14
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1804
Okunma
Kasabanın ışıklarını gördüğümde soğuktan neredeyse donmak üzereydim. Belime kadar gelen karda ve iğne gibi yüzümü delen tipide ısınacak bir yer bulmam mucizeydi. Evlerden gelen cılız ışığı uzaktan farkettiğimde artık tamamen uyuşmuş vücuduma can gelmiş, son bir gayretle kendimi hanın kapısında bulmuştum. Güçlükle açtığım kapıdan gelen ılık hava yüzümü bir bahar meltemi gibi okşadı. Kapıyı açtığımda hancı ve sağda solda oturan tek tük insan ters ters bana doğru baktı. O denli üşümüştüm ki ağzımı açıp konuşamadım. Hancı öfkeyle birkaç küfür savurup gelip arkamdan kapıyı kapattı. Selam vermeden içeri girmem her ne kadar kabalık olsa da hancının bu yaptığı sinirimi bozmuştu. Kendimi köşede yanan ve her çatırtısında içimi daha da ısıtan ateşin yanına attım. Biraz ısınıp kendime gelmeliydim. Ateşin üzerinde fokurdayan küçük bakır kazandan gelen hoş kokular ne zamandır yemek yemediğimi hatırlattı. Sanırım en son sabah yediğim bayat çöreklerden beri ağzıma tek lokma girmemişti. Bunları düşünürken hanın diğer köşesinden gelen sesle irkildim.
-Hancıya aldırma sen.
Daha önce orada olduğunu farketmediğim bir ihtiyardan geliyordu ses. Kafasını masaya eğmiş, iki büklüm vaziyette oturuyor, boz renkli başlığının altından sakalları görünüyordu.
-Efendim, dedim güçlükle.
-Hancı diyorum, babası çok daha kibar ve iyi bir adamdı. Ama bunda babasından eser yok...Uzun yoldan gelmişe benziyorsun.
-Evet, dedim. Epey uzun.
-Bu mevsimde buralara hangi rüzgar attı seni böyle.
-Ticaret yapıyorum.
-Ticaret mi? Buralarda mı? Ne ticaretiymiş bu?
-Sizi ilgilendirmez.
-Neden ilgilendirmesin, belki ben alacağım sattıklarını.
Cevap vermeden arkamı döndüm. Etraftakiler konuşmamıza ilgisizdi. Hancı’nın gelip isteklerimi sormasını bekliyordum. Ancak adam çoktan taburesinde uyuklamaya başlamıştı. "Hay lanet herif" diye mırıldandım. "Ne kadar öfkelisin" dedi ihtiyar. Ben farketmeden masamın yanına gelmişti. İhtiyar birine göre oldukça uzun boyluydu ve dik duruyordu. Başlığından hala gözlerini göremiyordum. Tabureyi çekerek oturdu. Ellerini masanın üzerinde kavuşturarak beni sorgulamaya devam etti:
-Sırtında ya da yanında hiç yük görmedim.
-Atım birkaç kilometre ötede tökezleyerek bacağını kırdı, mallarımı da sırtında bırakmak zorunda kaldım.
-Bu tipide sen nasıl dayandın?
-Hey nesin sen ha, buranın bekçisi mi?
-Heh heh heee, hala öfkelisin ha? Sakin ol, sadece neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Belki bir yardımım dokunur.
-Kusura bakma, hala üşüyorum ve bazı yerlerimi hissetmiyorum. Ayrıca..
-Seni dinliyorum.
-Boşver, sanırım soğuktan kafayı üşüttüm.
-Belki de titremen soğuktan değil de korkudandır, ne dersin?
-Sen...nerden biliyorsun?
-Ben burada bir çok şeyi bilirim evlat, bir çok şeyi de gözlemleyebilirim. Gözlerindeki, sesindeki, öfkendeki korkuyu sezmek zor değil.
-Evet haklısın. Atım tökezledikten sonra bir süre yanına sığınıp vücut ısısından yararlanmaya çalıştım ama fayda etmedi. Ne yapacağımı bilmeden öylece donmak üzereyken, birden ağaçların arasından ismimin seslenildiğini duydum. Çok tanıdık bir sesti. Güçlükle doğruldum ve sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Karanlıktan ve tipiden fazla ileriyi göremiyordum. Tam geri dönmeyi düşünürken sesi tekrar duyuyordum. Böyle bir havada, orada kimsenin olamayacağını biliyordum. Ancak durumumun çaresizliği ve soğuktan donmak üzere olmam devam etmeme neden oluyordu. Sonra o şeyle karşılaştım.
-Neyle?
-Bilmiyorum. Bir ağacın arkasından kafasını uzatmış beni izliyordu. Boyu ancak belime kadar geliyordu. Duman karası rengindeydi. Şekilsiz bir kafası ve bana baktığı belli olan donuk kırmızı gözleri vardı. Onu gördüğümde tarifsiz bir korku yaşadım. Önce olduğum yerde kalakaldım, ama sonra var gücümle koşmaya başladım. Arkamdan devamlı adımı seslendi. Bu da korkumu devamlı artırdı. Hatta bir ara ölmeyi diledim. Çünkü çoğu kez soğuk ve korku dengesi birbirine eşitleniyor, iki ucu da pis bir yere çıkıyordu. Çok şükür ki hayal meyal buranın ışıklarını gördüm. Bu da bana son bir dayanma gücü verdi. Ancak o şeyin hala dışarıda beni beklediğini seziyorum.
-Hımm, bu şeyin altında kürkten yapılma bir pantolon varmıydı?
-Sanırım, evet, evet vardı. Sen de gördün mü bu şeyi daha önce?
-Hayır, hiç görmedim, sadece ne olduğunu biliyorum ve ...
-Ve?
-Neyse öğreneceksin.
-Neyi öğreneceğim.
İhtiyar oturduğu yerden kalktı ve pencerenin önüne gitti. Düşünceli düşünceli sakalını sıvazlayarak dışarıyı bir müddet izledikten sonra bana doğru döndü:
-Hala orada...
...
Aradan saatler geçmiş, ihtiyar tek kelime etmemişti. Sadece kafasını eğdiği masaya kollarını dayamış, bir şeyler düşünüyor gibiydi. Bense ateşin dibinde oturmama rağmen hala donuyordum. En ufak bir ısınma emaresi yoktu vücudumda. Bu da beni endişelendiriyordu. Neden sonra ihtiyar kafasını kaldırıp konuşmaya başladı:
-Bana hala yükünün ne olduğunu söylemedin.
-Şu an ki durumumla ne alakası var bunun?
-Bak evlat, aslında en başından beri ne taşıdığını biliyorum, ancak biraz dürüst olup bana söylemeni bekliyorum.
-Nasıl yani? Nasıl bilebilirsin?
-Bırak oyun oynamayı da o Beril Taşlarını nerden bulduğunu söyle.
Bunu nasıl bilebilirdi? Yolculuğumdan kimsenin haberi yoktu. Beril Taşını tanıyan da çok azdı. Taşları bulduğum mağara ise bir insanın güçlükle ulaşabileceği türden dik bir falezin ortasındaydı.
-Sen nerden biliyorsun?
-Bak oğlum herşeyi anlayacaksın, ama önce bana anlatman lazım, anlaştık mı? Etraftakilere bakınmayı kes, onlar bizi duymuyorlar.
-Nasıl bu kadar emin olabili..
-Anlat dedim!!
-Pekala ihtiyar, öyle olsun. Beril taşını bilmene şaşırdım açıkçası. Çünkü bizim diyarlarda bu taşı tanımazlar, bu yüzden de ne değerini ne de tılsımını bilmezler. Ben köyümüzdeki demircinin çırağıydım. Babamın isteğiyle çalışmaya başlamıştım ama asla bu işte yeteneğim yoktu. Bir yandan köyden uzaklara kaçıp gitme isteğim, bir yandan zengin olma isteğim hayatımı daha da mutsuzlaştırıyordu. Bir gün köye bir gezgin uğradı. Tuhaf tipliydi ve buralardan olmadığı belliydi. Demirciye gelip kabzasını sağlamlaştırması için küçük bir kılıç bıraktı. İlk kez Beril’i o kılıcın kabza ucunda gördüm. Ustama sorduğumda elmas olmadığını, muhtemelen ucuz bir kristal olduğunu söyledi. Ama öyle olmadığını biliyordum. Bu gezginle tanışmalı, hatta kabul ederse, yanına yoldaş olmalıydım. Kılıcını almaya geldiğinde taşın ne olduğunu sordum. Basit bir kristal dedi, ama bunu söylerken gözlerini kaçırdığını farkettim. Böylelikle yalan söylediğini anladım. Kaldığı handan ayrılmak üzere hazırlık yaparken yanında gidip, beni de yanına almasını, ona her türlü konuda yardım edeceğimi, gerekirse ayak işlerini yapacağımı, yeter ki beni de götürmesini söyledim. Tabi ki sert bir dille reddetti. Ama bu kadar kolay vazgeçmeyecektim. Gizlice peşine takıldım ve uzunca bir süre onu izledim. İlk mola verdiği yerde heybesinden el yapımı bir harita çıkardı ve uzun uzun inceledi. Meraktan ölmek üzereydim. Bu sırada ormandan fırlayan iki haydut gezgine saldırdı. Gezgin gayet çevikti. İlk haydutu oracıkta hakladı, ancak ikincisini haklamadan önce haydut küçük bir bıçakla gezginin şah damarını kesti. Ne yapacağımı bilmeden koştum ve can çekişen haydutu öldürdüm. Gezgin ise son anlarını yaşıyordu. Haritayı göstererek nerede olduğunu sordum. Kuzeydeki falezlerde olduğunu söyledi. Son olarak da "Sakın" dedi, "Sakın büyük kırmızı olana dokunma, etraftaki küçüklerden taşıyabileceğin kadar al".
Gezgini yolun dışında bir yere gömdükten sonra atını ve eşyalarını alarak kuzey falezlerine gittim. Haritanın tarif ettiği yeri bulmam çok uzun sürdü. Çünkü bu konuda bilgisizdim. En sonunda mağarayı bulduğumda yüksekçe bir uçurumdan 5-10 metre kadar aşağıda ulaşılması imkansız bir yerde olduğunu gördüm. Fakat gezgin hazırlıklıydı. Oraya inmemi sağlayacak halatları ve kancaları vardı. Kancalarını sağlam bir yere bağladığım iki halat sarkıttım aşağıya. Bir tanesi benim için, diğeriyse içeriden toplayacağım Beril içindi. Güçlükle aşağıya sarktım ve mağaranın girişine ulaşmam dakikalarca sürdü. Bir kaç kez düşme tehlikesi geçirdim. Mağaraya girdiğimdeyse oldukça uzun ve karanlık olduğunu gördüm. Yanımda herhangi bir ışık kaynağı da yoktu. Söylene söylene tekrar büyük bir zahmetle yukarı tırmandım ve bir süre dinlendim. Kendime birkaç meşale hazırlayıp tekrar aşağıya indim ve mağaranın derinliklerine doğru ilerledim. Mağaranın içinde karşıma tam üç kez yol ayrımı çıktı. İlkinde uzunca bir süre karar veremedim. Ama sonra hafif bir hava akımı hissettiğim yoldan ilerledim. Mağaranın sonuna vardığımda adeta sırça bir salona girmiş gibiydim. Her yanda her renkten Beril mevcuttu ve muntazam bir şekilde dağıtılmıştı. Meşalenin ışığıyla bir renk cümbüşü oluşmuş ve hırsımı körüklemişti. Hemen yanımda getirdiğim çuvala her yandan avuç avuç Beril doldurmaya başladım. Bir o tarafa bir bu tarafa deli gibi koşuyor, sanki taşıyabilecekmiş gibi hepsini almaya çalışıyordum. Sonra büyükçe bir taşın üzerinde duran "Büyük Kırmızı"yı gördüm ve gördüğüm anda büyülendim. Bu şimdiye kadar gördüğüm en güzel şeydi. Birkaç karış uzunluğunda, silindirik ve pürüzsüz bir biçimde şekillendirilmişti, meşalenin ışığıyla da kor alev gibi parlayan mükemmel bir görüntüsü vardı. Elime aldım ve uzunca bir süre arzuyla baktım. Gezginin söyledikleri tamamen aklımdan uçmuştu. Onu ayrı bir çuvala koydum ve diğer çuvalları da alarak hepsini sarkıttığım diğer halata bağladım. Önce kendim tırmandım, ardından çuvalları çektim ve özenle ata yükledim. "Büyük Kırmızı"yı ise sırtıma bağladım.
Bu taşların bizim oralarda değerinin bilinmediğini bildiğimden kuzey limanlarından kuzeye gitmeye karar verdim. Çetin bir yolculuk olacağını biliyordum. Ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Atımın ayağının kırılması büyük bir talihsizlikti ve ardından o şeyle karşılaşmam, az kalsın canımdan oluyordum. Ve şimdi burdayım. Eğer yükümü bulmama yardım edersen Berilleri seninle paylaşabilirim. Tabi kırmızı olan hariç.
-Ahh evlat, aptalsın. Açgözlü bir aptal. O taşlar ne senin ne de benim işimize yaramayacak. O karşılaştığın şeyin ne olduğunu biliyormusun? O bir "Karakoncul".
-O da ne?
-Gün ağarırken atının yanına gideceğiz.
-Pekala..
...
Karakoncul gün aydınlanana dek hanın etrafında dolandı durdu. Güneşin doğmasıyla birlikte ormana doğru giderek gözden kayboldu. İhtiyarla birlikte handan çıktık. Hancı yine sertçe arkamızdan kapıyı çarptı. Karlara batmıyorduk, geceki soğukta karların üst kısımları donmuş olmalıydı. Bu da yürümemizi kolaylaştırdı. İhtiyar sanki atımı bıraktığım yeri biliyormuşçasına hızlı hızlı önümden ilerliyordu. Yaşına rağmen oldukça hızlı yürüyor ve beni geride bırakıyordu. Neredeyse bütün gün yürüdük, kısacık olan gün akşamüstüne dönmüştü. Sonunda ihtiyar durdu ve karla kaplı bir tümsek gösterdi:
-İşte atın ve yükün burada.
-Nasıl böyle elinle koymuş gibi bulabildin?
-Sana dedim evlat ben pek çok şeyi bilirim. Artık senin de bir şeyler bilmen gerekiyor. Gece gördüğün yaratık, Berillerin sahibiydi. Özellikle de kırmızı olanın, eğer gezgini dinlemiş olsaydın şu an çok farklı olurdu. Ahh evet, insanoğlu hep böyle, hiç akıllanmayacak. Bu yaratık "Kırmızı"yı yerine koyana dek peşini bırakmayacak.
-O halde ben onu götürüp yerine koyayım, sen de bunları benim için sakla olmaz mı?
-Keşke o kadar kolay olsaydı evlat, keşke..
İyiden iyiye korkmaya ve meraklanmaya başlamıştım. Bu adam ya beni kandırmaya çalışıyordu ya da delinin tekiydi.
-Ne demeye çalışıyorsun ihtiyar?
-Sana sadece şunları söyleyeceğim evlat. Ondan sonra sana tavsiyem sadece aydınlıkta kal ve karanlıktan uzak dur.
-Ne..nasıl?
-Karakoncul’u ölümlüler göremez.
Bunu söyleyerek şaşkın bakışlarım arasında ortadan kayboldu. Dehşete düşmüştüm. Geceden beri o şeyden sonra bu karşılaştığım ikinci garip şeydi. Etrafa biraz seslendikten sonra, havanın iyiden iyiye karardığını farkederek, atımın üzerindeki karları temizlemeye başladım. Özenle karları silkerek çuvallarımın üzerini açtım. "Kırmızı"yı arıyordum. Sonunda "Kırmızı"yı atın karın kısmı tarafında buldum. Çuvalın ağzını kavrayan bir el gördüm. Bir anlık tereddütten sonra karları temizlemeye devam ettim. Bundan sonraki gördüklerim ise geceden beri yaşadığım tüm gariplikleri açıklar nitelikteydi.
Atın yanına uzanarak donmuş halde yatan ve çuvalı tutan kişi bendim...