Bir Deneme: Türk’ün Uygarlık Süreci-1
Tarih, toplumların zaman içinde değişime uğradığı yolları arama eylemidir. Tarih bilinci ise bugünü geçmişin sonucu, geleceği de bugünün bir devamı sayan bilinçtir. Böyle bir bilince sahip olabilmek, tarihe duygularımızın doruklarından değil, objektif kriterlerin belirlediği açıdan bakmayı gerektirir. Aklı rehber edinen bilimsel anlayışa göre, tarihte egemen etken maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Böyle bir bakıştan yoksun ele alınan tarih, aslında tarih olmayıp, doğaüstü güçlerin çeşitli mucizeleriyle harmanlanmış, efsanelerle bezenmiş masalların bir karışımından başka bir şey değildir. Böyle bir birikimle, herhangi bir kültürel çözümlemeye ulaşabilmek ise olanaksızdır.
Tarihe bakarken, yani geçmişte yaşanmış olanı anlamaya çalışırken; başka bir söylemle geçmişi irdeleyip mantıksal bir neden-sonuç bütünlüğüne erişmeyi amaçlarken bilinçli olmak şarttır. Bilinç, farkında olmaktır; düşünsel bir eylemdir. Düşünmek, bir konunun bütün yönlerini incelemek, ona ilişkin bilgilerini yoğunlaştırmak için dikkatini o konu üzerinde toplamak ve ona yönelmek isteğiyle yapılan zihinsel eylemdir. Bu zihinsel süreç, ”neden” diye sormakla başlar, bu sorunun ardından ortaya çıkan seçenekleri görmekle sürer. Sonra da bu seçenekleri eleye eleye varacağı kararı ‘benimsemekle’ tamamlanır”. Bir insanın, geçmişine, tarihine, yer altı-yer üstü hazinelerine, kentlerine, doğasına, denizlerine, göllerine, eski sanatlarına, neyi var neyi yoksa tümüne sahip çıkabilmesi için bilinçlenmesi birinci koşuldur
İnanç, bir düşünce haline sokulup toplumsallaştırılmadığı, yani bir “ideoloji” haline getirilmediği sürece bireyseldir ve kişinin iç mutluluğunun/huzurunun asıl kaynağıdır. Böyle bir insan daha üretken, ahlak normlarına daha bağlıdır. Kısacası, inancını kendi iç dünyasında yaşayan bir insan hem kendisine, hem de içinde yaşadığı topluma, insanlığa daha yararlıdır. Bununla birlikte, İnanan insan, inandığını bilir; onun inandığı soyut varlık hakkında tasarımlar oluşturmasına, bunları birbirleriyle ilişkilendirerek yeni zihinsel sonuçlara ulaşmasına ve tüm bu çabaların ürünü olarak düşünceler oluşturmasına gerek yoktur, zaten böyle bir zihinsel eylem "şeytana uymak" demektir; günaha sokar. Bu nedenle, herhangi bir inanç zorla ya da gönüllü olarak bir topluma benimsetilip, o toplumun ekonomi-politiğinin itici gücü haline getirilirse, bu, sadece o toplum için değil, tüm insanlık için yıkım olur. Nitekim, tarihte çok dramatik olaylar yazılıdır.
Oysa, bilinçli insan, bildiğine inanır. Bilgi, öğrenme, araştırma ve gözlem yoluyla elde edilen her türlü gerçek, malumat ve kavrayışın tümüdür. O halde, bilinçli olabilmek için bilmek, bilmek için de bilgi birikiminin olması gerekir. Bu nedenle, bilinçli insan olmak zordur, ağır sorumluluk yükler, çok yönlü düşünmeyi gerektirir, öğrendiğini daha doğru olanla değiştirme yükümlülüğünü taşır. En doğru bildiklerini eleştirmeye zorlar. Bildiklerini değiştirmeye açık tutarak bilinenlerin dondurulmasına izin vermez.
Sağlıklı düşünebilmek için, sağlıklı bir beyin yapısına ve üzerlerinde yeni kavramlar oluşturabilmek için de sağlıklı ön bilgilere gereksinin vardır. Beyin, organ yapısı olarak sağlıklı olsa da, eksik ya da gerçeklerden uzak ön bilgilerle yüklenmiş ise, üretilecek düşünce ve kavramların gerçeklere uygun olmaları beklenemez. Düşünce eyleminin oluşabilmesi için düşünülen konuyu ilgilendiren kavramların , bilgi ya da deneyim olarak, beyinde yer etmiş olması gerekir. Eğer önbilgiler sağlıksız ve gerçekleri yansıtmıyor ya da kısıtlamalarla yönlendirilmişse bunlara dayanılarak oluşturulan düşünme eyleminin ürünleri de gerçeklere uymayacaktır.
Türk’ün Bilinci Nasıl Oluştu ?
Psikanaliz biliminin kurucularından Pof. Dr. Alfred Adler, “ bir insan hakkında kesin bir yargı vermeden önce onun hangi şartlar içersinde yetişmiş olduğunu bilmemiz gerekir” demiş. ( Alfred Adler: insan Tabiatını Tanıma). İnsanın şu ya da bu olması, yani nasıl bir insan olacağı yani “kişiliği “ ve “ kimliği” içinde yetiştiği toplum tarafından belirlenir. Çünkü, doğumdan ölüme kadar diğer insanlarla etkileşim içinde olmamızın kişiliğimizi, benimsediğimiz değerleri ve davranış biçimlerimizi etkileyeceği kesindir. İçinde doğduğumuz ve olgunluğa eriştiğimiz toplumun kültürel ortamı davranışlarımızı o kadar çok fazla etkiler ki, kendimizi toplumun bizler için önceden hazırlamış olduğu bir kalıba döküldüğünü kesin olarak söyleyebiliriz.
Her toplumda/toplulukta yeni bireylere “gelenekler” aktarılır. Aktarılarak öğrenilen, çoğu zaman kişinin akıl süzgecinden geçirmeden benimsemesi istenen inanç ve görenekleri de kapsayan “gelenekler” hiçbir şekilde doğruluğu kanıtlanamayan, genellikle gerçek dışı bilgiler olarak beyinlere yerleşir. Doğayla ilişkilerle ve deneyerek elde edilen bilgilerde beyinde genellikle doğru kavramlar yerleşmekteyken, geçmişten ve başkalarından aktarılarak elde edilen bilgiler kişi yada çıkar grupları tarafından işlenmektedir. Bunun tipik örneği, Sünni Türk köylerinde bir zamanlar Arabistan’da yaşanmış olayların çarpıtılarak ve efsanelerle-mucizelerle şişirilerek ve çoğu kez de olanın tam zıttının anlatıldığı “Asr-ı Saadet” hikayeleri ile Kızılbaş köylerindeki Cem, Abdal Musa, Muharrem Ayı’nda (Aşur Orucu) anlatılan mucizelerle harmanlanmış acıklı Kerbela efsaneleridir.
Örneğin, Sünni Türkler arasında, “Ebûl Vefa’nın Fatih’e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder. Genç Sultan’ı güçlü tasarrufu ile kuşatır ve ona manevi zırh olur. Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Rüyalarını nur yüzlü veli süsler. Günün birinde dayanamaz, dergahın kapısını tıkırdatır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri “Hayır!” der, “Görüşmesek daha iyi…..” ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...])
(Yanılmıyorsam Ebul Vefa’nın dergahı Siirt’te idi, Fatih ömründe Siirt’e hiç gitti mi acaba? Siirt O zaman başka bir devletin toprağı değil miydi?)
Kızılbaş-Alevi Türkler arasında da, yine aynı kavmin mitolojilerinden fakat karşıt bir cephede olmak üzere,örneğin, “Yezitler İmam Hüseyin’e su vermezler, o ayağını yere vurur ve yerden belim gibi su fışkırır, fakat o içmez. (Anlatan ince yapılı veya çok şişman biri olabilir, dolayısıyla yerden fışkıran suyun debisi de anlatıcının belinin kalınlığına göre az veya çok olabilir, dinleyiciler açısından bu sorun oluşturmaz; zaten fark edemezler)
Türk kökenli Türklerin ( her Türkçe konuşan Türk değildir) tümü Cumhuriyet dönemine kadar göçebe/ yarı yerleşik ve köylü bir yaşam tarzını sürdürmüşler, Cumhuriyet’le birlikte “köylü”, “ kasabalı” olarak, 1970’lerden sonra da hem Türkiye’nin hem de Avrupa’nın büyük kentlerinin varoşlarında ikinci/üçüncü sınıf insanlar olarak yaşamaktadırlar. Bin yıllarca (yaklaşık 4000 yıl) yazısız-belleksiz göçebe/köylü olmaları ve bunun doğal sonucu olarak bir burjuva kültüründen yoksun olmaları, onların entelektüel, yani dünyayı, evreni, toplumsal olayları, vb. anlamada/algılanmada düşünsel kapasitelerini sınırlandırıyor, politik, ekonomik, entelektüel açıdan farklılaşmalarını engelliyor. Bu da onların düşünmekten çok duygularıyla hareket etmelerine neden oluyor.
Duygusallık, duyguların aklın önüne geçmesi, aklı ve mantığı bloke etmesidir. Bunun sonucu olarak da, kendi kimlikleriyle ilgili düşünsel dünyalarını bilimsel ölçütlere göre biçimlendiremiyor, tarihe materyalist bir açıdan bakamadıklarından geçmişi gerçekte yaşandığı gibi değil, köylerindeki dinsel ayinlerde biçimlenen kendi hayal dünyalarında yaşanılmasını istedikleri gibi yaşatıyorlar, yani efsaneler yaratıyorlar. “Gerçekte zayıf, güçsüz, sorunlarını çözmekten uzak birey olmamış insanlar efsaneler yaratmaya, efsanelere gerçeklermiş gibi inanırlar”. Ve sonunda kendi etnik kimlikleriyle değil, kendilerini yok etmek isteyen kimliklerle kendilerini tanımlıyorlar.
Anadolu’daki Türk Sünnilerin ve Kızılbaş-Alevilerin etnik kökeni Arabistan’da değil, bugünkü Moğolistan’da bulunan Göktük yazıtlarında yazılı olan “Türk kara Kamag Budun (Türk Kara Kemik Budun=Kara Budun=Türk Budun)”dur. Batı uluslarına göre yaklaşık 2000 yıl daha fazla göçebe yaşamışlardır. Türk Kara Budun, çadırlarda (obalarda) yaşayıp henüz yazı nedir, uygarlık nedir bilmezken, Atatürk’ün ulaşılması gereken amaç olarak Türk Ulusu’na işaret ettiği ve içselleştirmemizi istediği bugünkü Batı uygarlığının/kültürünün temellerini oluşturan “Eski Yunalılar”, İ.Ö. 600 yıllarından itibaren görkemli bir kent uygarlığı yaratmışlardı.
“Eski Yunalılar” kentlerde, devleti, demokrasiyi, monarşiyi, oligarşiyi , erdemi, ahlakı, yasayı tartışıyorlardı. Biz daha sanat nedir, güzellik nedir bilmezken, onlar bugünkü anladığımız anlamda “sanat”ı sınıflandırıyorlar, “drama” konusunu işleyen esereler arasında yarışmalar yapıyorlardı. (Örneğin Osmanlı padişahları resimlerini İtalyan ressamlara yaptırmışlardır) Bu kent ortamlarında insanların düşünce biçimlerinde müthiş ilerlemeler oldu. Görece demokrasi işlerlik kazandı. Birey artık tek başına toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğini sorgulayabiliyordu. Aynı şekilde birey, yaşamı açıklamaya yarayan tanrısal anlatılara (mit) inanmak zorunda kalmadan felsefi sorular sorabiliyordu. Tanrılar eleştirilebiliyordu. Böylelikle, mitsel düşünce tarzından deneyime ve sağduyuya dayalı bir düşünüş biçimine geçildi. Bu birikimden Batı uygarlığı- Atatürk’ün söylemiyle “muasır medeniyet” doğdu. Sonuç olarak, bugün Batılı insanın zihnindeki “ laiklik” kavramı böyle bir birikimin ürünü.
Buna karşın, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türklerin ( Kara Budun’un) ezici çoğunlu göçebe idi. Kent yaşamından, hele demokrasi, monarşi, oligarşi vb yönetimlerin tartışıldığı, matematik, felsefe edebiyat, tıp vb alanlarda önemli eserlerin verildiği, sanatsal ve sportif aktiviteler için yarışmaların yapıldığı, heykel yapımı, şehircilik, sahne sanatlarının çok geliştiği kısacası uygarlık ve kültür yönünden kendilerine göre çok yüksek olan Yunan yaşamının devamı niteliğindeki Anadolu yerli halkının yaşam biçimine yabancı idiler. Anadolu’ya geldiklerinde ( 1071’den sonra) kendilerinin ürettiği ve kültüre temel teşkil eden kitap, tiyatro, heykel, sahne sanatları vb eserleri yoktu. Buna karşın, Anadolu’da daha önceden yaşamış olan ve onlar geldiğinde de hala yaşamakta olan halkların kültürel ve sanatsal eserleri vardı ve o eserlerin bir çoğu bugün “Batı Uygarlığı” olarak adlandırılan ileri uygarlığın temel taşları olmuşlardır.
Matbaa Osmanlı’ya 250 yıl gecikmeyle girdi. Matbaa 1440 da icat edildi. 1493te İspanya’dan Hıristiyan zulmünden kaçan Yahudiler İstanbul’da kendi matbaalarını kurdular. Ermeniler 1567’de , Rumlar 1627’de Osmanlı ülkesinde kendi matbaalarını kurmuşlardır. Müslümanlar ise (Türkler demiyorum, çünkü Türkler (Türkmenler) kentlere sokulmuyorlardı; Sünni olanlar köylerde, Kızılbaşlar ise dağlarda, ormanlarda çoğunluğu konar-göçer yaşıyorlardı) ise 1727’de Polonya Yahudi’si ( İbrahim Müteferrika) girişimiyle kurdular yani, icadından 282 yıl sonara Osmanlıda matbaa kurulmuş oldu, ancak 17 kitap basıldıktan sonra 1743 de Patrona Halil ayaklanmasında yıkıldı. Türkler ilk kitabı matbaa da bastıklarında Avrupa’da 1.5 milyon kitap basılmıştı.
Yazı devriminin 1928’de gerçekleştiğini biliyoruz, o yıla kadar okuma –yazma oranı % 5 civarında, basılan kitap sayısı sadece 25 bindir. Osmanlı’da üniversite yoktu. Üniversitesiz toplum beyinsiz insan gibidir, ne tarihini bilir nede geleceğini düşünebilir.
Ne Yapmalı?
Batı’lı tarzda düşünebilme yeteneği yaklaşık 3000 yıllık bir kent kültürünün birikimi. Oysa, ister Sünni, ister Kızılbaş-Alevi olsun, Türklerin bugün bile tam olarak kentli oldukları söylenemez. Bunun günlük hayatımıza yansıması, bir Kızılbaş’ın da –tıpkı bir Sünni Türk gibi- aklı inançtan, bilimi dinden bağımsızlaştıramamasıdır. Bu duruma “bilinç bulanıklığı” denilir. Örneğin, Kızılbaş-Alevilerin çoğunluğu hala, “Kızılbaş” adının kaynağının Uhud, Hendek savaşları gibi Arap-İbrani tarihi ile ilgili olgulara bağlamaktadır. Uhud ya da Hendek’te savaşanların dillerinin Arapça, Kızılbaşların ise Türkçe konuştuklarının farkında değillerdir; kendilerini o savaşlardaki Ali taraftarı Arap askerleri ile özdeşleştirirler.
Aynı şekilde, Sünni ya da Kızılbaş Türk, İslam dinin ortaya çıkışının maddi koşullarını da düşünmesi, sorgulaması gerekir. Bir ilahiyatçı profesör İslam dininin ortaya çıkışını ve içeriğini şöyle özetlemiştir:
“Kuran tarihsel bir geçmişe dayanır; Babil ve Mısır geleneği, Helenistik gelenek, Musevi ve İsevi, hatta Manihenist gelenek... Kuran ayetlerinin toplumsal ve kültürel bir bağlamı vardır. Kuran‘daki ayetlerin hemen hemen tamamı Hicaz bölgesinde yaşanmış ve o sırada yaşanmakta olan bir olguyla ilgilidir. Henüz peygamberi (mürşiti) olmayan puta tapıcı (müşrik) Arapların peygamber beklentileri, kölelik, kadınların durumu, örtünme, yetimlik, yoksulluk bu konuda hemen sayılabilecek örneklerdir. Kuran 40 yaşında peygamber olan Hz.Muhammed‘ in yaşam deneyiminden, bilgi birikiminden ve ruhsal durumundan ayrı düşünülemez. Kuran çoğu çözümleri bu yaşam deneyimi, bilgi birikimi ve Hz. Muhammed’in ruhsal eğilimlerine ( sevgi, istek, ve nefretlerine ) dayanır. Sözgelimi, Kuran’nın kölelik konusundaki çözümleri, hem Kuran’ın o dönemde geçerli olan kölelik gerçeğini kabul ettiğini hem de Hz. Muhammed’in Hicaz dışındaki Ortadoğu kaynaklı kölelik uygulamasıyla ilgili deneyimini anımsatmaktadır. Bu uygulamaya göre kölelik bir kader olmayıp değiştirilebilir; söz gelimi, köle tıpkı Kuran da yer aldığı gibi özgürlüğünü satın alabilir. Kuran’ın çok kadınla evlilik ile ilgili çözümü, Hicaz toplumunda var olan yoksul ve zengin kadınlarla ilgili evlilik uygulamasının mutlu bir uzlaşımı gibidir; çünkü Hz. Hatice örneğinde olduğu gibi, zengin kadınlar eşlerinin çok kadınla evliliğinde önemli bir engel oluşturmaktadır. Ve özellikle Hicaz bölgesindeki Hıristiyan gelenek de Hz. Muhammed’in bilgisi dışında değildir. Bu nedenle Kuran bir yandan çok eşliliğe izin verirken bir yandan da tek eşliliği önermektedir. Kadına son çare olarak ‘’dayak ‘’ (ilimcilerin yaptığı gibi , Arapça ‘ve dribuhunne ) sözcüğüne işlerine gelen anlamı vererek güçlükten kurtulmanın yolu yoktur.), kadınların ikinci dereceden oluşları, içerdiği Hz.Muhammed’in peygamberlik yaşamında geçirdiği değişime koşut (paralel) bir değişim göstermiştir. Söz gelimi hicret öncesi ayetler daha yumuşak ve hoşgörülü hem de siyasetten uzaktır; buna karşılık Hz. Muhammed’in devlet başkanlığı sürecinin başladığı Medine dönemiyle birlikte ayetler giderek sertleşir, hoşgörü ve yumuşaklık ortadan kalkar ; hukuksal düzenlemeler yoğunlaşır. Kuran sık sık düşünmekten ve anımsamaktan söz etse de, düşünmek ve anımsamak İlimcilerin ve Diyanet camiasının sözünü ettiği gibi evrendeki nedensel bağlantıları düşünmek ve anımsamak değildir; çünkü Kuran Tanrı dışında gerçek hiçbir neden kabul etmez. Kuran ‘a göre ,her olayın ardında Tanrı vardır. Geleneğimizde taktiri İlahinin önemli bir yeri bulunması ve her şeyin Tanrı’ın iznine bağlaması, Kuran’ın bu bakış açısıyla ilgilidir. Tanrı yaratır, yaratırken özellikle tapınma ve sınav için yarattığı insanları düşünür; insanın çıkarına, yararına ve iyiliğine olan şeyleri yaratır. Örnek vermek gerekirse; Tanrı gündüzü çalışmak, geceyi dinlenmek için, şimşeği ve gök gürültüsünü korkutmak için, yeryüzü ve gökyüzünü insanların yiyecek ve barınma sağlaması için, yıldızları ve öteki ışıklı gök cisimlerini insanların aydınlanmaları ve yollarını bulabilmeleri için yaratmıştır. İşte insanın bunları düşünmesi ve anımsaması ve sonuçta Tanrı’ya yönelmesi gerekir. Kısaca ifade etmek gerekirse Kuran’da çağdaş bilgiyi kuracak hiç bir şey bulamayız; ama Tanrı’ya inanca yönelten pek çok ayette karşılaşabiliriz. Kuran bildirisinde dikkati çeken ana amaç, Tanrı’ya inancı sağlamak; böylece Kuran ‘da Tanrısal kaynaklı olduğu ileri sürülen yargıları inananlara kolaylıkla dayatmaktır.” Prof.Dr. Mehmet Dağ. İslam Dininde Reform, Ama Nasıl? Cumhuriyet Gazetesi, 4 Ekim 2000.
Tarihinde Yunan, Helen, Roma, Ortaçağ , Rönesans süreçlerini yaşamamış ve Aydınlanma çağına ulaşmayan bir toplum, geçmişine çok uzaktır. Bu nedenle de başkasının tarihini kendi tarihi beller. Sonunda, günlük hayatımızda, aynı etnik kökten gelen -Kızılbaş-Aleviler en alta olmak üzere- ezici çoğunluğu hemen hemen aynı toplumsal satatüde olan Türk kökenli Türkler, birbirlerinin can düşmanı olurlar; çoğunlukta olanlar –kendilerini kimlerin hangi planların gereği ajite edip yönetip/yönlendirdiklerinin farkında olmaksızın- azınlıkta olanları fırsat buldukça toptan öldürürler, bazen de bir otele sıkıştırıp yakarlar. Ve geçmişinde bu kırımların içinde olduğundan kuşkulanılan birisi, önce ana gruptan kopar, sonra da ”bizi kandırdılar”, “aldatıldık” gibi sözler sarf ederek toplumsal barış için çaba göstermeye başlar, fakat diğer söyleyecekleri boğazına takılı kalır; uçak düşer (!?) Ancak, önce, kurtarıldı denilir, sonra bu tarafta değil, şu tarafta düştü denilir, her tarafta hep birlikte arıyoruz denilir fakat cenazeler “gönüllüler” tarafından bulunur. Hakkın hikmetinden sual olunmaz!
Türk, uyan!
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
www.sivaslilar.net/forum/showthread.php?t=31076
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.