- 1594 Okunma
- 8 Yorum
- 5 Beğeni
BETULA'NIN ÇEKİRDEĞİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
21.Gün
Halep Kalesinin arka kısmında, taç kısmı yılan kabartmalı, geniş taş kapının hemen girişindeki büyük merdivende, her basamağa karşılıklı iki ağaç gelecek şekilde dizili hurma ağaçları kıpırtısız hatta ölgün bir halde. İçlerinden bir kısmı saçaklanmış meyveleriyle kuşların ve yaban arılarının uğrağı olmuş. İşte ben bu ağaçların birinde, birkaç gün öncesine kadar bol tomurcuklu olan ama şimdi bom boş kalmış bir salkıma tutunmuş, Halep Kalesinin taş duvarlarını, mütemadiyen ağaç anamın dallarına tünemiş ince ve yorgun kuşları seyrediyorum. Arada bir elleri arkadan bağlı köleler ve onları peşleri sıra sürüten askerleri, renkli giysileri içinde güzel çiçekleri andıran uzun saçlı kadınları, gezici kumaş tacirlerini, cılız atlarının terkisinde nadide çini ve ibrikler taşıyan köylüleri görmek de mümkün burada. Bulunduğum yer Halep Kalesinin pek işlek olmayan kapısı olsa da, çok şükür her gün merak ve ibretle seyredecek bir şey çıkıyor.
Yirmi gün oldu ben ben olalı. Öncem neydi bilmiyorum. Hatırlamaya çalıştıkça içimde sert bir kaya, zihnimde yapışkan bir şeyler beni ölesiye rahatsız ediyor. İlk günler buna katlanmak zordu. Hurmanın kurumaya meyletmiş yaprakları arasından güneşte kavrulmuş taşlara baka baka, gelip geçen insanları seyrede seyrede nerden geldiğimi hatırlamaya çalışmak gerçekten kolay değildi. Buna bir de günden güne irileşen ve koyulaşan bedenimden gelen ağrılı büyüme çıtırtıları eklenince, diğer kardeşlerime olduğu gibi kuşların beni de ince gagalarıyla delik deşik edip midelerine indirmelerini diler olmuştum. Fakat öyle olmadı. Aynı salkımda benimle birlikte yeryüzüne merhaba diyen kardeşlerimin pek çoğu, daha kabukları kalınlaşmadan kuşlara yem olmuşlardı. Geriye kalan son kardeşle uzun bir geceyi uykusuz geçirdik. Daha önce onunla hiç konuşmamıştık. Gerçi diğerleriyle de fazla konuşmuşluğum yoktu. Beni kibirli ve asi buluyorlar, sohbetlerine dahil etmiyorlardı. Salkımın en tepesinde kalan bu kardeş içimizde en neşeli olandı. Salkım sapına, dolayısıyla gövdeye yakın olduğundan ağacın kavruk yaprakları onu gizlemeyi başarmıştı. Bu konumu sebebiyle ağaç anadan ve gelip geçen kuşlardan çok şey öğrenmişti. Gülünç ve esrarengiz şeyler anlatıyordu, etrafındakiler ise onu saygıyla, sevinçle dinliyorlardı. Baş başa kaldığımız gün nedense ikimiz de o gecenin birimiz için son olduğunu anlamıştık. Fakat bunu birbirimize söylemedik. Onun adı Si idi. Bu adı kendi bulmuştu. Salkım içinde kendine ilk ad koyan da oydu zaten. Diğerleri ondan heves edip değişik adlar edinmişlerdi. Fit, Çu, En…Hepsi kuş sesi. Bir benim adım yoktu. Si, o gece bana da bir isim bulmamız gerektiğini söyledi. Uzunca düşündü. Sonra heyecanla, “Senin adın Mah olmalı” dedi. Anlamını sordum, elbette bilmiyordu. Bir adım olsa, şu yerde dolaşan insanlar kadar çok yaşayıp, unutulmaz eserler bırakıp adımı daima diri tutabilir miydim? Toprağa karışınca bir adım olmasının ne önemi kalacaktı? Mesela Çu, ısrarcı bir sakanın pençe ve gaga darbeleriyle delik deşik olmuş, ardından kara sineklerin saldırısına uğramış, pembe göğsü incecik pırıl pırıl sinek yumurtalarıyla dolmuştu. Canı yandıkça “Allah” diye inliyor, sırayla yanındaki hurmalara seslenip ya medet diye ağlıyordu. Herkes çaresizlik içinde onu seyretti. Adının Çu olması onun hiçbir işine yaramadı. O da diğerleri gibi acı içinde yok olup gitti. Bir ismi gereksiz bulsam da Si’ye itiraz etmedim. O da bana sabaha kadar Mah diye hitap etti. İtiraf etmem gerekirse bu ad hoşuma gitti. Kendimi mutlu hissettim sanırım. Fakat içimdeki çelişkilerin çokluğunu görmek sıkıntılarıma bir yenisini daha eklemişti. Bir ada karşı ol, bir adın olunca sevin!
Si o gece bana göçmen kuşlardan dinlediği yol hikayelerini anlattı. O hikayeler ki; her biri onlarca hurma canı değerindeydi. Kuşlar karınlarını doyurduktan sonra sakinleşip kendi aralarında sohbete dalıyorlardı. İçlerinden bazıları karınlarını doyurmak için değil, biraz olsun yorgun kanatlarını dinlendirmek için ağacımıza tünüyordu. Si’nin dinlediği hikayeler işte bu kıymetli anların mahsulleriydi. Önceleri anlattıkları ilgimi çekmiyordu, oysa şimdi içimden hiç susmasa diyordum. Ölümüm sessizlik içinde olmasa. Salkımdan koptuğum anda kulaklarımda hala güzel şeyler olsa. Söylediğine göre yaşadığımız yere dünya diyorlarmış ve dünya bizim asla hayal edemeyeceğimiz kadar uçsuz bucaksızmış. Kuşlar ona büyük yağmur damlalarının yeryüzünde birikip geniş mavilikler oluşturduğunu, senede iki kere bu suların üzerinden geçip bizim susuz ve sıcak memleketimize geldiklerini söylemiş. Geldikleri yerlerde geniş evler, sokaklar ve bizim gibi türlü meyvelerin satıldığı geniş pazar yerleri varmış. Orada insanlar meyveleri tebessümle ve saygıyla yerlermiş. Kuşun dediğine bakılırsa bizim salkımımızdaki ve dahi bütün hurma ağaçlarındaki kardeşlerim insanoğlunun, kuşların ve cümle börtü böceğin yaşaması için yem olarak yaratılmışmış. Si bunu söylerken gururlu görünüyordu. Hafiften içini çekip başını yukarı kaldırdı ve parlak yıldızlara gülümsedi. Sonra bir daha benimle konuşmadı ve seher zikrine koyuldu. Koca salkımın içinde zikir konusunda en tembeli de bendim. Buna rağmen büyük yaratıcıyı sayısız kere anmayı asla ihmal etmiyordum. Fakat diğerlerinden farklı olarak. Elimde olmadan, dilim Sübhanallah” derken çekirdeğimin ta içinden türlü sorular, düşünceler bazen sitemler geçiyordu. Biz niçin acı içinde bir başka türün yaşamını sıhhatle devam ettirebilmesi için ölmek zorundaydık? Azıcık yağmur ve bolca güneş bizim varlığımızı sürdürmemize yetiyordu oysa. Bir başkasının canına kast etmiyorduk. O halde neden böyle bir ölüm bize layık görülmüştü? Salkımın boş parmaklarına baktıkça, Çü, Fit, En ve diğerlerinin feryatları kulaklarımda çınladı. Hepsi düzenli aralıklara Sübhan Allah’ı zikrettikleri halde öylesine hüzünlü bir şekilde yaşamlarına son verilmişti ki…Bunu anlamak çok zor! Fakat Si’ye zor gelmiyor olmalıydı. Tevekkül denen şey, onun bedeninde cisme bürünmüş gibiydi. Benim bilmediğim bir şeyi biliyor olma ihtimali var mıydı? Belki de. Ne de olsa benden 3 hafta önce çiçeğini atmıştı.
O sabah kalenin fesi yeni yeni aydınlanırken daha önce hiç görmediğim, ne kuşa ne sineğe benzemeyen, gaga yerinde uzun bir borusu olan, kanatlarını bildiğim bütün uçarlardan hızlı hareket ettiren bir şey önce benim üzerimde bir tur attı. Sonra hemen üzerimdeki boş saçağa kondu. Başımı yukarı kaldırınca güneşte bir pırıl pırıl parlayan incecik damarlı kanatlarını gördüm. Bu şey, rengarenk ve ince tüyleri olan güzel bir yaratıktı aslında. Yalnız gözleri narin bedenine göre çok büyük olduğu için yüzü ürkütücü görünüyordu. Buna bir de iki iri gözün ortasından sarkan ince uzun hortum da eklenince yaratık, bana bir gün mutlaka karşılaşacağımın öğretildiği o destansı Azrail’e çok benziyordu. Zihnim öylesine karmaşık bir haldeydi ki, o kısacık an içinde bile Azrail’i öğretenin ebed ve ezelimizi niçin öğretmediğini düşündüm. İşte can sıkan bir soru daha! O an yok olmak ve bu bunaltıcı zihin yorgunluğundan kurtulmak sırasının bana geldiğini düşünmek öylesine tatlı geldi ki, gayri ihtiyari gülümsedim. Artık geceleri “Ben neyim” diye düşünmekten kurtulacak, içimde her gün artarak tahammülü mümkün olmayan, uğultuya dönen o sesleri bir daha duymayacaktım.
Esrarengiz yaratık tünediği saçakta ayaklarını birbirine sürtüyor, arada arka ayaklarıyla ipeksi kanatlarına biriken sarı tozları silkeliyordu. Uzun hortumu mütemadiyen toplanıp açılıyor, başının iki yanındaki kulakları etraftan gelen seslere göre sağa sola dönüyor, bütün bunlar olurken yalnız gözleri bir noktaya sabitlenmiş duruyordu. O nokta bendim. Günlerdir bir kuşun midesine inmeyi dilediğim halde gerçekle karşı karşıya kalınca korktuğumu hissettim. Anladım ki, bir kere var olunca, sıkışık anlarımızda yok olmayı dilemek kolay, ama yok olma anı gelip çatınca bu dünyadan ayrılmak fikri bile korkunçtu. Dünya gözüme öyle güzel görünüyordu ki o anda…Eğer Sübhan Allah bizi hakikaten kuşlar insanlar ve börtü böcek için yarattıysa bu dünyadan ona gönül koyarak ayrılacaktım.
Bir ara Si’ye baktım. Alnı boncuk boncuk terlemişti. Hiç susmamaca Sübhan Allah diyor, artık iyice olgunlaşıp ballanmış dersini korkuyla büzüştürüyordu. Gözleri sımsıkı kapalıydı. Korkuyordu evet ama içten içe verilen ilahi görevi yerine getireceği için kendisiyle gurur duyduğundan emindim. Kuş tünediği saçaktan havalanınca ben de gözlerimi kapattım. Çekirdeğim yerinden çıkacak gibiydi. Havadaki kanat seslerine odaklandım. Kuş hala benim tepemdeydi. Bunu hem duyuyor hem hissediyordum. İnce ipeksi kanatlarından gelen rüzgar yanaklarıma değiyordu. Sonra kanat sesleri uzaklaştı. Fakat ses büsbütün kaybolmuş da değildi. Sağımdan ya da solumdan, tam kestiremediğim bir cenahtan belli belirsiz bir hışırtı işitiyordum. Nereye gitmişti? Yoksa iyice yükselip, ince borusunu daha bir kuvvetle göğsüme saplamak için mi uzaklaşmıştı? Gözlerimin önüne Si’nin anlattığı bucaksız su birikintileri, geniş pazar yerleri, bol ağaçlı ormanlar geldi. Bütün bunları göremeyecek olmak ne kötüydü. Galiba farkında olmadan bütün bu yerleri görebileceğime dair ümit beslemiştim. Yoksa neden içimde böylesine kuvvetli bir hayal kırıklığı hissediyor olaydım ki. Şu duygu dedikleri şey ne garip ne asi, ne başı bozuk bir şeymiş meğer. Duygular, senden gizli, ama senin içinde ne tuhaf işler çeviriyorlar! Si’nin sesini işittim. “Mah, bir gün tekrar görüşmek üzere dostum!” Ardından değişik bir inilti, kanat seslerine karışmış Sübhan Allah zikri! Kuşun keyifle dilini şaklatışı…Çok uzun sürdü. Diğerlerinden daha uzun. Gözlerimi hiç açmadım. Alttan geçen boynu çıngıraklı bir atın nal seslerini duyunca bile. Oysa atların gelişini dört gözle beklerdim. Nihayet gözümü açmaya cesaret ettiğim vakit, taş kapıda yarım bir kadın silueti, hemen önündeki yaşlı çerçiye bir şeyler anlatıyordu. Çıngıraklı at sakince önüne bakıyor, arada sinekleri kovalamak için başını salladıkça boynunda asılı mavi boncuklar ve çıngıraklar şıngırdıyordu. Kapının iki yanındaki nöbetçiler, kadını ve adamı dikkatle izliyorlardı. Kadın konuşmasını bitirince feracesinin iç cebinden çıkardığı keseyi çerçiye uzattı. Çerçi keseyi eliyle tarttıktan sonra beyaz yeninin içine soktu. Nöbetçilerle selamlaştıktan sonra atının iplerinden tutup, hurmalı merdivenin sonunda gözden kayboldu. Kadın nöbetçilere bir şeyler anlatıyordu. Onlar da sarı miğferli başlarını öne arkaya sallayarak duyduklarını tasdik ettiler. Sonunda kadın çekilip gitti. İki nöbetçi heybetli kapıyı güç bela kapatıp tekrar iki yanındaki yerlerini aldılar.
Derin bir sessizlik…Sabahın bu saatinde. Yukarı bakmalıydım ama nasıl? Artık ne kanat sesi ne inilti. Yalnız çok ama çok derinden bir iç çekiş sesi. Yukarıda bir şey vardı, hissediyordum. Kuş henüz gitmemişti. Orada durmuş soluklanıyordu. Belki de sıra bendeydi. Koca gözleriyle bedenimi süzerken, ne yanından başlasam diye düşünüyor olması pek mümkündü. Ben diğer hurmalara göre çok ince ve çelimsizdim. Kabuğum bile hala hamdı. Diğerlerine nazaran çok uçta ve gölgedeydim. Kuşun değil midesini o uzun borusunun bile yarısını ancak doldurabilirdim. İnşallah “Bunun için kanat sallamaya değmez” diye düşünüyordur dedim içimden. Sonra birden “tık” diye bir ses işittim. Yerden, ağaç ananın ayak dibindeki taştan. Ardından “Pıır!” Kuş gitti. Gözümün önünden süzülüp, bahçedeki rengarenk güllerin arasında kayboldu. Bir müddet sonra cesaretimi toplayıp fısıltıyla seslendim: “Si!” Cevap yok. Yalnız sabah melteminin hurma yapraklarını hışırdatmasıni işitebildim. Tekrar tekrar çağırdım, ama hiç yukarı bakmadım. Si’nin öldüğünden emin olduğum an, bir daha hiçbir sıkıntım için bundan daha beteri yoktur dememeye and içtim. Öğlene doğru başımı yukarı kaldırdığımda gördüğüm şey beni kısa bir an için de olsa umutlandırdı. Si oradaydı. Kabuğu biraz büzüşmüştü ama tastamam oradaydı işte. Sevinçle bir kere daha seslendim: “Si, ses ver dostum! O şey gitti artık! Kurtuldun. Öldün sanmıştım. Hadi uyan, eminim heybende anlatacak daha çok…” Sözümü bitirmemiştim ki bir rüzgar dalgası Si’yi yerinden oynattı. İkinci dalgayla Si daldan koptu. Döne döne, yavaşça aşağı süzüldü. Tam gözümün önünden geçti. Sübhan Allah! O da neydi öyle! İçi tamamen boşalmış bir kabuk! Yan tarafında açılan koca delikten çekirdeği düşmüş. Kuş uzun borusuyla Si’nin bütün etini emmişti. Hikayelerini de…
Artık koca salkım içinde yapayalnızım. Bir zamanlar kuvvetli dağ rüzgarlarının yerinden oynatamadığı salkım, şimdi en hafif meltemde bile yerinden çıkacakmış gibi sallanıyordu. Demek ki çok olmak ağır olmak, ağır olmak güçlü olmaktı. Tek başına fakir varlığım bu salkım için hiçbir şey ifade etmiyordu.
Yaşamak her saniye bir şey öğrenmek demekmiş. Sübhan Allah belki de bu yüzden, yani yaşayacaklarımın çokluğundan sıkıldığı için bana akıbetimi bildirmemişti. Kendin yaşa ve gör demişti. Öyle ya; O, adını yeni duyduğum dünyanın yaratıcısıydı. Kim bilir bu dünyada benim gibi daha niceleri vardı. Büyük sular, koca dağlar, sayısız insanlar dururken ne diye benim gibi bir yeme vakit ayırsındı ki? Zaten beni bizzat yaratmamış, bu basit görevi ağaç anaya, güneşe, suya ve toprağa devretmişti. O’nun umurunda bile değilim. Oysa ben ve gördüğüm diğer bütün bitkiler sürekli olarak O’nu zikrediyoruz. Her seher, her akşamüzeri…Güneşte, yağmurda…Çekirdeğim çok kırık, çok…
22. Gün
Bu sabah şiddetli bir rüzgarla gözlerimi açtım. Daha önce hiç böyle bir rüzgar görmemiştim. Merdiven boyunca bütün ağaçlar kökünden sallanıyor, yaprakları acıyla birbirine çarpıyor, koca bedenleri çıtırdıyordu. Merdiven baştan aşağı yaprak, kabuk ve taze hurmalarla dolmuştu. Hurmaların düşmemek için öyle hurma üstü bir gayretleri vardı ki, benzerini bir daha görebileceğimi zannetmiyorum. Çığlık çığlığa bağırıyor, seyrelen salkımların boş kollarını birbirine kenetleyebilmek için oradan oraya atılıyorlardı. Pek azı bunu başardı. Salkımlar düğüm olunca rüzgara daha sağlam mukavemet gösterdiler. Çoğu yaralandı. Çizilen ince derilerinden sarı balları sızıyor. Ama hayatta oldukları için mutlular. Benim ağacımda kalan son birkaç hurma da bu rüzgarla dalından kopup yere düştü. Şimdi başımın üzeri gözümün alabildiğince boş sarı salkımla dolu. İnce bedenim sayesinde salkıma sımsıkı tutunmayı başarabildim. Oradan oraya uçtum. Başımı yaprak saplarına, kurumuş yongalara çarptım ama mühim bir yara almadım.
Öğlene doğru dün kapıda gördüğüm kadın merdiveni boydan boya süpürüp, ibriklerle taşıdığı suyla taş zemini yıkadı. Arada durup ıslanan etek uçlarını sıkarken yukarı, ağaçlara baktı. İşi bittikten sonra kapıdaki nöbetçiye bizi işaret ederek “Kesseler artık şunları” dedi. “Her güz aynı şey, öyle dişe gelir meyvede vermiyorlar.” Nöbetçi bize bakmadan söyleneni başıyla onayladı. Zaten bu adamların yaptıkları tek şey ne söylenirse söylensin başlarıyla onaylamak! Korkarım birgün biri çıkıp emir hazretleri kellenizi istiyor dese, kendi kellelerinin katli için bile “Hay hay” manasında kelle sallayacaklar.
Kadın elindeki hurmaların bir kısmını nöbetçilere verdikten sonra geri kalanını cebine sokup gül bahçesine yöneldi. Eğilip çiçekleri bir bir kokladı. Kollarını açıp, gül ağaçları arasında döndü. Dönerken açılan etekleri en az güllerinki kadar zarif görünüyordu. O sırada sarayın gül bahçesine bakan penceresinden bir ses işittim. Cılız bir ses kadını “Ne diye orada oyalanıyorsun” diye azarladı. “Seleme, ne zaman görsem aylaklık peşinde divanesin!” Nöbetçiler sesin geldiği yana doğru eğilip baktıktan sonra gülüştüler. Sonra ellerindeki hurmaları hunharca yediler. Seleme üzgün bir halde bir kucak rengarenk gülle adamlara hiç bakmadan saraya girdi.
Görüp göreceğim bu kadardır diye düşünüp öğlen uykusuna dalacağım vakit kuvvetli bir çift kanat sesiyle son lifime kadar gerildim. Oysa kuşların bu salkımı unuttuğu fikrine çok alışmıştım. Gelen kuş yan taraftaki salkıma güçlükle tutundu. Bir çok uğraşlar sonrası dengesini sağlayabildi. Gördüğüm diğer kuşlardan da iri ve daha güzel olan bu kuş benden yana hiç bakmadı bile. Dikkatle onu izledim. Sağ bacağının üzerine uzun süre basamıyor, ağırlığını diğer bacağına vermek üzere kıpırdadığında dengesini kaybediyor, düşmemek için kanat çırpmak zorunda kalıyordu. Bu hamle her seferinde onu biraz daha bitap düşürüyor gibiydi. Ağzını açıyor, dilini dışarı atıyor bir müddet öylece kaldıktan sonra başını silkeleyip etrafa bakıyordu. İlk defa bizim dışımızda acı çeken birinin var olduğunu görmek bana tuhaf bir huzur vermişti. O düşmemek için tutundukça aklıma ölen kardeşlerim geliyordu. Buna rağmen belki de dakikalar sonra beni midesine indirecek olan bu garip kuşa karşı içimde tarifsiz bir merhamet uyanmıştı. Hem acısından huzur duyuyor, hem de nerden geldiğini kestiremediğim bir merhametle ona acıyordum. Ayağını bir kere daha boşa alıp uzatınca pençelerinden sızan kırmızı suyu gördüm. O da benim kadar hayretle ayağına bakıyor, tekrar acıyla ağzını açıyordu. Derken çırpınarak salkımdan havalandı ve kalın bir yaprak sapına tünedi. Acıyan ayağını da kanatlarının altına alıp tüylerini kabarttı ve o an gözlerine gri bir perde indi. Bir süre öylece durdu. Arada o gri perde aralanıyor, ıslak lacivert gözleri görünüyordu. Korku, merhamet ve öfkeyle karışık duygular içinde kuşu izlerken, bir hurmanın tehdit altındayken asla yapmaması gereken şeyi yaptım; öğle sıcağı ve sessizliğin getirdiği ağırlıkla uykuya yenik düştüm. Akşama doğru bir gıdıklanma hissiyle uyandığımda güneş çoktan Halep Kalesinin arkasına kaçmıştı bile.
Kuş benim salkımımda sallanıyordu. Neredeyse baş aşağı bir vaziyette durmuş, gagasıyla nazikçe karnıma dokunuyordu. O an korkuyla Sübhan Allah diye bir çığlık attım! Kuş beni duydu ve en az benim kadar irkilerek pençelerini salkımdan ayırmadan kanat çırptı. Ayağından sızan kırmızı su, salkımın ince bedeninde ilerliyordu. Bir suya bir kuşa bakakaldım. İşte kaçınılmaz son gelmişti. Sübhan Allah ettiğim onca siteme rağmen merhamet buyurmuş, benim Azrail’imi diğerlerinden daha güzel surette göndermişti. Elbette bu teselli korkuma denk değildi. Fakat hiç değilse Si gibi, çirkin bir yüze baka baka, uzun bir hortumun içimi boşaltmasını izleyerek ölmek zorunda kalmayacaktım. Bu kuş koca ağzıyla beni bir hamlede yutar, ölümüm diğerlerininkinden acısız olur diye ümit ediyordum.
Zaman geçiyor, kuştan yeni bir hamle gelmiyordu. Bundan cesaret bularak yarım gözle, yukarı, kuşun tutunduğu kısma baktım. Beni unutmuş gibiydi. Saray avlusunda gezinen nöbetçilere bakıyordu. Bakışlarında acının yanı sıra, korkunç bir öfke, fazla olarak açık bir tehdit vardı. Sanki her an havalanıp, keskin gagasını bir süngü gibi içlerinden birine saplayacak gibiydi. Yeniden acısını hatırlamış olacak ki, ayağına bakıp sendeledi. Gözlerindeki o bakış yerini acınası bir ifadeye bıraktı. Ben yine de ondan korkmalıydım. Temkinli olmalıydım. Dünyaya kuş ve börtü böcek yemi olarak gelenler rehavete ya da gaflete düşmemeliydi değil mi? Evvel ahir bizi bulacak olan o hazin sonu hiç değilse biraz daha ötelemek bile biz gibiler için kardır. Çünkü bizim için başka bir dünya yok. Yaşadığımız kadar varız. Kuş pisliği olarak toprağa düşene kadar, olabildiğince alımlı bir hurma olarak kalmak en birinci vazifem artık.
...
Aynur ENGİNDENİZ
YORUMLAR
Az çok bilirsin, küçük bir yazı veya şiir de olsa okuduğum, yorum yapacaksam; kendime vakit ayırmam gerekir.
Eğer okuyup, anlamaya vaktim yoksa da yorum yapmam. Çok güzel demek bana yorum gibi gelmez hiç bir zaman.
*
Öncelikle yazındaki kişilerin karakter isimleri çok güzel. Belli ki araştırılarak kimliklerine yapıştırılmış.
Sonra.
Bilmem okur arkadaşlarımız fark ettiler mi? Bu küçücük sayfada koskocaman bir roman var.
Ve emin olsunlar ki, koca bir romanı küçücük sayfanın içine sığdırmak, ondan okurlara hem hoş geldiniz, hem nasılsınız, hem de güle güle demek zor iştir.
Tebrik ederim Engindeniz. Her zaman olduğu gibi beğenimlerimle.
Davidoff tarafından 8/9/2014 11:55:29 AM zamanında düzenlenmiştir.