- 759 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Tadı Yok
Garip bir sessizlik var zamanda.
İçten içe ilerleyen bir sessizlik.
Tutuversek, yabancılayacak gibi,
İkna edip konuşalım desek; tanışacak, dertleşecek, hatta belki de, içini boşaltıp haykıracak, ama yine de, sanki sesini duyuramayacak gibi, garip bir hal var zamanda…
İsyanda mı, yasta mı bilemediğimiz,
Öfkeli mi, küskün mü, kestiremediğimiz,
Dahası, idrakini hep bir adım geriden çözümlediğimiz, tuhaf bir ima var zamanda…
Şimdi otursak onunla şöyle karşılıklı,
Patlatsak en derininden bir muhabbet,
Eklesek üstüne, bir acı kahve ve sonrasında, gelse demlik demlik çaylar, ne kadar çare olur, geçmişin acılarını silmeye?
Unutmaya, unutturmaya, nasıl bir derman olur pişmanlıklar?
Anında kıymetini bilemediğimiz, açıkçası her defasında da, pek çok hataları tekrar tekrar yenilediğimiz,
Vazgeçmediğimiz, vazgeçiremediğimiz, birbirimizi semtleştirdiğimiz, renksizleştirdiğimiz, bereketsizleştirdiğimiz, hangi durumu düzeltir ki, bundan sonra?
Yorgun hangi zihni, canlandırır pişmanlıklar?
Hastalaştırdığımız ruhları, nasıl iyiye döndürür?
Sürekli iftira atan bakışları siler mi örneğin hayatımızdan?
Kırmızıya leke vurmuş gönlümüzü, nasıl özüne döndürür?
Oyun kurmaları, yardımcı rol kapmaları, nasıl giderir bu düzen?
Şimdi zamanın sessizliğine dalıp, programlanmış bedenlerimizle, üstümüze giydirilmiş elbiseleri taşımaya çalışırken, kaybettiklerimizle adım atıp, yol gösteriyoruz ya birbirimize, işte o vakit, kaybedişlere nicelerini ekliyoruz aslında.
Silip süpürdüğümüz, kendi adaletimizle mahkûm edip, sonrasında tahliyeye döndürdüğümüz,
Daha iki ay önce, “dost, arkadaş, bürokrat, hoca, bizim adam” diye, yere göğe sığdıramayıp, şimdilerde, yerlerde süründürdüğümüz,
Dilimizin ucundaki acı söz ile sürekli kalp kırıp, siyaset mekanizmasını yürüttüğümüz, bir düzen kurucu sistemin içinde yoğruluyoruz hepimiz…
14 yıl önce, dört yaşında olan bir çocuk, bugün 18 yaşında.
Ve o çocuk, siyaset mekanizmasını, istese de istemese de, 14 yıl içinde gördüğü, gözlemlediği hal ile tanıyor, tanımlıyor aslında.
Öğrendiği ne varsa bizim eserimiz,
Yaptığı ne yanlış varsa, bizim sorumluluğumuz…
İşin özeti şu ki, sığamıyoruz…
Her odasında bir balkon, her balkonunda milyonlarca sandalye olan şu koca evde, oturacak yer bulamıyoruz.
Büyükler kavgalı, kardeşler kavgalı, çocuklar kavgalı.
Neyimiz varsa artık, bütün bunları kabul edişler bile, imalı.
Taraflı cümleler, taraflı duruşlar, tehditkâr savunmalar, dört tarafımıza bağlı.
Çıkamıyoruz.
Çıkartmıyorlar…
Kıyaslar hep geçmişe dair…
Oysa hangi sağlıklı hayat, geçmişin gölgesiyle ilerler ki?
Yanlışsınız sözünü kabul etmeyen bir demokrasi anlayışı var ülkemizde…
Kimse kusura bakmasın, “son 10 yıl modeli” diyorum ben buna…
Eleştiriye açık değil siyasetçiler…
Düzeltelim kelimesinden hele hiç hoşlanmıyorlar…
Neyin doğru olup, neyin yanlış olduğuna sadece onlar karar verebiliyor.
İstişarelere yol açacak hiçbir gelişme yok hayatlarında.
Ha bütün bunları yazarken, bundan öncekilerle çok mu mutluyduk sanırsınız?
Değil elbet…
Hatta şahsım adına söylüyorum, en çok yaralanışlarım, yara almalarım, o vakitlere dayanır…
O halde neden bunca şikâyet? Çünkü,
1-Tekil değiliz hiçbirimiz.
2-Aynı kamplaştırmalar, ismi değişen farklı dayatmalar, gruplaştırmalar, kimliksizleştirmeler bugün de yazık ki, devam ediyor
Ve ülke, sürekli kan kaybediyor. Geçmişin hataları, farklı isimler altında, sürekli tekrarlanıyor.
Dışarıda durumlar belli. Müslümanlar, Müslümanları öldürüyor.
Düzen değişti, figürler değişti, ama oyun hep aynı. İçerde gücü sağlayamazsak, birlik ve beraberliği ayakta tutamazsak, diye diye, ağzımızda tüy bitti.
Sonra büyüyen bir PKK hareketi var önümüzde. Ve yine kimse kusura bakmasın, o da son on yıl ürünü.
Adamlar, sınır tanımaz şekilde, isteklerini, hayallerini gerçeğe dönüştürüyor. Ülkede çıt yok.
Açız, yoksuluz cümleleriyle başlayıp, büyüyen bir PKK hareketine dönüştü sistem. Ve devlet içinde devlet istiyoruz-a kadar uzandı cümleler…
Bitmedi!
Suriyeli insanları aldık ülkemize… Sayıları halen, tam olarak, belli bile değil. Kendi insanımıza iş-güç sağlamakta zorlanırken, bir de, onlara yuva kurmayı amaçladık nedense. Olmadı. Yetmedi. Yetişemedik. Beceremedik işte. Çünkü düzensizdi her şey. Acemi, gelişmemiş üçüncü sınıf ülkeler gibi, sığınmacılarla doldu her yer…
Doğal olarak, isyanlar başladı…
Kavgalar, hırsızlıklar, adam vurmalara kadar gitti olaylar…
İlettik, ama cevap olarak, “İyi de canım, savaşın ortasında mı bıraksaydık insanları? Ölseler miydi? Kapıya gelen komşuya git mi diyecektik” cümleleriyle susturulduk. Keza demediler, demedik te.
Ama sonra, her şey biraz daha farklılaştı ülkede.
Aç kalan Suriyeliler, kendi halkınıza yani bize saldırmaya başladı. Haberler ortada. Ayağıma dolanıp, para isteyen Suriyeli dilencilerin sayısını ben bile hatırlamıyorum artık…
Bitmedi, içerde askerleri aldık.
Öğrendik ki, hükümeti yıkmaya çalışıyorlarmış! Önce tutukladık, sonra saldık. O da olmadı, salıp, sonra içeri yine aldık.
Ve öğrendik ki, bütün bunlar birer kumpasmış aslında !!!!
Senelerce içerde yattı insanlar. Kimisi dayanamayıp intihar etti. Kimileri çeşitli hastalığa yakalandı.
Şimdi polisler içerde.
İlerde ona da başka bir kumpas denirse, nasıl çıkıcaz işin içinden sizce?
Ha Soma olayı var daha. Gezi parkı var… Başka başka bir sürü şey var.
Ülkenin enerjisi de, zamanı da boşuna tüketiliyor.
Kayıp zamanın gölgesinde, ömürler çürüyor.
Keza yukarıda bahsettiğimiz şeylerin aynısı, tekrarlanarak, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önümüze çıkıyor.
Yazık ki, engelleyemiyoruz.
Çamur atmalar, demokratik devlet olgusuna yakışmayan tavırlar, dört tarafımızı kuşatmış gözüküyor yine.
Yapmayın desek te, sesimiz belli ki duyulmuyor.
Ve ülke, tadı olmayan bir zaman sürecinin içinde, nereye gittiğini bilmeden, gün doldurmaya devam ediyor.
Pek yazık…