- 647 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YARIŞMA
Yol güzergâhındaki billboardlarda yarışma afişlerini gördüğüm de neden olmasın dedim. Bu yarışmayı kazanan neden ben olmayayım.
Umre ödüllü kitap okuma yarışmasıydı. Peygamberimizin hayatını anlatan bir kitaptan sınav yapılacaktı. Hafta sonu kitapçıya gittim. Küçük hacimli, ince bir kitaptı. Hemen satın aldım ve okumaya başladım. Dili sade ve yalındı, bu yüzden kitabı bitirmek fazla uzun sürmedi ancak bir yere geldim ki devamını okuyamadım; Peygamberimizin ağır hastalandığı ve vefatının anlatıldığı bölüm.
Peygamberimizin hastalık sürecini ve vefat anında yaşanan olayları biliyordum, ancak her nedense o bölümü okumak, peygamberimizin hastalanmasını ve vefat etmesini zihnimde tekrar yaşamak istemiyordum. Ya da istiyordum ki; Hz Peygamber hep sahabesi arasında olsun, Mescid-i Nebevi’de imamlık yapsın, cemaatine sohbetler etsin, kabile reislerine ve hükümdarlara mektuplar yazıp ordular sevk etsin ve yorulduğunda başını Aişe’ciğinin dizlerine dayasın istirahat buyursunlar. İstiyordum ki; rahmet kapıları ardına kadar açık kalsın, gök ile yer arasındaki nurani irtibat hiç kesilmesin ve insan suretli melekler müminler arasında dolaşsın. İşte hafızamda ebediyen böyle bir görüntü kalsın istiyordum. Bu sırada yarışma günü yaklaşıyordu ve okumadığım bölümlerden de soru gelmesi muhtemeldi.
Soğuk bir nisan gününe uyandım. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, fırtına şiddetini giderek artırıyordu. Uzun zamandır ne böyle bir fırtınaya ne de yağmura şahit olmuştum. Eşime çocuğu okula göndermemesini tembihledim. İş yerine geldiğimde çalışma masamın arkasındaki pimapen pencerenin açıldığını ve masamın darmadağın olduğunu gördüm. Hemen pencereyi kapadım, masamı toparladım. Bereket ki laptopum ıslanmamıştı. Anladığım kadarıyla pencerenin mandalı bozulmuştu. Pencere rüzgârın her esişinde açılıyor ve sağanak üzerime üzerime yağıyordu.
Hemen telefona sarılıp tamirciyi aradım, ancak tamircilerin başlarını kaşıyacak vakitleri yoktu zira şehirdeki tüm apartmanların kapıları, pencereleri birbirine girmiş, evlerin, okulların çatıları uçmuş, yaralılar hatta ölenler bile varmış. Oğlumu okula göndermemekle isabetli bir karar verdiğimi düşündüm. Tamirci iki saat sonra ancak gelebileceğini söyledi.
Pencereyi bir müddet daha elimle tuttuktan sonra çaycı bayanın parlak fikriyle pencere arasına kâğıt sıkıştırarak geçici çözüme ulaştık.
Masamda çalışırken fırtına sesi kulaklarımda uğulduyordu. Arada arkama dönüp önce pencereyi kontrol ediyor sonra da karşıdaki dağın simsiyah bulutlar arasında kayboluşunu seyrediyordum.
Öğle arası canım bir şeyler yemek istemedi. Kesilen elektriklerle birlikte benimde çalışma arzum uçup gitmişti. Ben de kitabın kalan kısmını okumaya karar verdim. Çantamdan kitabı çıkardım, önce altını çizdiğim ve yarışmada çıkabilecek muhtemel sorular kabul ettiğim bölümleri okudum. Ümm-ü Eymen kimdi? Ebva köyünün önemi neydi? Eşhur-ül Hurum ne demekti? Ahzab hangi savaşın adıydı? Medine’den ihanet sebebiyle sürülen Yahudi kabilelerinin adları? Aşere-i Mübeşşere kimlerdi?
Ve efendimizin vefat edeceği bölümü açtım. Kısa bir tereddütten sonra okumaya başladım; “Vefat edeceği gün, Peygamberimiz sanki iyileşmişti. Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’in imamlığında sabah namazını kılıyorlardı. Peygamberimiz mescide açılan kapısını açtı. Onların namaz kılışlarını seyretti; yüzü aydınlandı. Tekrar odasına çekildi. Öğleye doğru ateşi tekrar yükseldi. Ateşini düşürmek için yanında bulunan kaptaki suya ellerini daldırıyor, yüzünü, boynunu ıslatıyordu. Bir taraftan da şöyle diyordu…”
Peygamberimizin kızı Fatma’ya; “üzülme ey kızım baban bugünden sonra hiç acı ve üzüntü çekmeyecek” cümlesini okurken ve Fatıma’nın ah babacığım deyip içli ağlamalarını tahayyül ederken şiddetle esen fırtına pencereyi yerinden söktü, çerçeve olduğu gibi başıma düştü. Ben masa üzerine devrilirken, manzaraya şahit olan çaydı kadın çığlık atarak odadan dışarıya fırladı.
Şiddetli baş ağrısıyla kendime geldiğimde gözlerimin önünde beyaz kıyafetli insan silüetleri dolaşıyordu. Görüntü netleşmeye başlayınca bu sefer ışıktan gözlerim kamaştı. Az sonra manzarayı tüm netliğiyle görebiliyordum. Burası bir hurma bahçesiydi ve hurma ağaçlarının yaprakları arasından sızan güneş ışınları yüzüme vuruyordu. Üzerime beyaz sarıklı beyaz entarili bir adam eğilirken ayakta olan diğeri;
“Durumu nasıl?” dedi.
“Başında şişlik var, bir darbe almış olmalı ama mühim bir şey değil” dedi yaramı elleriyle kontrol ederek.
“Fazla vaktimiz yok Zeyd hemen mescide gitmemiz lazım.”
“Onu bu halde bırakamayız ya Yezid.”
Zeyd mi? Yezid mi? Bu iki isim… Daha dün akşam yarışmaya destek olur düşüncesiyle okuduğum İtalyan asıllı Müslüman yazar Vincenso’nun Yesrib’de bahar romanında anlatılan Sabit’in oğulları değil miydi bunlar? Hani babalarını Hazreç ve Evs kabileleri arasında gerçekleşen Buas savaşında kaybeden, anneleri Nevvâr Hanım ile birlikte yaşayan çocuklar… Şimdi ise karşımda iki yetişkin delikanlı duruyordu. Burası da onların hurma bahçeleri olsa gerekti.
“Ama mescide de götüremeyiz. Daha kim olduğunu bile bilmiyoruz, çöl insanına benzemiyor, efendisinden kaçmış bir köle ya da Bizans saraylarındaki bir soytarı.”
“Onu mescide götüreceğimizi sen de biliyorsun Yezid. Eğer Müslüman ise âlâ, değilse bizim vesilemizle Müslüman olacak bu da bir vadi dolusu kızıl tüylü develere sahip olmaktan daha hayırlı.”
O anda çıplak insan sesi önce bahçede sonra tüm vahada yankılandı. Aman Allah’ım bu ses, okunan bu ezan… Ben bu insana huzur veren, insanın kulaklarından inip yüreğine işleyen bu lahuti sesi “Er-risale” filminden hatırlıyordum. Ünlü yönetmen Mustafa Akkad’ın Libya çöllerinde çektiği, aradan otuz beş sene geçmesine rağmen hâlâ bir benzerinin yapılamadığı ve her Ramazan ayında Türk televizyonlarında Çağrı versiyonu oynatılan filmden hatırlıyordum. Bu ses Bilal-i Habeşi’ye ait değil miydi?
Dur dedim kendi kendime, bir dakika… Neler oluyor? Neredeyim ben? Tüm bunlar da neyin nesi? Bir rüya mı? Evet evet ben bir rüyadayım. İki gün önce de rüyamda kendimi Hira mağarasında görmemiş miydim? Hira Nur dağından çıplak tepelerde otlayan deve sürülerini, Mekke yolunda ilerleyen ticaret kervanlarını ve Kabe’yi tavaf eden hacıları seyrederken içime tarifsiz sevinçler doluyor, ancak bu sevinç fazla uzun sürmüyordu zira Kabe’nin etrafında aniden başrolünü Tom Curise’nin oynadığı Dünyalar savaşı filminde olduğu gibi yerden dev makineler gibi gökdelenler çıkıyor, bu gökdelenler şehrin her yanını bir örümcek ağı gibi sarıyor ve şehir adeta bir uzay üssüne dönüşüyordu. Kabe ise gökdelenler arasında mini minnacık siyah bir noktacık olarak kalıyordu. Evet, evet bu bir rüya idi. Kendimi yarışmaya o kadar kaptırmıştım ki sürekli Peygamberimizin hayatıyla ilgili kitapları okuyordum, böylelikle şuur altıma yerleşen konular geceleri rüyama giriyordu. Tüm bu rüyalardan uyanmak üzere gözlerimi tekrar kapadım.
“Bayıldı galiba” dedi Yezid.
“Hey dostum iyi misin?”
Gözlerimi tekrar açtığımda Zeyd elleriyle omzuma dokunuyordu.
İki kardeşin yardımıyla ayağa kalktım. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Yezid önde hızlı hızlı yürüyor, Zeyd ise bana refakat ediyordu.
“Hel ente Müslim- Müslüman mısın?”
Biraz Arapça biliyordum ve soruyu anlamıştım. Böyle bir sorunun sorulması gücüme gitmişti aslında. Evet ben bir Müslümandım. Tevhid akidesine tüm kalbimle inanıyordum. Kuranın ilahi bir kitap ve Hz. Peygamberin son peygamber olduğunu tasdik ediyor ve onun getirdiği şeriati kabul ediyordum, ama ne namazım vardı ne niyazım. Benim Müslümanlığım bir nevi kültür Müslümanlığı idi, haftada bir gittiğim Cuma namazlarından ve Ramazan aylarında kıldığım teravihlerden ibaretti. Sonra Yezid’in söyledikleri aklıma geldi. Üzerimdeki markalı kotum, mavi t-şört ve spor ayakkabılarımla tam bir soytarı gibiydim. Ve Peygamberimizin bir sözünü hatırladım; “sizler sahabeyi görseydiniz onlara deli derdiniz, onlar sizi görseydi Müslüman demezdi” Bu yüzden “neam ene Müslim- evet ben Müslümanım” diyemedim. Benim suskunluğumu gören Zeyd ise ısrarcı olmadı.
Hurma bahçelerinden geçerken Medine’nin kitaplarda anlatıldığı gibi yemyeşil bir vaha olduğunu gördüm. Hurma ağaçlarında hurmalar salkım salkımdı. Palmiyeler birbirleriyle yarışırcasına gökyüzüne boy atmıştı. Bahçe sulamak için kullanılan göletçikler suyla doluydu. Göletçiklerin yanından geçerken Peygamberimizin çocukken yüzmeyi burada öğrendiğini hatırladım.
Yesrib, Medine’ye dönüştükten sonra şehrin bir medeniyet şehri olduğu ayan beyan ortadaydı. Diğer Arap şehirleri düşünüldüğünde Medine sokaklarında bir düzen, intizam ve temizlik göze çarpıyordu. Caddeler pırıl pırıldı, evler tatil beldelerinde olduğu gibi tek ya da ikişer katlı ve beyaz renge boyalı idi. Şehre bir sükûnet, dinginlik ve lahuti hava hakimdi.
Uzaktan Mescid-i Nebevi göründüğünde yüreğim hızlı hızlı atmaya başladı. İşte Efendimizin mescidi, hane-i saadetleri, karargâhı, suffa ashabının barınağı, medresesi olan mübarek mekan. Yeri Sehl ve Süheyl adlı yetim kardeşlerden satın alınarak inşa edilen ve Müslümanların kutsal üç mescitlerinden birisi olan Peygamber mescidi.
Az sonra oraya girecek ve başta Efendiler Efendisi olmak üzere hafızama kazınan onlarca sahabeyi görecektim. İçlerinde en çok Peygamberimizin benden sonra bir peygamber gelseydi Ömer olurdu dediği Hz. Ömer’i, Peygamberimizin hicrette yol arkadaşı, sırdaşı, Atik, Sıddık Hz. Ebu Bekir’i, Peygamberimizin kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm ile evlendiğinden “Zin-nureyn- çift nur sahibi” lakabı verilen, edep timsali Hz. Osman’ı, ve Peygamberimizin; "Allah, her peygamberin zürriyetini kendi sulbünden, benim zürriyetimi ise Ali’nin sulbünden kıldı " dediği ilmin kapısı, Haydar-ı Kerrâr, Şah-ı Merdar Hz. Ali’yi çok merak ediyordum. Ve elbette Halid bin Velid’i, Bilal-i Habeşi’yi, Selman-ı Farisi’yi, Ebu Zer’i, Ammar’ı. Enes’i, ve İstanbul’un fethinin manevi mimarı, Peygamberimizi evinde yedi ay misafir eden Eyyüb-el Ensari hazretlerini çok merak ediyordum.
Böyle bir manzaraya hangi yürek dayanır. Benim de yüreğim yavru bir serçe yüreği gibi tıp tıp atıyordu. Bunun bir rüya olduğunu biliyor ancak ya rüyadan uyanıverirsem ve her biri gökteki yıldızlar misali o güzide insanları göremezsem diye telaşa kapılıyor, içten içe hüzünleniyordum.
Mescide girdiğimizde tüm sahabe namaz için saf tutmuştu. Saflar o kadar düzgün ve sıkıydı ki askeri bir birliğin nizam ve disiplini içindeydi. Gözlerim hemen safların en önündeki İmama kaydı ama O değildi. Buna emindim. Çünkü Peygamberimizin fiziki özellikleri ezberimdeydi. Ne aşırı derecede uzun, ne de kısa, bulunduğu topluluğun orta boylusu. Saçları, ne kıvırcık ne de dümdüz, hafifçe dalgalı. Mübarek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz, gözleri siyah, kirpikleri sık ve uzun, omuz başları iri yapılı. Oysa öndeki zat uzun boylu, uzun yüzlü ve zayıf bedenliydi.
“Men hüve- o kim?” dedim. “Ebu Bekir” dedi.
İşte Peygamberimizin bütün insanların imanı bir kefeye Ebu Bekir’in imanı bir kefeye dediği ilk hür Müslüman, İslam’ın ilk Raşit Halifesi Ebu Bekir Sıddık karşımda duruyordu, ama ben Peygamberimizin nerede olduğunu merak ediyordum;
“Eyne Rasûlullah- Allah Rasûlu nerede? “dedim.
Eliyle mescide açılan kapıyı göstererek;
“Aişe’nin odasında, çok hasta. Bu yüzden namazı Ebu Bekir’in kıldırmasını buyurdular” dedi.
Bir anda gözlerim mescitten yirmi adım ötedeki odaya çevrildi ve bakışlarım uzun süre kapı üzerinde takılı kaldı. İşte orada... Aişe’nin odasında istirahat buyuruyorlar. Oda… Aişe’nin odası… İzdivaçlarından hemen sonra, takriben hicretin 2. senesinde mescidin bitişiğine inşa edilen üstü hurma yaprakları ve lifleriyle kaplı basık, daracık bir oda. Öyle ki Efendimiz ayağa kalktığımda çoğunlukla başı tavana değiyor, secde ettiğinde Aişe anneniz ayaklarını toplamak zorunda kalıyordu. İçinde eşya olarak bir döşek bir su kırbası, hurma koymak için birkaç kap kaçak ve aydınlanmak için kandil. Kandilin içinde yağ olmadığından odanın içi çoğu geceler karanlık. Oysa küçücük, daracık, içinde kandil bile yanmayan bu oda ileri de öyle bir mekân olacaktı ki tüm cihanı aydınlatacak, âlemleri nura boğacaktı.
O an düşündüm ki; hemen yerimden kalkayım odaya yöneleyim, kapının önünde durayım ve usulca vurayım; “tık tık.” Biraz bekleyeyim. Ses gelmeyince yine vurayım; “tık tık.” Sünnet usulünce biraz daha bekleyeyim. Kapı açılmayınca sesimi fazla yükseltmeden tıpkı Efendimizi sabahları uyandırmakla vazifeli Bilal gibi diyeyim; Ey Allah’ın Rasûlu namaz. Bilirim namaz senin gözünün nurudur diyeyim. Senin gözün, gönlün hep namazdadır diyeyim. Bak ashabın seni bekler, nur cemalini şimdiden özlediler, aralarına katılmanı can-ı gönülden istiyorlar diyeyim. Hem, ben de seni görmek isterim. Seni görmek için asırlar ötesinden geldim. Biliyorum sana bakacak ne yüzüm ne de buna cesaretim var, ancak seni rüyada bile görmeyi o kadar çok isterdim ki, canımı bile bu uğurda verirdim inan diyeyim.
Bulunduğun yer ile oda arasındaki yirmi adımlık mesafe uzadıkça uzuyor ve ben bir maratoncu gibi koşuyor koşuyor ama bir türlü kapıya ulaşamıyordum.
Bu sırada Bilal kamet getirmiş farz kılınacaktı. Abdestim olmadığını fark ettim hemen bir koşu abdest aldım geldim. Benim abdest aldığımı gören Zeyd ile Yezid’in yüzleri tebessümle doldu. Omzumu Zeyd’in omzuna, ayak parmak uçlarımı ayak parmak uçlarına sıkıca bitiştirip namaza durdum. Ancak aklım fikrim hep odada idi. Sonra kaçamak bakışlarla sahabenin namazını gözlüyordum. Onların namazı ne benim ne de camilerimizde kılınan namazlara benziyordu. Bizim namazımız sahabenin namazına kıyasla tavuğun yerden mısır tanelerini toplaması gibiydi. Hele jet hızıyla kılınan teravih namazları aklıma geldi ve gülmemek için kendimi zor tuttum. Oysa Sahabeler namazın her bir rükun ve erkanına tam riayet ediyorlar, tadil-i erkandan asla taviz vermiyorlardı. Böyle bir namaz da onları alıyor “namaz Müminin miracıdır” hadisi gereği öteler ötesine ışınlıyordu.
Selam verirken diğer yanımdaki sahabenin âmâ olduğunu fark ettim. Bu âmâ sahabe Abdullah bin Ümmi Mektum değil miydi? Hani Abese suresinin inzaline sebep olan, Bedir savaşında geride kalanlara imamlık yapma vazifesi verilen ve Efendimizin; “Merhaba Ey Rabbimin bana hitap ve ikazında bulunmasına sebep olan kişi” diye iltifat edip, yanına oturttuğu, hâlini, hatırını sorduğu, hane-i saadetine alıp, onunla sohbet ettiği Ümmi Mektum değil miydi? Ya önümdeki kolu olmayan sahabe. O da Uhud savaşında bedenini Efendimize kalkan eden Hz. Talha değil miydi?
Namaz sonrası hayranlıkla sahabeleri izlerken mescide açılan kapı yavaşça aralandı. Tüm başlar anında kapıya çevrilip, heyecanlı bakışlar kapıda bekleyen kişide odaklandı. Şimdi kimseden çıt çıkmıyordu. O kadar ki; neredeyse havada uçan sineğin kanat sesleri, yerde yürüyen karıncanın ayak sesleri duyulacaktı. Zaman durmuştu o an ve sahabeler tıpkı Çin hükümdarı Qin Shihuang’ın askerleri Terra Cottalar gibi taş kesilmişler kapıdaki kişiye bakıyorlar ondan müjdeli bir haber bekliyorlardı.
Sonra yumuşak, serin bir rüzgârı esti. Bu daha çok sabahları esen saba rüzgârı idi. Şimdi ise günün bu en sıcak anında tatlı tatlı esiyor, bahçelerdeki hurma, vahadaki değişik bitki kokularını alıp sinelere dolduruyor, mescidin tavanındaki hurma yaprakları hışırdıyordu.
Kapıdaki Hz. Ali idi. Gözleri dolmuş, rengi solmuş, takatten düşmüş, boğazı düğüm düğümdü. Bakışlarını yerden kaldırıp sahabe üzerinde gezdirdi ve kendini daha fazla tutamayıp hıçkırıklara boğuldu. Az sonra odadan Aişe’nin içli ağlayışları yükseldi.
Bir şok yaşıyordu Sahabeler. Şaşkınlık içerisindeydiler. Nasıl yani? Sakın bir yanlış anlama olmasın? Ali, göz ağrısı çeker hep, sakın gördükleri bir yanılgıdan ibaret olmasın. Peygamber ağır hastalığından dolayı tekrar bayılmış olmasın. Kimse malum hakikati dillendirmek istemiyor kimse Allah Rasûlu’nun dar-ı irtihal ettiğine inanmak istemiyordu. Kimse kimsenin gözlerine bakmak istemiyordu. İstiyorlardı ki; gözlerinin önünde hep Allah’ın Rasûlu olsun.
Oysa ayrılığın işaretleri son bir yıldır görülüyordu. Çünkü Peygamber veda haccını yapmış, veda hutbesini okumuş, cennet-ül baki mezarlığını ziyaret etmişti. Bizans diyarına sevk ettiği orduyla vedalaşmış, minbere çıkıp Mekke’de irad buyurdukları hutbenin bir benzerini Medine’de irad buyurup artık dinin tamamlandığı konusu üzerinde tekrar basa basa durmuştu. Son zamanlarca Cibril-i Eminin ziyaretleri sıklaşmış ve Kuran mukabele edilerek hangi ayet hangi sureye konacağı ve surelerin sıralanışı kesinleşmişti. İşte tüm bunlar bir nevi ayrılık sinyalleriydi. Peygamber vazifesini tamamlamıştı ve bu gelen son ayetlerle de tescillenmişti.
Ve Allah kulunu dünya nimetleri ile kendi katına nail olmak arasında muhayyer bırakmış ve kul yüzünü refik-i alaya çevirerek Rabbinin katını tercih etmişti.
Sahabeler şaşkındı. Sanki derin bir uykuda gibiydiler. Hâlâ kapının eşiğinde iki büklüm hıçkıran Ali’ye bakıyorlardı. Serin esen saba bile onların bu donuk bakışlarını çözememişti. Böyle olacağını, Peygamberin bir gün onları yalnız bırakacağını hiç akıllarına getirmemişlerdi. Sonra odadan tatlı, hoş bir koku yayıldı. Bu koku onları alıp maziye, Peygamber ile yaşanan zamanlara götürdü. Muhacirler, tebliğin başlamasından sonra yaşanan çile günlerini, Habeşistan’a hicreti ve Şib-i Ebi Talib’ de açlık ve sefalet içinde geçen hüzün yıllarını düşünüyordu. Ensar, Akabe Biatlarını ve Peygamberin veda tepesinden üzerlerine bir dolunay gibi doğmasıyla Medine’de tesis edilen barış, huzur ve sükûn ortamını düşünüyordu. Tüm Ashab-ı Kiram, meleklerin yardımıyla kazanılan Bedir’i, Hz Hamza’nın Vahşi tarafından şehit edildiği Uhud’u, Medine etrafına hendek kazılırken Peygamberin kendilerine hurma ve süt ikramını, Hudeybiye’de yaptıkları Rıdvan Biatını ve Peygamberin muzaffer bir komutan olarak ama tevazu içinde Mekke’ye girişini düşünüyorlardı.
Ve kendi kendilerine soruyorlardı; artık Rasûlullah aramızda olmayacak mı? Atık gökten bir daha vahiy gelmeyecek mi?
Dev cüsseli bir sahabe kılıcını çekerek;
“Muhammed ölmedi sağdır. Kim ona öldü derse kellesini uçururum O ölmedi, tıpkı Hz. Musa gibi rabbinin huzuruna gitti ve geri dönecek” dedi
Aman Allah’ım bu zat Ömer değil miydi? Hani şairin; “Dicle kenarında bir kurt kapsa koyunu, Gelir de adli İlahi Ömer’den sorar onu” mısralarıyla ifade ettiği, adaleti bütün zamanlarda misal gösterilen, mahkeme duvarlarında Adalet mülkün temelidir sözü yazılı olan adaletin timsali Koca Ömer değil miydi? Demek ki onunda aklı başında değildi. Ne yaptığının ne söylediğinin farkında değildi. Belki o da diğer sahabeler gibi Rasûlullah’ın öleceğini hiç düşünmemişti.
Ömer’in bu çıkışı sahabeleri özellikle de kalpleri henüz iman nuruyla nurlanmamış bedevileri farklı mecralara sürükleyebilirdi. Durumun hassasiyetini anlayan Ebu Bekir soğukkanlılığı koruyordu. Namaz kıldırma vazifesi ona verildiğine göre meseleye müdahale etmeliydi. Hemen minbere çıktı;
“Ey insanlar! İçinizde Muhammed’e tapan varsa, iyi bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah’a ibadet edenler varsa, iyi bilsin ki, Allah bakidir, asla ölmez.” O sırada kimsenin aklına gelmeyen ayeti okudu; “Muhammed, ancak bir Peygamberdir. Ondan önce nice Resuller geldi, geçti. Eğer O ölürse veya öldürülürse, siz geriye mi döneceksiniz? Her kim geri dönerse, Allaha hiç bir zarar vermez. Allah, şükredenlere mükâfat verir."
Bu ayet, evvelce Uhud savaşı sırasında Muhammed öldü diye çıkan şayialar üzerine nazil olmuştu, fakat şaşkınlık halinde kimse bu ayeti hatırlayamamıştı. Şimdi, Ebu Bekir’in ağzından duyunca, herkes kendine geldi; uykudan uyanır gibi uyandı. Hazreti Ebu Bekir’in okuduğu ayetlerden diğeri de: “Habibim, muhakkak sen de öleceksin! Onlar da ölecek" ayetiydi.
Konuşmasını bitiren Ebu Bekir doğruca Efendimizin odasına girdi. Onun bu konuşması işe yaramış ve sahabeler kısmen de ola üzerlerinden şoku atmıştı. Şimdi herkes hakikati anlamış ağlaşıyordu. Peygamberin mübarek ailesi ağlıyordu. Kızı Fatıma, torunları Hasan ile Hüseyin ve Pak zevceleri ağlıyordu. Bilal ağlıyordu. Zeyd ağlıyordu. Enes ben artık kime hizmet ederim diyerek ağlıyordu. Ammar, Üsame ağlıyordu. Baktım Ümmi Mektubun o güzelim gözlerinden süzülen gözyaşları elbisesini ıslatmıştı. Kim bilir belki de Allah Rasûlu’nun azar işitmesine sebep oldum diye vicdan azabı çekip ağlıyordu. Çocuklar, kadınlar tüm Medine ağlıyordu. Ve Kasva ağlıyordu. Allah Rasûlu onu Ebu Bekir’den satın almış, onun sırtında hicret etmiş, veda hutbesini onun sırtında irat buyurmuşlar, bazı ayetler onun sırtında vahiy olmuş ve daha nice yolculuklarını onun sırtında yapmışlardı. Kasva tüm bu olaylarda Efendiler efendisini sırtında kutsal bir emanet gibi taşımış, Ona konforlu seyahatler sunmuştu. Kasva sadece ağlamıyor, ayılık acısından Mecnun gibi çöllerde geziniyordu. Onu günler sonra yuları bir ağaca takılmış halde bulacaklardı.
Yerdekiler ağlarda göktekiler ağlamaz mı? Onlar da öteler ötesinden aşağıdaki bu hüzün dolu sahneye şahit olup kendilerince ağlaşıyorlardı. Bir turna sürüsü belirdi gökyüzünde. Peşinden bir kaz sürüsü ve diğer göçmen kuşlar… Berrak gökyüzünde çığlık çığlığa kanat çırpıyorlardı. Daha havalar ısınmadan yollara düşmüşlerdi. Anlaşılan kuzeye göç erken başlamıştı bu sene. Onlar da aşağıdaki matemi, hüznü görüyorlar ve ihtimal bu çığlıklar onların tuttukları yaslardı
Zeyd gözyaşlarını silerek; “Ben Efendimizin vahiy katibiyim, ama Ebu Bekir’in okuduğu ayetleri hiç duymamış gibiyim, sanki bu ayetler hiç nazil olmamış sanki böyle ayetleri hiç yazmamış gibiyim.” dedi
Sonra bir ezan sesi duyuldu. Bir münadi adımı seslendi. Kulaklarımı eskilerden tanıdık bir müzik yaladı geçti. Bu ses, evet bu ezan sesi Bilal’e ait değildi. Bu ses gönülleri coşturmuyor, ruhlara sevinç pompalamıyor, aksine hoparlör cızıltıları arasında itici bir ezan sesiydi. Ben bakışlarımı tamamen Efendimizin odasına kilitlemiş neler olacağını merak ederken münadi kolumu çekiştirerek adımı seslenmeye devam ediyordu.
Kendime geldiğimde karşımda çaycı bayanı gördüm ilk. Kapının önünde elinde alet edavat bekleşen tamircileri gördüm sonra. Minarelerden öğle ezanı okunuyor, laptopda Orhan Gencebay’ın tanrım bu rüyadan hiç uyandırmasın şarkısı çalıyordu.
Tamirciler işini bitirip gitmişti bile. Oysa ben o anlarda yüreğimde bir rüyadan arta kalan hüznü taşıyordum. O anlar hayatımın en derin düşüncelerine daldığım anlardı. Bir nevi yakaza halindeydim. Kimseyi ne görecek ne de duyacak durumum vardı. Telefonun çaldığını bile dakikalar sonra fark ettim. Eşiniz arıyor dedi sekreter, çok önemliymiş. Ahizeyi elime aldığımda eşimin feryatları kulaklarımda çınladı;
“Oğlum, canım oğlum… başına çerçeve düştü, üniversite hastanesindeyiz. Sana ulaşmaya çalıştım ama…”
“Durumu nasıl?”
“Çabuk gel”
Bir uykudan uyanır gibiydim. Hemen fırladım.
Yağmur dinmiş, sabah ki fırtınadan eser kalmamıştı. Dağılan bulutlar arasından güneş yüzünü göstermiş, incecik bir gökkuşağı gökyüzünü bir baştan bir başa kaplamıştı.
“Durumu nasıl doktor?”
“Endişelenmeyin, başındaki cam parçacıklarını temizleyip, yaraya dikiş attık. Birkaç güne kadar hiçbir şeyi kalmaz. Şimdi biraz dinlenmesi lazım.”
Eşim, beyaz çarşaflar arasında uyuyan oğlumuzun elinden tutmuş, gözyaşları döküyordu. Beni görünce hemen kollarıma atladı;
“Nasıl oldu anlayamadım. Odasında ders çalışıyordu, sonra bir ses duydum, koştum baktım kanlar içindeydi.”
Oğlumu yatakta başı sargılı, kolları serumlu görünce yüreğim sızladı.
“Yerde kanlar içindeydi, ne yapacağımı bilemedim, seni aradım cep telefonun kapalıydı, sinir krizleri geçirdim.”
“Merak etme, doktorla konuştum, korkulacak bir durum olmadığını söyledi. Hadi sen dinlen biraz ben onun başında beklerim.”
“Hayır, oğlumun yanında kalmak istiyorum.”
Ben sandalyede, eşim yatağın ucunda beklemeye başladık.
“baba” dedi oğlum. İkimizde aynı anda yerimizden fırlayarak; “oğlum” dedik. Akşam olmuştu ve anlaşılan eşimle birlikte uyuyup kalmıştık. “sana bir şey söyleye bilir miyim baba?” dedi. “tabi aslan koçum söyleyebilirsin?” “ben artık yüzme kursuna gitmek istemiyorum.” Eşimle birbirimize baktık. Çünkü bu yaz onu yüzme kursuna gönderecektik ve bu kursa gitmeyi çok istiyordu. “nasıl istersen oğlum, ama bunun bir sebebi olmalı öyle değil mi?” “Çünkü ben yüzmeyi öğrendim.” Eşimle tekrar göz göze geldik. Tüm bunları nasıl anlamalıydık. Hafıza kaybı, unutkanlık, geçici bir travma hali ne bileyim kafasına aldığı darbeden dolayı her şey olabilirdi. “Bir rüya gördüm baba” diyerek anlatmaya başladı; “Rüyamda hurma ağaçlarıyla kaplı bir bahçedeydim. Bahçenin ortasındaki havuzda iki çocuk yüzüyordu. Adlarının Zeyd ve Yezid olduğunu söylediler. Ben de onlara adımı söyledim. Hadi beraber yüzelim dediler. Ben yüzme bilmediğimi ama bu yaz kursta öğreneceğimi söyledim. Yüzmenin de kursu mu olurmuş diyerek gülüştüler. İşte o an yanımda nur yüzlü birisi belirdi. Başımı okşadı, elimden tuttu. Hiç merak etme Emir, ben sana yüzmeyi öğreteceğim dedi. Bir zamanlar ben de senin gibiyken burada yüzmeyi öğrenmiştim”
Şimdi ağlama sırası bende idi.
Yarabbi, en iyisini sen bilirsin. Hayatımızı çepeçevre kuşattığın gibi rüyalarımızın da tek hakimi sensin. Bizler daha hayat ile rüya arasındaki ilişkiyi, neyin gerçek neyin bir rüyadan ibaret olduğunu anlayacak kapasitede değiliz.
Aradan bir hafta geçti. Oğlum iyileşmiş ve başındaki son dikişlerde alınmıştı. Ona her gece hikâyeler okuyordum. Bu hikâyeler daha çok Peygamber kıssalarından derlediğim hikâyelerdi. O gece de Nur çocuğun hikâyesini anlatmaya karar verdim.
Hikâyeyi bitirdiğimde oğlum derin bir uykunun ellerine teslim olmuştu. İhtimal yine rüyalara dalmıştı ve rüyasında Nur çocuk ile gökyüzünde uçurtma uçuruyordu.
Sonra çalışma odama geçtim. Yarışma için çıkardığım notları tekrar gözden geçirmeliydim; Emmü Eymen; Peygamberimize baba yadigârı Habeşli köle idi. Zeyd ile evlenmiş ve onların Üsame isimli oğulları olmuştu. Peygamberimiz Üsame’yi çok sevmiş ve henüz on sekiz yaşında iken içinde Ömerlerin, Ebu Bekirlerin, Halitlerin bulunduğu orduya komutan tayin etmişti. Ebva; Peygamberimizin annesinin mezarının olduğu köydü. Peygamberimizin ölmeden önce yaptığı son iş dişlerini temizlemekti. Eşhur’ul Hurum; haram aylar demek ki; Zilkade, zilhicce, recep ve muharrem. İhanetleri sonucu Medine’den sürülen Yahudi kabileleri; Beni Nadir, Kaynuka ve Kureyza idi. Aşere-i Mübeşşere; daha dünyada iken cennetle müjdelenen on kişi demekti.
Ardından kitabı elime aldım. Efendimizin techiz, tekfin ve definleriyle ilgili bölümü okudum;
“Abbas, Hazret-i Ali, Talha, Zübeyir ve Peygamber Efendimizin diğer hâne halkı bir yandan taziyeleri kabul ediyor, bir yandan teçhiz ve tekfin işiyle meşgul oluyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir de Peygamber Efendimizin mübârek hânesinde bulunuyor ve defin ve cenâze işleriyle bizzat ilgileniyordu. Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek naşını, Peygamber Efendimizin (asm) vasiyeti üzerine Ali, Abbas, Abbas’ın oğullarından Kusem ve Fazl ve Üsame bin Zeyd birlikte yıkadılar. Müslümanlar bölük bölük gelerek namazını kıldılar. Ardından, üzerinde vefat ettiği mübârek döşeği kaldırıldı, oracığa mezar ve lahit kazıldı ve defnedildi. Nitekim Peygamberler vefat ettikleri zaman hiçbir yere taşınmazlar, vefat ettikleri yere defnedilirler.”
Efendimiz (S.A.V) Rebiülevvel ayının bir pazartesi günü dünyayı şereflendirmişlerdi, yine rebiülevvel ayının bir pazartesi günü ahrete intikal ettiler. (Rabbim Şefeat-i Uzmasından mahrum bırakmasın. Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke ya Resulallah)
YORUMLAR
Güzel hikaye.
Bazı konuları benimsemesem de,
(Çocuklara, gerçek dışı hikayeler anlatmak gibi)
yazarının üslubunu çok beğendim.
Günümüz ile geçmiş arasında kurduğu köprüler de harikaydı.
İki yılını Medine şehrinde geçirmiş bir insan olarak,
şehrin tasvirlerini çok gerçekçi bulmadımsa da,
ilgi ile okuduğumu ifade etmek isterim.
Medine güzel şehirdir hala.
Ama,
çölün ortasındaki o muhteşem güzellik,
yeşili asla sevmeyen Araplar tarafından yok edilmektedir.
Kutluyorum yazarı.
Hikaye çok uzundu.
keşke bölümlere ayrılsaydı.