- 438 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
O Kadının Kızı
İlk defa babaanneden duymuştum bu sözü.
Babam henüz o zamanlar ikinci evliliğini yapmamıştı. Her yaz muhakkak ziyaretine giderdik. Yüce bir dağın eteğinde bir köy idi. Tertemiz havası vardı. Çınar ağaçları arasına kurduğumuz salıncakta kuzenlerimle birlikte salınırdık. Bir defasında küçük kuzenim salıncaktan düşmüştü. Babaanne koşarak yanımıza geldi ve kabahatim olmadığı halde beni suçladı. İşte ilk defa o zaman söylemişti bu sözü. Kolları arasındaki torununu saçlarından okşayıp, öpmüş ve bana günahıymışım gibi bakarak:
"ne olacak o kadının kızı değil mi ?" demişti.
Evin tamirat işleriyle uğraşan babam hemen devreye girerek:
"anne! kendine gel o benim kızım ve bu olayda onun hiç suçu yok anlaşıldı mı" demiş ama babaanne kapı aralığından, suratını muşmula gibi buruşturarak:
"yine de o kadının kızı işte" demişti.
Bu hikayeyi babamdan binlerce kez dinlemiştim sonraları.
"Bak annene deliler gibi aşıktım, onu canımdan çok seviyordum demişti, ve devam etmişti ama her nedense ailem evlenmemize karşıydı ama ben ısrar ettim ve evlendik. Başlangıçta ayrı bir eve taşınamadık, hep beraber yaşıyorduk, aslında böylesi daha iyiydi çünkü ben işim dolayısıyla yılın üç dört ayı evde olamıyordum. Bir gün eve döndüğümde anneni sinirlerini tamamen kaybetmiş bir halde buldum. Bana kötü davranıyor, sürekli hakaretler yağdırıyor ve bir an önce ayrı bir eve taşınmamız gerektiğini aksi halde evi terk edeceğinden söz ediyordu. Ona biraz daha sabretmesini yeterli miktarda paramız olunca şehre bile taşınabileceğimizi söyledim. Hem sana hamileydi. Hamilelikte böyle ani çıkışlar, depresyonlar olur diye düşündüm ve bir bebek... yeni umutlar ve mutluluk demekti. Ama annenin sinirleri bir türlü düzelmedi hatta bir seferinde intihara bile yeltendi ve daha senin kırkın çıkmadan evi terk etti"
Evet hikaye böyleydi işte; evine, ailesine bağlı çalışkan bir adam, evlilikten kısa bir süre sonra sinir krizleri geçiren, kocasına hakaretler yağdıran bir kadın, doğum sonrası bebeğini ortada bırakıp sırra kadem basan bir anne. Tabi ki tatmin olmamıştım. Bir annenin durumu ne olursa olsun yavrusunu bir bohça gibi ortada sahipsiz bırakacağına asla ihtimal vermiyordum.
Hayvanlar dahi yavrularını terk etmezken onları besler büyütür hatta tek sermaye olan
canlarını yavruları uğruna feda ederken bir anne nasıl böyle bir caniliği, canavarlığı yapabilirdi? Peki böyle bir hayvanlığı yaptı diyelim, bir ömür boyu vicdan azabıyla nasıl yaşar? Benim bir bebeğim olsa onu asla terk etmezdim. Kendim çamur, toprak yer bakar, besler, büyütürdüm yavrumu.
Uzayıp giden tren yolculuğunda insanlar sevdiklerine giderken bense tanımadığım bir şehre ve tanımadığım bir kadına gidiyordum; anneme, biyolojik anneme yani.
Uzun araştırmalar sonucu izine rastlamıştım. Bu konuda bana en çok yardım üniversitede hocalarımdan gelmişti. Bir dedektif hassasiyeti içinde tüm hastaneleri, klinikleri huzurevleri ve bakılabilecek her yeri taramıştık.
Telefondaki sesi sanki bir kuyunun dibinden geliyor gibiydi, kekeliyor, kelimeleri yutuyordu:
"sizin ziyaretinize geleceğim" demiştim.
"kim…kimsiniz"
"kızınız demiştim yıllar önce paçavra gibi fırlatıp attığınız kızınız."
"ta… tabii kız… ne zam… ne zaman istersen buyur gel kızım."
Kızım ha… Bu kelime benim hayatımda hiç olmadı, bu kelimeyi sözlüğümden sildim attım ben. Kimse bana içten gelen bir samimiyetle kızım dememişti ne babam ne de üvey annem. Ben hep o kadının kızı olacak kalacaktım akıllarda.
Babama böyle bir yolculuktan hiçbir zaman bahsetmedim. Üniversitenin düzenlediği iki günlük bir çalışma programına katılacağımı söyledim. Evet sadece iki gün, belki bir gün bir saat bile tahammül edemem yanında kalmaya. Sadece neden diye soracağım neden bir bebeği annenin sevgi ve şefkatinden mahrum bıraktım? Neden hiç arayıp sormadın? Neden? Neden?
Ve babamdan yüzlerce kez dinlediğim hikayeyi bir de onun ağzından dinleyeceğim. Yüz hatların annene çok benziyor demişti babam, eminim öyledir zira ruh dünyamın, duygu ve hislerimin böyle bir kadına benzemesini asla istemem.
Gara yaklaştığında camda beliren görüntüme baktım. Gözlerimde parıldayan intikam ateşinin kıvılcımları yüreğime korku saldı. Bedenimi soğuk bir titreme sardı. Yanağımdaki kızarıkları ellerimle dağıttım, saçlarımı düzeltip üstüme çeki düzen verdim.
Lokomotifin düdüğü uzun uzun öttü ve vagonlar raylar üzerinde gıcırdayarak durdu. Duran vagonlarla birlikte hayatın akışı da durmuş, film karelerinde olduğu gibi yavaşlamıştı sanki. İstasyonun çatısındaki oluklukta bir güvercin kanat çırptı, oluşan hava akımıyla göğsündeki lekeli tüyler raks edercesine dalgalandı. Dalından kopan bir yaprak nazlı nazlı yere indi. Musluktan bir damla düştü lavaboya, düşen damla parçalanarak dört bir tarafa saçıldı.
Oradaydı işte, kalabalıklar arasında beni bekliyordu. Onu nasıl tanıyacağım? O beni nasıl tanıyacak? Yanımda ne bir resim ne de bir fotoğraf… insanlar hayvanlarda olduğu gibi özel mekanizmalara sahip midir? mesela bir anne hiç görmediği yavrusunu yıllar sonra kokusundan tanıyabilir mi? Hayatın belli anında belli bir kesitinde onunla karşılaşmış mıydık, caddede yürürken omzuna çarpmış elindeki pazar torbasını yere düşürmüş olabilir miydim ya da toplumsal bir şölende, gösteride, konserde aynı mekanı paylaşmış mıydık?
Tıslayarak açılan otomatik kapıdan yavaşça indim. Yolcular beni adeta iteleyerek geçtiler önümden. Bense tunçtan bir heykel kadar hareketsizdim. Öylece bekledim bir müddet sağıma soluma baktım. Bana doğru yönelen bir kadına o dur diyerek gözbebeklerinin içine baktım, fakat kadın gülümseyerek ardımdaki bir delikanlıya yöneldi.
Omzuma bir el dokununca heyecanla döndüm. Avurtları çökmüş, dişleri dökülmüş, suratı lime lime paçavralar içinde dilenci bir kadındı. Cebimdeki bozuk paraları kirli avuçlarına bıraktığım da bu kadının o kadın yani biyolojik annem olmadığı için şükrettim. Dilenci kadın bir mağarayı anımsatan ağzını açtı bir şeyler mırıldanarak yoluna devam etti.
Beyaz önlüklü bir kadın tekerlekli sandalyeyi bana doğru yönlendirdi. Sandalyedeki kadının bakışları tamamen üzerimde kenetliydi. Kadının göz torbacıkları ağlamaktan şişmiş, yanakları, burnu kızarmıştı. Kollarını bir kartal bir açarak: "yav, yavrum kız kızım benim"
Bakışlarım iki kadın arasında geldi gitti. Şimdi bakıcısı sandığım kadın da ağlıyordu. Ani bir şaşkınlıktan sonra gayri ihtiyarı kadına doğru eğildim. Bana öyle bir sarıldı ki kemiklerim kırılacak sandım. Kendimi kurtarma pozisyonuna geçmiştim ki kadının kolları kendiliğinden gevşedi; bayılmıştı.
Bir saattir huzurevinin bahçesinde kah geziniyor kah ağaçlar altındaki bankta oturuyor sigara üstüne sigara içiyor, durumunu çok merak ediyordum. Ani heyecanlar karşısında şok geçiriyor bayılma, kendinden geçme vakalarına sık sık rastlıyoruz demişti doktor. Özellikle üzerine doğru biri geldiğinde hemen savunma vaziyeti alıyor ve vücudu bir yay gibi geriliyor ağız boğaz bölgelerinde kasılmalar, eklem tutulmaları meydana geliyordu. Nefes alamıyor, bir sara hastası gibi bilicini kaybediyordu. Bu travma yaklaşık bir on dakika kadar devam sürüyordu.
Hemen revire yatırmıştık. Serumdan damlayan damlacıkları saymaktan yorulmuş kendimi bahçeye atmıştım.
Akşama doğru kendine gelebildi. Onu fazla yormamamı ve heyecanlandırmamı tembihledi bakıcısı tekrar. Kafamda onlarca soru olduğu halde odasına girdim. Beni görünce gülümsedi, eliyle işaret ederek yanına oturmamı istedi. Yatağının ucuna iliştiğimde hemen elimi kavradı.
"kızım benim melek kızım"
"nasılsınız?" dedim "Allaha şükür" dedi.
"niye burada olduğumu biliyorsunuz" dedim
Başıyla tasdikledi. Elleri arasındaki ellerimi bir bebeği okşar gibi usul usul okşuyordu.
Kendimi bırakmamalı, duygusallığa yer vermemeli, metanetli olmalıydım, ama yine de saçlarıma, çehreme kayan hasret dolu okşayışlarına engel olamadım.
"fazla vaktim yok" dedim.
Bakışları pencereye kaydı, ufuk kızıl bir renge boyalıydı. Akşam melteminde bahçedeki çınarın kızarmış yaprakları huşu dolu seslerle dans ediyordu.
Hafızası yıllar öncesine gitti: "Bir öğle sonrasıydı, hava çok sıcaktı, bahçede yaprak dahi kımıldamıyordu. Gelin geldiği evde tüm işler ona bakıyordu artık. Sabahtan beridir ayakta ve yorgundu. Evde kimsecikler yoktu. Salondaki koltuğa kıvrıldığında hemen de canı geçiverdi. Uyku ile uyanıklık arasında başucunda bir gölge beliriverdi. Kayınıydı. Her zamanki gibi sarhoştu. Onu hiç sevmezdi. Kocasının aksine tembel, vurdumduymaz ve sorumsuzdu, yalnız evin en küçüğü olduğundan kayınvalidesi tarafından çok sevilirdi. Toparlanmaya çalıştı, eli başörtüsüne uzandı, ama başaramadı. Üzerine abandı, yavru ceylanı parçalayan sırtlan gibi üzerine çullandı, avına çöreklenen zehirli bir yılan gibiydi. Ağzı güçlü eller ile kapatıldığından havasız, nefessiz kaldı, bağıramadı. Vücudu yay gibi gergindi, elleri bacakları, boğazı kasıldı ama kayınının sefil, iğrenç fiilinden kendini kurtaramadı.
Hafiften rüzgar esti, pencerelerdeki tül perdeler titredi. Bahçedeki ayva, nar, ceviz ağaçlarının kokusu odaya doldu ama o ne bu güzel kokuları ne de tül perdelerin rüzgârdaki dansını hissedebildi. Bir şokun etkisi altındaydı. Kriz devam ediyordu. Öylece kaldı. Ne kadar kaldı kendi de bilemedi. Ona öyle geldi ki; sahip olduğu bedeni emirlerine itaat etmiyor, hissiz, şuursuz bir taşa dönüşmüştü. Bilinci yerine geldiğinde kayınvalidesini başucunda gördü. Elleri havada bağırıyor, üzerine yürüyordu. Tekrar bilincini kaybetme…
O günden sonra içine kapandı, çok az konuştu. Karnı büyüyüp hamile olduğunu anladığında bile neşelenmedi. Bebeği düşürmeye hatta intihara yeltendi ama başaramadı."
Bakışlarını tekrar kızına çevirdi. Ne kadar da güzeldi. Yetişkin, kendinden emin genç bir kız duruyordu şu an karşısında ama tüm bunları ona nasıl anlatırdı. Bebeği olduktan sonra kayınvalidesinin tehditleri karşısında evi terk etmek zorunda bırakıldığını, yavruyu görebilmek için kaç geceler kapı eşiğinde beklediğini nasıl anlatacaktı. Gerçekleri bilmek elbet onun da hakkıydı, ama ya ruh hali, psikolojik durumu ne olacaktı. Gerçek babasının amcası olduğunu öğrendiğinde insanların yüzüne nasıl bakacaktı. Yo bunu ona asla anlatamazdı.
"evet sizi dinliyorum diye tekrarladım."
Gözleri doldu, çene kasları hareket etti, ağzı açıldı;
"beni bağışla kızım, ama ben zayıf bir kadınım, halimi görüyorsun, (durdu)…bir bebeğin sorumluluğunu kaldıracak kuvveti kendimde göremedim, bu yüzden…(ağlamaya başladı) işte bu yüzden düşük yapmaya dahi çalıştım.
Ellerimi elinden hışımla çektim ve ayağa kalktım; "dur, yeter artık"
Benzi sarardı, gözleri yuvalarından fırlayacak sandım, ağzında köpükler ve tekrar kriz geldi. Hemen bağırdım;
"hemşire hanım yetişin."
Koşarak geldiler.
"lütfen odayı terk edin hanımefendi."
Ben odadan çıkarken bir doktor ve iki bakıcı daha koşarak içeriye girdi.
Son kez daha dönüp baktığımda zavallı kadın bir sağlık ekibinin kolları arasında çırpınıyordu.
YORUMLAR
erdemli anne ,kızı herşeyi nasıl biliyorsa öyle kalmasını istemesi doğaldı ölüp gidecekti
ozamana kadar zaten kötu biliyordu annesini.
yinede anne kızına anlatmadı.
ama diğerleri,bunu nasıl başardılar.
çok üzüldüm .acı hikayeler sarsıyor beni .gerçek gibi yaşadım ve anlatımınızda bi okadar başarılı..
çokca saygılar..