- 674 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Çift Ayakkabı(öykü)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Başlangıçta bu Pazar’ında diğerlerinden farkı yoktu. Gittiği yer aynıydı, bastığı çilekeş kaldırımlar da, onların altında ayrı bir dünyaları olan böcekler de, ağaçlara kurulmuş kuşlar da. Pazar günü bile mesaide olan çalışkan esnaflar, çevrede dolaşıp müşteri avlamaya çalışan seyyar satıcılar da aynıydı. Sadece insanların üstüne geçirdikleri kıyafetler farklı olurdu bu mahallede. Diğer günler gibi, sürprizsiz, ılık bir Pazar günüydü. Lakin bu gün bir terslik vardı, sokağın ucuna kıvrılıp küçük dükkânını kuran boyacı bunu fark etmişti.
Saat altıyı geçiyordu ama o hala ortalıkta yoktu. O işte, ona sürekli selam veren, konuşan adam. Onu tanıdığından beri hiç bir Pazar aksatmazdı. Gülücükler saçarak bu sokağa gelir, onun geldiğini bildiği için zaten hazır olan boyacıyla selamlaşır, sonrada bir birlerine iyi olup olmadıklarını sorarlar, iyi olduklarını öğrenince adam gülümseyerek tekrar yola devam ederdi. Bu tuhaf gelenek boyacı için her Pazar vazgeçilmez halini almıştı. Bir gün gelmediğinde de bu kadar üzüleceğini tahmin etmiyordu. Adamın adını bile bilmemesine rağmen, onu sıkı bir dostuymuş gibi hissetmesini anlayamıyordu.
“Bir işi çıkmıştır herhalde” diye aklından geçirdi, öyle olmadığını bal gibi bilmesine rağmen. Sebebini ya da nasıl bu hisse kapıldığını söyleyemezdi ama biliyordu. Güneş batmak üzereydi ve bu adama bir şey olmuştu.
Evet, yanılmamıştı. 2 sokak aşağıda, arabanın kurbanıydı tanıdığı orta yaşlı adam. Kanlı gövdesiyle asfaltta yatarken bile gülümsüyordu. İnsanlar “Araba fazla hızlıymış” diyorlardı. Anlaşılan yine sebepsiz binen bir yolcu vardı beyaz gemiye. “Hiç kimsesi yokmuş, karısını ve kızını kaybetmiş. Sürekli hastanede biri ziyaret edermiş.” 2 gün sonra morga kaldırılıp kanı yıkandıktan sonra tamamen unutulacakmış. Soyunu bırakacak ne oğlu varmış ne de kızı.
İçinden “hayır” dedi, bütün bunları ekşi bir suratla dinleyen boyacı. Unutulmayacaktı. Uzun zamandır derinliklere gömülmüş cesaretinin, kafasını kaldırıp dışarı çıkmaya meyilleştiğini hissediyordu. Bu sıradan hayatında, çılgınca bir şey yapıp, başkasının hayatına burnunu sokacaktı. Buna tam o anda, ölü dostunu izlerken karar vermişti.
O sabah farklı bir iş yapmanın verdiği hazla erken kalktı, 2 tas suda yıkanmaya çalıştı, suyu yetmedi ve çeşmeye gitmeye üşendiği için kalan kirlerini tükmüğüyle sildi. Ardından özel bir gün olduğu için diğerlerine göre daha az yırtığı olan bir elbise seçti. Dışarı çıkmadan önce kırık aynasına baktığında kendini oldukça şık hissetmişti. Lakin soru sorduğu insanların suratlarındaki o çok tanıdığı küçümseyici ifadenin kaybolmadığını görünce, bu histe topyekun sönmüş oldu. Kimi esnaf daha içeri adımı attırmadan siktir çekmiş, kimisi dinledikten sonra defol demişti. Ama günün sonuna yaklaşırken tek tük cevaplarla nihayet isteğine ulaşmıştı. Dostu, her Pazar günü diğer mahalledeki hastanede yatan küçük bir kızı ziyaret ediyormuş. Doğruca oranın yolunu tuttu.
Orta lükslükte bir hastaneydi, bir ayakkabı boyacısının asla giremeyeceği lükslükte. Oraya uygun olmadığı daha ilk adımını attığından beri belliydi. Hademesinden hastasına, doktorundan hemşiresine, içeride yakını yatarken dışarıda dedikodu eden koca karılardan babası kaydını yaparken baygın baygın bekleyen çocuğa kadar orda bulunanlar, bu temiz mermerlere pis ayakkabılarıyla adımını atıp, “güzel” havalarını bozan adamdan rahatsızlıklarını pek de kapalı olmayan bakışlarıyla gösteriyorlardı. Hatta resepsiyon, bir ara güvenliği bile çağıracaktı. Acımış olmalı ki, böyle bir şey yapmadı ve bu sefil adama sorduğu hastanın oda numarasını verdi. Ardından sert bir bakış attı. Kelimelere dökmese de bakışı düşüncesini açıklıyordu; “hareketlerine dikkat et”
Boyacı odaya geldiğinde az daha kapıyı tıklatacak eli havada kaldı. Bir şey olmuştu, sanki birden uykusundan uyanmıştı. İçinde bulunduğu koridora, yabancı, geniş hastane duvarlara baktı, ayran iştahlı cesaretinin tekrar yuvasına çekildiğini hissetti. İçinde damla damla biriken korku ve yanağından süzülen soğuk terler bu hissin sebebiydi. Ne yaptığını bilmediği kanaatine vardı, bir ayakkabı boyacısının buraya adımını atmaması gerektiği düşüncesi beyninde acıyla cereyan etti. Hayattaki karşısına çıkan her zorluğa yaptığı gibi, işini yarı yolda bırakıp hızla kaçıp gidecekken hiç beklemediği bir şey oldu.
Biraz önce az daha tıklatacağı kapı açılmıştı. “Ahmet amca?”
Önüne çıkan küçük tatlı güzellik karşısında boyacı gıkını çıkaramazken, hayal kırıklığına uğrayan kız, önündeki manzara karşısında hışımla dudaklarını büküp, kaşlarını çatmıştı. “Ahmet amca nerde!?”
“Şey…” diye geveledi boyacı. Küçük bir kıza ölüm haberini veremezdi. “Ben… Bilmiyorum--” diyecekti ki kapı sertçe kapatıldı. Anlaşılan küçük kızın duydukları yeterliydi. Kısa bir süre sonra boyacı, galeyandan doğan merakla az önce açamadığı kapıyı açtı. Karşısına çıkan envai çeşit teknolojik alet ve ilk defa gördüğü hastane odası onu bir şoka daha uğrattı. Aldırmadı. Odanın ortasındaki yatağında yüzünü yorganlara basıp titreyen küçük kızın yanına yürüdü. Altın sarısı saçlarını okşamak, kucaklamak, teselli etmek istedi ama tek söyleyebildiği kuru bir “Ağlama” oldu. Ne müthiş bir teselliydi!
Kan çanağına dönmüş gözlerini sinirle üstüne dikti “git” dedi. “seni istemiyorum. Ahmet amcayı istiyorum, zaten bu hafta-“ hıçkırmaya başladı. “-zaten bu hafta çok sıkılmıştım. Buna rağmen gelmedi”
Boyacı ne yapacağını bilmez haldeydi, hiç küçük bir dostu olmamıştı. Sonra aklına buraya gelirken ıssız ceplerini tamamen boşaltarak aldığı hediye aklına geliverdi. Kahraman edasıyla çıkarırken her zaman kirli olan ellerini gizlemeye çalıştı ve televizyondan duyduğu klişe sözler döküldü ağzından “Bak sana ne aldım”. Bu işi ne kadar beceriksizce yapmasına rağmen ilgisini çekmeyi başarmıştı. Birkaç dakika sonra kızın ağlaması geçmiş, merakla hediyesini inceliyordu. Ardından boyacının bütün yaptıklarına değecek ışıltılı sözcükleri söyledi “teşekkür ederim”
Bu bir ayakkabı boyacısının hayatında unutamayacağı anlardan biriydi. En son ne zaman birisi ona teşekkür etmişti ki? 5 yıl, 10 yıl, Hiçbir zaman? Bu sözcükler karşısında nezaket gereği ne söyleneceğini de bilmiyordu. Güneş altında çalışmaktan bronzlaşan yüzü mutlulukla kızardı ve kafasını gülümseyerek öne eğdi.
Her ne olduysa bilinmez, on beş dakika sonra hastane odasındaki kasvetli ve gergin hava yerini mutlu bir sohbetin engin ferahlığına bırakmış, biraz önce ağlayan kızın bilmişçe anlattıklarını ağzı açık bir şekilde dinleyen boyacı da buraya gelme sebebini unutmuştu. Her kelimesinde kıza daha da hayran oluyordu.
“… bu yüzden doktorlar sinirimi bozabiliyor. Bazen bir buldozer kiralayıp hastaneyi yıktırmayı düşünüyorum.”
“Şey… Buldozer ne demek?” diye araya girdi boyacı şaşkın bakışlarıyla.
“Aptal mısın? Arabanın büyüğüne buldozer denir”
“Evet” dedi. Başını tekrar öne eğdi “Ne yazık kı öyleyim. Ben otobüs ya da kamyon dediklerini sanıyordum.”
Birden küçük hastane odası kızın o çok tatlı kahkahalarıyla çınlamaya başladı. “ne oldu” diye sordu boyacı. Hâlâ Gözlerinde şaşkın bakış hâkimdi.
“Bunu kabul etmemeliydin”
O gün saatlerce konuştular. Daha doğrusu kız konuştu ve boyacı nadiren araya girerek bilmediği kelimeleri sormakla yetindi. Akşam olduğunda birbirlerinden zor ayrılmışlardı. Boyacı ilkindi ışıkları altında eve dönerken, hayatının en güzel günlerinden birini yaşadığını hissediyordu. Bu yüzden ertesi günün ilk ışıklarında hastaneye tekrar gitmeye karar verdi. Sonraki günde, ondan sonraki günde...
Beraber geçen günlerden sonra sıkı bir dost olmuşlardı. Kız için boyacı, zamanın akmak bilmediği hastane duvarları arasındaki tek eğlence kaynağıydı. Sadece onunlayken zamanı düşünmüyor, sıkılmıyordu. Ayrıca onun hayatına da her anlamda yeni renkler katıyordu. Mesela o bundan önce hiç beyaz ayakkabı boyamamıştı. Her şey onun ayakkabı boyadığını öğrenip, kendi ayakkabısını boyaması için ısrar ettiğinde başlamıştı. Şimdi de yavru kedi gibi acıtasyon yapıyordu.
“İyi de ben siyah ya da kahverengiye boyuyorum”
“Tamam, illa pembe olmak zorunda değil, ben siyaha da razıyım”
“Ama ayakkabının siyah olması lazım”
“Çok saçma! Neden siyah ayakkabıyı siyaha boyuyorsun?!”
Boyacı durakladı, bunu hiç düşünmemişti. Sessizlikten faydalanan kız ellerini tekrar açtı.”Lütfeeen hadii”
Boyacı her seferki gibi yine razı olmak zorunda kaldı. İyi ki de öyle yapmıştı, beraber çok keyifli saatler geçirip, ortaya çıkan iğrenç ayakkabıya da dakikalarca gülmüşlerdi.
Yine boyacının hayatını değiştiren tuhaf günlerden birinde, birden ona okuma-yazmayı öğretmeye karar vermiş, o da istemeye istemeye razı olmak zorunda kalmıştı. Ama şu bir gerçekti ki; hiçte iyi bir öğrenci değildi. Sabah öğrendiği şeyi akşamleyin unutuyor, kafası çok çabuk dağılıyordu. Bu yüzden kızın sinirlerini aştırıyor, bazen hiddetle azarlamasına sebep oluyordu. Boyacı ise küçük hocası ne derse desin kırılmıyor, daha da gayretleniyordu. Ona olan sevgisi ve hayranlığının büyüklüğü böyle küçük azarlamaların önüne kolayca geçiyordu. Neyse ki aylar süren çalışmalar sonucu boyacı okumayı öğrendiğinde, küçük bir partiyle kutlamışlardı. “Artık beraber kitap okuyabileceğiz!” demişti kız. İkisi de o gün çok mutluydu. Boyacı akşamleyin aldığı çocuk kitaplarını kulübesine götürürken kahraman edasıyla yürüyor, eğer babası olsaydı onunla gurur duyacağını düşünüyordu.
Günler birbirini kovalıyor, aralarındaki samimiyet her geçen gün artıyordu. Artık ikisi içinde günün en güzel anı beraber oldukları zamanlardı. Boyacı onla tanıştığından beri hiç düşünmediği şeyleri düşünüyor, hissetmediği şeyleri hissediyordu. Her şey, neredeyse iyiye gidiyordu. Neredeyse…
Ertesi sabah, boyacı hastaneye geldiğinde, bir doktor tiksintili bakışlarla onu kenara çekmişti. “Yakınınız olduğunuz için size söylüyorum” diyerek başlamıştı konuşmaya. “Bu kızın en fazla 30 günü var. Hastalığı yok edemiyoruz, ilerledi ve bedenine yapıştı. Artık hastanede kalmasının bir anlamı yok, onu yurduna geri göndereceğiz. Sen ona iyileştiğini söyle, son günlerinde bari hastalığı unutsun”
Doktor gittikten sonra boyacı yere çömeldi, kafasını kollarıyla sarmaladı, duvara yaslandı, gözlerini uzun hastane koridoruna dikti. Herkes bir koşuşturma, telaş içindeydi. Hayatında onun hiç böyle bir telaşa düşmediğini hatırladı. Ömrü boyunca hiçbir yere yetişmeye çalışmamıştı, hayatının büyük bir kısmının hep bir düzlükte geçtiğini düşündü ve bundan çok derin bir acı duydu. Bu kızla tanışmadan önce hiç böyle şeyler düşünmediğini fark etti. Ayağa kalktığında kaç saat donuk gözlerle hastaneyi izlediğini hatırlamıyordu. Yüzüne sahte bir gülücükten maske takıp kızın odasına girdi.
İşte tam o an karşısında duran kızın, yaşlı adamın ölüp, buraya ilk geldiğinde gördüğü kızla aynı olmadığını fark etti. Karşısında yatan kızın gözleri çökük, bedeni narin, yanakları ilk tanıştığı kızla kıyaslandığında soluk bir et parçasıydı. Anlaşılan aralarındaki dostluk ve mutluluk, bunca zaman kızın bedenindeki değişikleri fark etmesinin önüne geçmişti.
“Sana güzel bir haberim var” dedi suratına yabancı olan gülümsemeyle. Kızın yorgun gözleri şaşkınlıkla ona çevrildi. “Yurda geri dönüyorsun, iyileşmişsin”
Hastalığın zayıflatamadığı iri gözleri birden neşeyle parladı “Sana demiştim!” diyerek haykırdı “sonunda iyi olduğumu anladılar” Güçlükle yatağında ayağa kalktı. Şimdi hasta değilmiş gibi gözüküyordu. “Sonunda buradan kurtuluyorum!” diye zayıfça bağırdı. Sonra boyacıya baktı “seni oradaki arkadaşlarımla, öğretmenlerimle ve tabii ki nafize teyzeyle tanıştıracağım. O da senin gibi, eğer derslerime çalışmaya devam eder ve yaramazlık yapmazsam doktor olacağıma inanıyor.”
İçine akıttığı yaşlar olmasaydı ve konuştuğunda sesinin ağlamaklı çıkacağını bilmeseydi, boyacı, onlarla tanışmayı çok isteyeceğini söylerdi. Ama şimdi tek yapabildiği kızaran gözlerini yere bakarak saklamak olmuştu.
Kız, coşkuyla konuşmaya devam etti. “Nafize teyze doktorların çok para kazandığını söylemişti. Mesela ev alabilir, yurdumuza çok iyi bir yardım yapabilirmişim. Ama ben ilk olarak sana yeni bir ayakkabı alacağım.” Gözleri, şimdide onun ayakkabısındaydı. “Bir ayakkabı boyacısının ayakkabısının yırtık olması çok saçma”
Dünya ne kadar zalim bir yer diye aklından geçirdi boyacı. Karanlık hayatını düşünmeye koyuldu, akrabaları tarafından şutlandığı, nereye sığındıysa itildiği hayatını. Hastalıktan ölen annesini yüzünü bile hatırlamıyordu, onu terk eden babasını da görmek istemezdi. Dayıları onu güya evlerine aldığında köle yapmış, yaşı büyüyünce de bir sokağa fırlatmışlardı. Günlerce arayıp bulduğu işlerde bile kalıcı olamayıp ve kovulmuştu. Garsonken fazla tabak kırıyor, berber iken yanlış saç kesiyordu; çöpçülük için tembel, hamallık için zayıftı. Bütün işlere girmiş, hepsinden de bir bir kovulmuştu. Bu ruh hali onu, kendini diğer insanlardan soyutlamasına vesile olmuş, her şeyden kaçar hale getirmişti. Kısacası onun tek yapabildiği ayakkabı boyamaktı, kimseye ihtiyaç duymadan, yalnız başına, gün boyu oturarak ayakkabı boyamak; yani hiçbir manası olmayan hayatıyla dünyadaki bir toz zerreciğinden farksız olmak.
Sonra karşısındaki kıza baktı. Gerçek anlamda yaşamayı ilk defa bu kızla tanıştığında tatmıştı, güne mutlulukla uyanmayı, belli bir amaçla kalkıp hazırlanmayı, ruhunun anlaştığı başka bir ruh olmasını. Şimdi onu da kaybediyordu. Buna dayanabilir miydi? Çünkü lokantacının, dayısının hatta babasının onu atmasından daha beter bir şeydi bu; birbirinin aynısı olan karanlık günlerine geri dönmek, bütün fırsatları tepip herkesten kaçmak, sadece canlı olmak için yaşamak. Ama şimdi, kendini affetmesi için bir şansının doğduğunu hissediyordu, bir toz zerreciğinden farklı olabilmek için son bir şans. Bu şans tam karşısında oturuyordu.
Boyacı hiçbir şey söylemedi. Kızın yüzüne bile bakmadan hiddetle odadan çıktı ve bir daha geri dönmedi.
Ertesi sabah, kız, uyanana kadar gerçek sandığı rüyayı düşünüyordu. Bir çukur görmüştü, ağır adımlarla bu çukurun üstüne gidiyordu. Derken beyazlar içinde bir adam fırlayıp önüne geçti ve kıza fırsat vermeden çukura onun yerine girdi. Bu adam arkadaşı olan boyacıydı ve gülümsüyordu. O an saniyenin yarısı kadar bir süre göz göze gelmişlerdi ve arkadaşının dudakları gülse de gözlerindeki hüznü işte o an etmişti kız. Sonra bütün vücudu titreyerek uyanmıştı.
Ertesi gün mahalle yine eski mahalleydi. Ne kaldırımlar, ne kuşlar, ne de insanlar; ‘görse hatırlayacakları’ basit bir kişinin yokluğunu hissetmişti, her zamanki gibi bir yerlere koşturup duruyorlardı. Yalnızca, mucizevî bir şekilde iyileşmesiyle merak konusu olan yetim bir kızın arama ısrarları ile boyacının kokuşmuş cesedi tam beş ay sonra, kulübesinde elleri açık vaziyette bulunmuştu. Niye öldüğünü hiçbir doktor anlamadı, ecel denildi. 3-5 kişinin katılımıyla küçük bir cenaze kılındı. Kimsesizler mezarlığına kuru topraklar kazıldı, içine de kokmuş ceset fırlatıldı. Bir kalas geçirildi toprağın üstüne ve ölüm tarih yazıldı sadece.
Bu mezarın başında yağmurlar, mevsimler geçti. Rüzgâr toprağını defalarca savurdu, sonra içine sızan sulardan doğan bitkiler ona bir dur dedi ve toprağı savundu. Mezar, bitkiler ve rüzgâr arasındaki bir muharebe yerine döndü. Bu savaşın acısını, üstündeki tebeşir izini kaybeden kalas çekti. Şimdi tam uymuştu hiçbir yazının olmadığı kimsesizler mezarlığına, ama insanlara göre yıllar, ölülere göre saniye sonra beyaz önlükleriyle gelen genç bir kız ayırmıştı onun kaderini; mezarın yanı başına koyduğu poşetin içindeki cisim ile. Meraklı rüzgârın poşeti yenebilmesi çok zorlu olmuştu, ama yıllar sonra karlı bir günün sabahında, poşet, ebedi düşmanı olan rüzgâra yenildi ve içindeki cismi nihayet ölüler halkına gösterdi.
Bu, bir çift ayakkabıydı.