- 1091 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
TAHİR DEDE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
TAHİR DEDE
Tahir Dede, o akşam ev halkının bulunduğu büyük salona girdi. Kapının yanındaki en yakın koltuklardan birine oturdu. Herkes, günün ardından gelen yorgunlukla sessizliğe gömülmüştü. Onun gelişiyle birlikte odadakiler toparlandılar. Yaşlı adam derin bir mahcubiyetle herkesi selamladı. Sanki karşı binadan gelen bir komşu gibiydi. Bu evdeki ailenin başı sayılırdı. Fakat bir buçuk yıl geçmesine rağmen, yeni ailesine bir türlü alışamamıştı. Eskiden buraya gezmeğe geldiğinde her şey ne güzeldi. Çocukları, torunları hep pür dikkat onu dinlerler, ilgi gösterirlerdi. Fakat buraya yerleşince o cazibe kaybolmuştu. Memleketinde eşini kaybedince, oğlu onu alıp İstanbul’a getirdi. Başka çocuğu olsa belki gelmezdi ama... Yetmiş iki yaşından sonra İstanbul’da yaşamak pek katlanılır şey değildi. Ancak ne yapabilirdi, köyünde yalnız yaşamak da artık ona güç geliyordu. İstanbul’a alışmalıydı, başka çaresi de yoktu.
Evin sahibi Halit Bey, Yakacık sırtlarındaki bu evi satın aldığında, burası eski, bakımsız terk edilmiş bir virane halindeydi. Önce bu iki katlı, önü bahçeli binanın aslına dokunmadan zevkine göre tamiratını yaptırdı. Eşi Zehra Hanım’ın ısrarıyla, bahçeye küçük bir havuz da ilave edilmişti. Karı koca, ikindi vakti bu havuzun dibinde baş başa kahve içmeyi adet haline getirmişlerdi.
Halit Bey bir konfeksiyon mağazasının sahibiydi. Genç yaşta geldiği İstanbul’da Kimyagerlik okumuş, mezun olduktan sonra da İstanbul’un cazibesine kapılıp memleketi Tosya’ya dönmemişti. Önce bir aktar dükkanında işe başladı. Gerçi bu tercihi hem arkadaşlarının hem de memleketteki anne babasının canını sıktı. Özellikle babası, oğlunun hiç değilse öğretmen olmasını arzu ediyordu. Fakat, Halit doğuştan sahip olduğu ticari zekasıyla bu işte tutundu. Geçen zamanla baharat dükkanının sahibi Ziya Bey, onu belli bir payla işe ortak yaptı. Birçok yere alım işine gidiyor, eksperlik ediyor, tanıtım ve satış işlerini de yapıyor; çevresine hayli güven veriyordu. Hele alternatif tıp meraklısı veya zayıflama kürü meraklılarına açıklayarak yardımcı oluyor, hayli para da kazanıyordu.
Halit, zamanla işi büyüttü. Memleketinin de pirincini satmaya başladı. Zamanla kuruyemiş işine de girdi. Artık yirmi yedi yaşına geldiğinde, İstanbul’da çoğu kişinin tanıdığı bir işadamı olmuştu. Ortağı Ziya Bey, bu genç ve idealist adamı kaybetmek istemiyordu. Bunun için on sekizindeki kızı Zehra’yı onunla evlendirdi.
Artık daha rahat hareket ediyor, devamlı yeni işler araştırıyordu. Eski okul arkadaşlarından biriyle tekstil işine girdi. Gerçi pek alışık olduğu bir alan değildi, ancak Laleli pazarının açılmasından sonra Rusya’ya, Orta Asya’ya mal göndermeye başladı. Bahtı hep gülmüştü .Eşiyle sık sık seçkin davetlere gidiyor, işindeki ve toplumdaki saygınlığından dolayı büyük ilgi görüyordu.
Halit’in birisi altı, diğeri de dokuz yaşında iki kızı vardı. Leyla ve Elif.Tahir Dede çok istemesine rağmen onlarla bir türlü özlediği dede torun bağını kuramıyor, bu da onu çok üzüyordu. Torunlarının annesi Zehra Hanım da kaynatasına gereken saygıyı gösteriyordu. Çocuklarının eğitimi konusunda titizdi. Onları her gün okula kadar götürür, eve gelen özel öğretmenlerin verdiği dersleri kavrayıp kavrayamadıklarını mutlaka kontrol ederdi. Evin hizmetçisi Zeliha, çoğu zaman evde kalıyordu. İlk evliliğinden de mutluluğu yakalayamadığından ayrılmıştı. Çocuk sahibi olamayacak olması da eşinin ayrılması için bahane olmuştu. Hayatını bu aileye adamış gibiydi. Evin erkek hizmetlisi İrfan sabah-akşam arası bulunur, Halit Bey’in verdiği işleri görür, kışın kaloriferleri yakar, artan zamanında patronunun iş yerinde bulunurdu.
Tahir Dede gündüzleri bazen İrfan’la vakit geçirir, bazen mahalle kahvehanelerine takılırdı. Sabahları cemaatle namaz kılar, çıkışta cemaatten bazı kişilerle birlikte kahvede oturup sohbet ederdi. Eve seçkin misafirler geldiğinde, pek ortalarda görünmezdi. Bazen şehrin uzak yerlerine gezmeye gider, şehrin manevi temelini atan Eyüp Sultan’ı, Aziz Mahmut Hüdayi’yi ziyarete giderdi. Vakit buldukça da hemşehrilerinin oturduğu kahvelere uğrar, zaman öldürürdü. Önceleri rahat bir ömür sürmeye başlaması, ona memleketindeki yılların yorgunluğunu dindirmişti. Ancak, şimdi bu rahat ona çok gelmeye başlamıştı. Mandalarla ektiği pirinç tarlalarını, memleketinin ceviz ağaçlarıyla kaplı topraklarını, göletlerde sürüler halinde yüzen ördekleri ,cana can katan manda yoğurtlarının lezzetini özlemişti. Burada kendine gerekli olan her şeyi bulmuştu. Ancak onun hayal ettiği şeyler başkaydı...
Eve geldiğinde torunlarıyla oynaşmak istiyordu. Ancak onların meşgul olduğu o kadar çok eğlenceleri vardı ki... Okuldan, bilgisayardan, elektrikli oyuncaklardan dedelerine pek sıra gelmiyordu. Dede modern hayat tarzıyla insanların birbirinden nasıl koptuğunu görüyor, kimseye bunu anlatamıyordu. İnsanlar kalabalık içinde yalnız, yapayalnızdı. Parasızlıktan değil, bir şeyler anlatamamanın ıstırabı çok ağır ve dayanılmazdı. Oğlu ile bile, sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde formaliteden konuşuyorlardı. Oğlunun kendi hatırını sorması, ilgilenmesi bir şey ifade etmiyordu. O, kendisini sadece rolünü oynayan bir figüran olarak görüyor; yaşadığı hayata hiçbir şey verememesi, onun kendisini kabuğuna çekilmiş bir salyangoz gibi hissetmesine sebep oluyordu.
.............................
O gün, havada yoğun bir sis vardı. Ev halkı yemekten sonra odalarına çekilmiş, dinleniyordu. Birazdan her zamanki gibi, büyük salonda toplanacaklar; çay kahve içip bir daha dağılacaklardı.
Torunlar çalışma odalarında biraz ders çalışıyor, biraz bilgisayar oynuyorlardı. Zeliha servis yapıyordu. Masanın ortasına meyveleri, hafif tatlıları bıraktı. Tepsiyle kahveleri servis yaptı. Halit, günlük gazetelerden birini okuyor, Zehra da göz ucuyla televizyon programına bakıyordu. Televizyona sık sık çıkan birisini kocasına gösterip:
-Bunlar da çok oluyor ama! Bu ailenin bilinmeyen bir şeyi kalmadı, dedi.
-Boş ver, zaten magazin programlarının başka işi yok ki!
Zehra televizyon kanallarını değiştirmeye başladı. Bir kanaldaki pop sanatçısının kıyafeti hakkında konuştular. Bir kanalda da Robenson Cruseu’nun yalnız başına hayatta kalma mücadelesi canlandırılmıştı. İlgi ile seyretmeğe başladılar. Tahir Dede “Onun işi benden kolaymış” dedi kendi kendine. “Adam kalabalıkta yalnız kalmak nedir ,bilseydi ,herhalde haline razı olurdu” diye söylendi.
Bir aralık, başka bir televizyon kanalında değişik ülkelere gezi turlarını ve ülkeleri tanıtan bir programı seyre koyuldular. Tam bu sırada beklenmeyen bir şey oldu: Elektrikler kesilmişti. Önce küçük bir panik yaşandı. Çocuklar “anne” çığlıklarıyla her yeri inletiyordu. Dede elindeki çakmağı yakarak çocukların yanına gitti. Onları peşine takarak salona getirdi. Zeliha, mutfaktan biri yanmış, diğerleri avucunun içinde beş altı mum ile geldi. Zehra:
-Zeliha, gel sen de bizimle otur, dedi.
Halit’in aklına jeneratörü çalıştırmak geldi. Ancak hazırlıksızdılar. Epeydir bir elektrik kesintisi olmadığından, jeneratör yakıtı hazır değildi.
-Bir müddet böyle bekleyelim, millet! Dedi Halit. Üç mum yaktılar. Yarım saat geçti, elektrik yoktu. Mum ışığı altında önceki yaşanan şaşkınlığın yerini samimi bir sohbet alıverdi. Halit, o zaman gaz lâmbası önünde geçen çocukluğunu, çırayla komşuluğa gidilen günleri hatırlayıverdi babasıyla.
-Ne günlerdi değil mi baba? Dedi.
-O hayat bize göreydi be oğlum, dedi. Şimdi her şey var, ama iyi ki o zamanlar insana iki laf ettirmeyen televizyonumuz, bilgisayarımız yokmuş.
Zehra:
- Şimdiki kuşaklar onlarsız yapamaz baba, dedi. Artık ellerindekilere alıştılar…Sokakta oynayan çocuk yok artık, internet oyunları var...
Yaşlı adam, gelinine acı acı başını salladı. Sonra aklına çocukça bir fikir geldi. Çakmağı yakarak odasına çıktı. Geldiğinden beri hiç eline almadığı bağlamasını tutarak geri döndü. Oturdu. Bir yetim başını okşar gibi zavallı sazını okşadı. Onu ne kadar özlemiş olduğunu hissetti. Hayli zaman geçtiğinden tozlanmış, akordu biraz gevşemiş ve hantallaşmıştı. Birkaç dakikalık bir uğraşmadan sonra bağlamayı sol eline, tezeneyi de sağ eline alıp çalmaya başladı: “Manda yuva yapmış söğüt dalına…”
Bir saatten fazla zaman geçti…Tahir Dede köyünün, memleketinin bütün havalarını çalıyor, ara verip çocukluk ve gençlik hatıralarını anlatıyor, memleketinin masallarını yeniden yaşıyormuş gibi dillendiriyor; ev halkı büyük bir hayranlık ve şaşkınlıkla onu seyrediyor, dinliyordu. Çocuklar büyülenmiş, Bin Bir Gece Masalları dinler gibi ,dikkatlerini ona veriyorlardı. Alaattin’in sihirli lambasındaki gibi “cin” artık şişeden çıkmıştı.
İki saat geçmişti ki birden elektrikler geldi. İkinci bir şaşkınlık oldu. Elleriyle gözlerini ovuşturdular. Derin bir “oh!” çektiler. Herkes aydınlık dünyaya dönecekken, küçük Leyla koşarak elektrik düğmelerini kapattı. Evdekilerin “ne yapıyorsun?” demelerine aldırmadan, dedesinin kucağına atılarak oturdu; onu öperek:
-Haydi dede, dedi, kaldığın yerden devam et!
. ÜNVER PAZARLI
YORUMLAR
ünver pazarlı
Çok güzel bir hikaye.
Çokça yorum cümleleri yazmaya gerek yok.
Söylenecek ne kadar söz var ise,
tas yamam hepsini söylemiş hikayenin yazarı.
Olay budur maalesef.