanda yönetenlerle yönetilenler arasında güven bunalımı olmuş ve bunun sonucunda çatışmalar, kırımlar, göçmeler, sürgünler olmuş ve devletler dağılmıştır. Orhun yazıtlarındaki "kanın sel gibi aktı, kemiğin dağ gibi yığıldı; pişma ol seni doyuran Kağanına karşı isyan ettiğin için.../ vb cümlelerin anlamını, Sultan Sancar’ı esir alarak “İran Selçuklu Devleti”ni yıkan “Büyük Oğuz İsyanı” (1153’), “Anadolu Selçuklu Devleti”ni yıkan “Babalar Ayaklanması”( 1240), Osmanlı Devleti’ni sarsan 1511’de “Şah Kulu Ayaklanması” ile başlayıp, arda arda “Nur Ali Halife”, Bozoklu Şeyh Celal”, “Şah Veli“, “Süklün Koca-Baba Zünnun“, Zünnunoğlu Halil“ ayaklanmaları ile devam eden ve nihayet 1527’de “Kalender Celebi” ayaklamamsının da devşirmelerden kurulu Osmanlı orduları tarafından dağıtılması ile 1598’e kadar bir daha başını kaldıramayan Türkmen-Kızılbaşların, yani İslam öncesinin “Kara Budun”unun çıkardığı isyanlardır. 1598’de başlayıp, 1611’e kadar devam eden “Celali” ayaklanmaları da doğrudan Türkmen-Kızılbaş isyanları olmasa da, Kızılbaş Türkmenlerin önemli etkinlik gösterdiği isyanlarını (Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgaları:Celali İsyanları) ve son 40-50 yıllık yakın tarihimizdeki -devlet denetiminde yapıldığına dair iddialar ortay atılan- Türk Alevi kırımlarını da bu bağlamda düşünmek gerekir.
Bu durumun konumuz açısında önemi, “toplumsal belleğin” sürekli kesintiye uğraması, geçmişin unutulması, yeni kültürel ortamlarda yeni toplumsal kimlikler oluşturulması ve toplum üyelerinin kişiliklerinin bu yeni (yapay) kimliğe göre biçimlenmesidir. Buradan hareketle, yazı kültürü olan toplumlarla yazısı olmayan toplumlarda toplumsal belleğin birbirinden çok farklı yapılandığı açıkça görülür. Romalı düşünür Cicero, barbarlar hakkında, “günü geçirmek için yaşarlar”demiş. Bu durum, yok olma ve unutulmaya eşittir. Cireo, Romalılar için ise, “ tüm çabalarını sonsuza yönelik yaparlar” demiştir. Yani yarını hayal etmeye, sonsuzluğun sorunlarını çözmeye çalıştıklarını vurgulamıştır. Kim bugünden yarına böyle bakarsa, dünü yok olmaktan kurtarır ve hatırlayarak yaşatmak zorundadır. Böylece geçmiş hatırlanarak yeniden kurulur. Bu da ancak toplumun ortak belleği ile olasıdır.
Türk, uyan!, derin uykularından...
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır sendpm.gif
www.sivaslilar.net/forum/showthread.php?t=31214
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.