- 502 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
BALIKÇI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Önce yalancı şafak aydınlattı geceyi, ardından zifiri karanlık çöktü yeniden, nihayet şafak söktü ve ufuk ağarmaya başladı. Mevsimlerden yazdı. Yaz aylarının böyle erken vakitleri pek serin olurdu. Esen serin rüzgâr gölün sazlık, yosunlu kokusunu, yüce dağın vadilerine gönderirdi. Az sonra güneş başını dağın ardından kaldıracak ve yeni günü ısıtacaktı.
Balıkçı eski marka Kohler motorunu çalıştırdı. Motordan simsiyah duman çıktı önce, hafif benzin kokusu sardı etrafı. Dümenin başına geçti. Küçük bir kayıktı, sapsarı renge boyalıydı, lakabı kuğuydu. Kayık her zamanki rutin hızıyla suları köpürte köpürte ilerliyor, köpüren dalgalar ötelerde tekrar sulara karışıyordu. Motorun keskin pervanesi suyun yüzeyine kadar boy atmış otları parçalıyor, parçalanan otlar etrafa savruluyordu. Başı üzerinde geceyi uykusuz geçirmiş süt beyazı iki martı çığlıklar atarak kayığa eşlik ediyordu. Bir sigara yaktı balıkçı. Sigara dumanı egzosdan çıkan dumana karıştı. Üşüyen ellerini bu dumanda ısıttı. Bedenini kalın balıkçı kürküne gömdü. Dümenin ucuna çömeldi.
Dünya döndükçe balıkçılar hep sabahın erken vaktinde balığa çıkarlar, ağları denizin bereketli sularına bırakırlar. Dünya bir yönüyle balıkçıların etrafında dönüyordu aslında.
Tam otuz yıl olmuştu. Otuz yıldır nafakasını balıkçılıkla temin etmişti. Çok cömert davranmıştı göl. Para sıkıntısı çektiğinde kayığıyla açılmış, ağları gölün bereketli ellerine bırakmış, bereketli eller hiçbir zaman balıkçının yüzünü kara çıkarmamıştı. Yalnızlığı arzuladığı zamanlarda da kayığı göle sürmüş, aradığı huzuru, mutluluğu orada bulmuştu. Karış karış her tarafını bilirdi. Her karesinde ayrı hatırası saklıydı. Balıkların yuva kurup saklandığı yerleri, yorulup mola verdiği, oynaştığı yerleri avucunun içi gibi bilirdi. İhtiyacından fazlasını ise yakalamazdı.
Son zamanlarda ağların gözenekleri giderek küçülmüş, gözenekler minik minik balıklarla dolmuştu. Balıkçı bundan muzdaripti. Elinden ise bir çâre gelmiyordu. Ağa takılan yavru balıkların pullu bedenlerini sarmaş dolaş olmuş ağlardan hassasiyetle çıkartır, onları tekrar suya bırakarak: “henüz vakit erken, bir dahaki sefere” derdi. Esaretten kurtulan minik balıklar önce afallar, ağın etrafında sersem sersem birkaç tur atarlar ve özgürlüğe kavuşmanın verdiği sevinçle süratle otların arasında kaybolurdu.
O zamanlar pek gençti, çevikti, ataktı. Okula da gidiyordu, zekiydi. Özellikle matematik derslerinde başarılıydı. En çetrefilli matematik problemlerini kalem kullanmadan rahatlıkla çözerdi. Hocası onu çok sever ve ona bir dahi gözüyle bakardı. Ama onun gönlünde tarif edemediği bambaşka duygular gizliydi; tabiatın bağrında özgürce yaşamak. Yüce dağın doruklarında gezinmek… çam, meşe, ardıç, kekik kokularını doyasıya içine çekmek ve suların üstünde saatlerce kürek çekmek, kayığı bir kuğu gibi suların üstünde yüzdürmek, sabahın serinliğinde üfül üfül esen serin rüzgârları kadın teni gibi bedeninde hissetmek istiyordu.
Kendi hayatını seçmişti severek, arzulayarak zor ve çileli olsa da. Şu ilerdeki çayırlıkta, göl sularının bembeyaz köpüklerini bıraktığı yerde, içinde renk renk çiçeklerin bulunduğu mezarlıkta yatan babası seçimine saygı göstermişti o zaman. Çünkü babası kendi isteğiyle seçilen hayattaki zorlukların, başkaların seçtiği hayatın lezzetlerinden üstün olduğunu biliyordu. Her sabah balığa çıkmadan önce uğrardı bu sessiz mekâna. Fatiha okurdu. Düşünürdü gözlerini çevirerek hepsi birer ibret levhası olan mezarlara. Belki de tayin edilmiş yakin ona geldiğinde şuracıkta yeşillik bir yerde, geçici istirahatgah hayal ederdi. Çünkü balıkçılar sahile vuran dalgaların huşu dolu seslerini duymak isterler. Martı çığlıklarını, kurbağa vıraklamalarını, kuş cıvıldaşmalarını duymak isterler. Gecenin karanlığında sudan fırlayıp ay ışığında altın sarısı pulları parlayan balıkları görmek isterler.
Ağların bulunduğu yere gelmişti. Güneş bir mızrak boyu yükselmiş, hava hafiften ısınmıştı. Dağın kapkara gölgesi tüm haşmetiyle sulara düşmüştü. Motoru susturdu. Egzostan yine siyah dumanlar yükseldi. Son pat pat sesleri de suların yüzeyinde yankılandı, uzaklarda yitti gitti. Şimdi suların yüzeyinde derin bir sessizlik hâkimdi. Bir müddet dinledi balıkçı bu sessizliği. Uzaklarda kalan süt beyazı martıların zayıf çığlıkları böldü bu sessizliği. Kürekleri suya indirdi. Ağın ucundan yakaladı bismillah diyerek kontrole başladı.
Ağları kontrol etmek, heyecan vericiydi. Gelecek balık hayal edilir ve insanın yüreği hop hop atardı. Büyük umutlarla suya salınan ağlar yine aynı umut ve heyecan, sabır ve tevekkülle kontrol edilirdi. İste ilk balık geliyordu. Ağın ağırlığından hissetti bunu balıkçı. Balık misine arasında sağa sola yalpaladı fakat her seferinde daha da gömdü pullu bedenini keskin ve sarmaşık misineler arasına. Yavaşça kaldırdı ağı ve balığın iri kafasından yakaladı. Zedelenen pullar deriden sıyrılıp suya döküldü. İrice bir sazandı. Karnı bir davul gibi şişti. Balıkçı balığı gözenekler arasından çıkartırken Yunus peygamberin kıssasını hatırladı.
Bir balık yutmuştu onu. Allah balığın karnını ona güvenli bir sığınak yapmıştı. Denizaltı misali gecenin karanlığında, gündüzün parlayan güneşinde güven içinde yolculuk yapıyordu. Ona kim yardım edebilirdi? Tüm sebepler fonksiyonunu yitirmiş, her şey onun aleyhindeydi. Gece, gündüz, deniz, hava, balık… vs. Ona sadece bir tek zat yardım edebilirdi. Balıkçı O zatı çok iyi tanır ve ona halis bir kalple inanırdı. Geceleyin nice azgın dalgalardan onun yardımıyla kurtulmuştu.
“keşke yardım edebilseydim sana ey Yunus peygamber” dedi elindeki balığı kayığa bırakarak.
Ağdaki dolaşıkları açtı birer birer, takılan otları temizledi. Güneş bir hayli yükselmişti. Heybetli dağın gölgesi kaybolmuş, ışınlar renk cümbüşü halinde sularda dans ediyordu adeta. Birkaç tekne geçti yanından suları yara yara. Dalgalar geldi sapsarı kayığa çarptı. Kayık dalgalar arasında beşik gibi sallandı. El işaretleriyle selamlaştılar :
“rast gele”
“sana da rast gele.”
Balıkları kayığın gölgelik bir yerinde toplayıp üzerini ıslak otlarla örttü. Bir kaç kez daha su serpti üzerlerine, böylelikle daha uzun süre taze kalabilirdi. Bugün kulübeye uğrayacaktı. Geceyi orada geçiririm diye düşündü. Bir aydır kulübeye uğramamıştı. Napolyon ve Adsızı merak ediyordu. Doğal hayata alışabilmişler miydi acaba? Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenebilmişler miydi?
Yine sabahın erken vakitlerinde, gölün kenarında kumlar üstünde miyavlayan, etrafa tedirgin, korkulu gözlerle bakan iki yavru kediyi görmüştü. Anlaşılan anneleri tarafından terk edilmişlerdi. Çelimsiz halleri karınlarının epeydir aç olduğunu gösteriyordu. Onlara acıyıp, yanına aldı. Kulübede yalnızlığıma ortak olurlar diye düşünmüştü. Hem davetsiz misafirlere engel olurlardı. Özellikle yaz aylarında bu küçük adayı zehirsiz su yılanları doldururdu. Alışmıştı gecenin bir vakti sürünüp gelen davetsizlere. Çoğu geceler onları yorganın altında uzun kuyruklarından yakalayıp, tekrar suya bırakmıştı.
Ellerini yıkadı, alnında biriken terleri sildi. Kır saçlarını düzeltti, yorulmuştu. Oturdu biraz. Bir sigara yaktı. Dumanlar halkavî yükseldi gökyüzüne. Otlar altında kıpırdaşan balıklara baktı:
“Allah bereket versin” dedi.
Gözleri önce dalgalı sularda gezindi. Sonra heybetli yüce dağı seyretti bir süre. Doruklarında bulutlar dolaşıyordu. Baharda eriyen kar suları köpürerek, gürüldeyerek dağın yamaçlarından aşağı dökülerek gölü beslerdi. Arada sırada dağa çıktığı da olurdu. Dağın zirvesinden aşağıda uzanan ovayı, gölü, kulübesini ve ağların bulunduğu yeri seyretmek ayrı bir keyif verirdi ona.
Son bir nefes çekti sigaradan. Eski marka Kohler motoru çalıştırdı, pat pat sesleri suların yüzeyinde yayılarak ulu dağın eteklerinde yankılandı yeniden. Yine alışılmış siyah duman ve benzin kokusu. Dümenin başına geçti ve kayığın yönünü adaya çevirdi.
Küçük bir adacıktı. Üzeri tüylü kamışlar, sazlık, yabani otlar ve bir kaç ağaçla kaplıydı. Yaban kuşları yuvalarını burada kurarlar, kavgacı çığırtkan martılar burada dinlenirler, bayramlarda şenliklerde kayık turuna çıkan insanlar muhakkak buraya uğrardı. İlk defa balıkçı bir kulübe yapmıştı. İçinde ağ malzemeleri, yatağı, çaydanlığı ve birkaç parça özel eşyası vardı.
Adsız suya girmekten korkuyor bir o tarafa bir bu tarafa koşturup duruyor, bir an önce balıkçının kucağına atlamak istiyordu. Gülümsedi balıkçı Adsızın bu aceleci tavrına. Gözleri Napolyon’u aradı. Gördü nihayet onu adanın en yüksek yerinde mağrur duruşuyla. Kayığın adaya kadar gelişini aynı mağrurlukla seyretti. Hiç yerinden kıpırdamadı.
Adsız hemen fırladı kucağına balıkçının. Okşadı balıkçı kedinin tüylü bedenini. Kedi çocuklar gibi sevindi. Napolyon da gelmişti az sonra. Kedileri iyi görmüştü. Bıyıklı yanakları sarkık, tüylü karınları şişkindi.
Acıkmıştı. Bir balık kızartmalıydı. Ortaca büyüklükte bir balık aldı. Usta eller balığın pullu derisini bir çırpıda sıyırdı attı. Adsız hemen deriye koştu. Keskin dişlerini balığın pullu derisine geçirip afiyetle yemeye başladı. Napolyon ise aynı mağrur duruşuyla kenarda balıkçının maharetle işleyen ellerini seyrediyordu. Kardeşi gibi atılmadı hemen pullu deriye. Onun gözü balığın iri kafasındaydı. Balıkçı kediyi takdir etti. Ona boşuna bu ismi takmamıştı. Adsıza ise henüz bir isim bulamamıştı hımbıl, uyuşuktu. Gövdeden ayırdığı kafayı fırlattı Napolyon’a doğru. Hızla yanaştı kedi kafaya fakat bekledi biraz, önce kokladı, pembe diliyle yaladı ve afiyetle yemeye başladı. Adsız ise çoktan pullu deriyi mideye indirmiş uzun diliyle patilerini, bıyıklarını yalamakla meşguldü.
Etraftan odun topladı, ateşi yaktı. Tavayı ateşe sürdü. Yağ cızıldayınca balıkları tavaya dizdi. Buram buram balık kokusu sardı adayı. Özenle yerleştirdi kızaran balıkları tabağa. Evden getirdiği domates, salatalık, marul, soğan bir güzel salata hazırladı. Tek limonu ikiye böldü. Yarısını salataya sıktı. Diğer yarıyı da ikiye bölerek balıkların yanına yerleştirdi. Zayıflayan ateşi canlandırdı. Çaydanlığı suyla doldurup ateşe sürdü. Bir tutam çay attı. Demli çayı ince belli çay bardağına doldurdu.
Güneş ufukta bir ateş topu olmuş ovanın derinliklerinde kaybolmuştu. Gökteki yıldızlar birer birer ortaya çıkıp göz kırparcasına parıldıyor, ay ise henüz solgundu. Hafiften akşam rüzgârı esti. Kulübenin tavanındaki kamışlar uğuldadı. Yabani otlar arasında kaynaşmalar oldu. Ağaçların dallarındaki son kuş sesleri de kesildi. Balıkçı kulübenin önünde yanan ateşi körükledi. Adsız başını kardeşinin kıllı vücuduna yaslamış uyukluyordu. Napolyon ise başını patileri üzerine koymuş duru bakışlarıyla ateşin alevlerini seyrediyordu. Düşündü balıkçı tüm mevcudatı bir baştan bir başa. Uzaklarda karanlıklara gömülmüş heybetli dağı, önünde uzanan gölün derinliklerinde bin bir türlü canlıyı, gökteki yıldızları ve mehtap halindeki ayı düşündü ve o zata tekrar teslim oldu:
“tüm sebepler sükut ettiğinde geceye, gündüze, havaya, denize ve balığa ancak senin sözün geçer ve balığın karnındaki Yunus’a ancak sen yardim edebilirsin” dedi.
Geceler bir yönüyle nice canlının av merasiminin başlangıcıdır aslında.
Nilüferler gölün en berrak yerinde açmışlardı. Etrafını yeşil, mavi, mor, eflatun renkli çiçekler sarmıştı. Bir kurbağa sıçradı nilüfer yaprağına. Burası en romantik mekândı şarkı söylemek için. Böyle mehtaplı gecelerde nice aşk dolu şarkılar söyleyerek nice şehvet dolu dakikalar yaşamıştı. Önce ince perdeden vıraklamaya başladı. Temposu giderek arterken otlar arasında kıvrıla kıvrıla yaklaşmakta olan tehlikeden habersizdi. Sustu bir ara. Diğer kurbağalar da sustular. Yılan da durdu otlar arasında soluğunu tutarak. Kurbağa nefesini, yılan kuvvetini topladı. Kurbağa yarım kalan şarkısına devam edecekti ki; yılan ani bir hamle yaptı. Kurbağa bacağını yılanın sivri dişleri arasına kaptırmıştı. Yılan avı etrafında dönerken ağzı bir çuval ağzı gibi açılıyordu. Kurbağanın sesi kısıldı, uyuşan bedeni uzun ince bir karanlıkta kayboluyordu.
Diğer kurbağalar da sessizliğe gömüldüler. Otlar arasından bu manzarayı seyrettiler ama yardım edemediler. Kurbağa feri sönen gözlerini ötelerde sönmeye yüz tutan balıkçının ateşine dikti. Sönen ateşle beraber kurbağanın gözleri de söndü.
Ada karanlığa gömüldü. Gecenin sessizliği, adanın ıssızlığı daha da arttı. Gözleri ağırlaşan balıkçı yatağına uzandı. Kulübenin tavanında kamışları arasından tüm esrarıyla yıldızları seyretti bir müddet. Göz kapakları kapandı. Uyumuştu.
YORUMLAR
BALIK EKMEK
Miyavlayıp
Ayaklarıma sürünüp
Gözlerimin içine bakarak
Kendini acındırma .
Ben onu için,
Ta nerelerden geldim .
Versinler İstanbul’lular.
Onlar her zaman yiyor .
Boğazımda ,
Düğümlenir lokmalar .
Gemiler ,
Nasıl geçer sonra...
Balıkçıyla bizde yorulduk uzandık yıldızla bakmaya,tebrik ederim saygılarımla.
BALIK EKMEK
Miyavlayıp
Ayaklarıma sürünüp
Gözlerimin içine bakarak
Kendini acındırma .
Ben onu için,
Ta nerelerden geldim .
Versinler İstanbul’lular.
Onlar her zaman yiyor .
Boğazımda ,
Düğümlenir lokmalar .
Gemiler ,
Nasıl geçer sonra...
Balıkçıyla bizde yorulduk uzandık yıldızla bakmaya,tebrik ederim saygılarımla.