AŞK-I TABİİ
Gün geçtikçe daha fazla seviyorum lisedeki Edebiyat hocamı, ki kendisi benim gibi edebiyattan nefret eden birini Apollo’nun Daphne’yi kovalaması gibi edebiyatın peşinden koşan bir aşık yapmıştır. �Sevmek Nedir?� diye bir soru sormuştu sınıfa, böyle U şeklinde oturduğumuz sınıfın ortasına doğru... Sınıftaki aşıklar tabi duruma el atıp ve meseleyi sahiplenip insan türlerinden bir cinsin karşıki cins üzerinde oluşan tarifi zor o malum duygudan bahsetmeye başlamışlarken tam da, hocamın �İnsan bir ağaca da aşık olamaz mı?� diye bir kova buz gibi suyu sınıfın üzerine ansızın fırlatıvermesi üzerine, aldığı karpuzun kıpkırmızı çıkacağından şüphesi olmayan sayın Emin sınıf, kesmesi sonucu elinde tuttuğu kabağa bakarken hiç şaşırmadığı kadar şaşkınlık içindeydi.
Kenarda köşede gülüşmeler...
Kafalarda normalde pek gezinmeyen soru işaretleri...
Sevgili hocam dağları, taşları, doğayı hatta eşyalarımızı sevmemiz üzerinde konuştu sonra. Belli ki benim üzerimde ciddi etkileri olmuş ki, şu anda karşımda duran ağacın ruhu var mıdır acaba diye kafa yoruyorum.
Aslında herkes aynı şeyi öğretmişti, canlılar, bitkiler ve hayvanlar olmak üzere iki kısma ayrılmışlardı. Hayvanların ruhlarının olduğundan bir çoğumuzun şüphesinin olmadığı kanaatinde olmakla beraber, bitkilerin de birer ruha sahip olabileceklerini galiba sadece çocuk bakar gibi çiçek yetiştiren annelerimiz anlayabilmişlerdi. Küçükken annem �çiçekler küser� dediğinde kendi kendime gülerdim. Hani şu annemlerin Perşembe akşamlarına Cuma gecesi adını verdikleri ve benim de bunu onların cahilliklerine verdiğim dönemlerde.
Şimdi elimde tuttuğumun ruhundan şüphe etmemekle beraber karşımdaki ağacı düşünüyorum.
Hareketsiz diye, konuşup bakmıyor insanların anlayabileceği şekilde diye, duygularının insanların gösterdikleri gibi göstermiyor diye; ama solunum, boşaltım yapıyorken, ve insanlardan farklı bir şekilde olsa da elbisesini değiştiriyor ve besleniyorken...
Orada öyle durup, bütün görkemiyle birilerini, bir şeyleri beklerken..
Bir mucize olarak bir ucu yerin kilometrelerce altında su bulmuş ve diğer ucu da insanlardan da yücelerdeyken...
Hatta bazıları belirli aylarda ağlarken, ve dalını kopardığımızda tıpkı bir insanın uzvunun kopunca kanaması gibi o ayrılan parça ayrılıktan yanıp tutuşup kururken, nasıl olur da bitkilerin birer ruhunun olmadığını düşünebiliyoruz???...
Sözde sevdiğimize vermek için kopardığımız gülün, üzerinde rahatlık olsun diye oturduğumuz ya da üzerine bastığımız çimenin, seviyor mu sevmiyor mu diye bilinmeyenden haber vermesini beklediğimiz papatyanın...
Onlara aşık olmak ne kadar uzakl?
Bitkiler, ilginçtir, oysa yaşam kaynaklarımız...
YORUMLAR
Hareketsiz diye, konuşup bakmıyor insanların anlayabileceği şekilde diye, duygularının insanların gösterdikleri gibi göstermiyor diye; ama solunum, boşaltım yapıyorken, ve insanlardan farklı bir şekilde olsa da elbisesini değiştiriyor ve besleniyorken...
Orada öyle durup, bütün görkemiyle birilerini, bir şeyleri beklerken..
Bir mucize olarak bir ucu yerin kilometrelerce altında su bulmuş ve diğer ucu da insanlardan da yücelerdeyken...
.................
Onlara aşık olmak ne kadar uzakl?
Bitkiler, ilginçtir, oysa yaşam kaynaklarımız...
Varlıkların sadece görünen maddî yanlarından ibaret olmadığını, madde ve enerji perdesinin arkasında daha nice esrar saklandığını bu yöndeki gelişmeler bize söylemektedir. Bu gelişmelerden birisi canlılarda bir de enerji bedenin varlığını ortaya çıkaran ilginç bir olay, 1940'lı yıllarda yaşandı. Eski Sovyetler Birliği araştırmacılarından Semyon ve eşi Valentila Kirlian'lar, yüksek frekans alanı içindeki canlı organizmalar üzerinde bir fotograf tekniği geliştirdi. Kirlian ekibi yıllar süren çalışmaların sonucunda, insan, hayvan, bitki ve bütün canlıları kuşatan bu enerji alanının fotograflarını çekmeyi başardılar. Bu icatları, hastahanede yaptıkları bir gözlem sayesinde olmuştu. Bir hasta üzerinde uygulanan şok tedavisi sırasında cam elektrotlar aracılığıyla hastanın cildi üzerinde şerare atlıyordu. Bundan ilham alarak, Semyon Kirlian, cihazı evinde kurarak ilk denemeyi kendi üzerinde yaptı. Deneme sırasında hafif bir elektrik şoku ile birlikte mavi bir şerare görmüş, fotograf filmini banyo ettiği zaman da, parmağının silüetini elde etmişti. Parmağından çıkan alev alev ışımalar bu ilk fotografta açıkça görülüyordu.
Bu tekniğe, mucitlerinin isimlerine atfen "Kirlian Fotografçılığı Tekniği" deniyor. Kirlian Kamerası, Rusya'daki bir çok üniversitede hayli ilgi gördü. 1968'de V. Inyushin, W. Grisshchenko, N. Vorobev, N. Shoinki, N. Federova ve F. Gibadulin adlı doktorlar, ortak bir bildiride şöyle demişlerdi: "Bütün canlıların, sadece atom ve moleküllerden yapılmış bir fizik bedenleri değil, aynı zamanda bir de bunun kopyası olan enerji bedenleri vardır." Bu ikinci bedene; "Biyoplazmik Beden" adını vermişlerdi.
Bitkiler üzerinde yapılan çalışmalarda; solgun, kurumak üzere bulunan bir yaprak ile dalından yeni koparılan bir yaprağın çevreye yaydıkları ışıma arasında büyük fark olduğu gözlenmiştir. Dalından yeni koparılan bir yaprağın arka arkaya çekilen fotograflarında, ışımaların sürekli olduğu ve değiştiği görülmektedir. Ölü yaprakta ise hiçbir ışıma bulunmamaktadır. Yani canlılığın yok olmasıyla bu ışıma da, ona bağımlı olarak yavaş yavaş yok olmaktadır. Bir kısmı koparılan yaprağın çekilen fotograflarında ise kopan kısım tam olarak görülmekte, ancak bir süre sonra bu kısma ait enerjik alan kaybolmaktadır. Canlılar yavaş yavaş ölürken, biyoplazmik bedenin kıvılcım ve alevleri dışa doğru fırlamakta ve sonra kaybolmaktadır.
buradan anlıyoruz ki her şeyin kendine özgü bir canlılığı mevcut ...
cansız olan ve canlandırmamız gereken bizim anlayışlarımız...algılarımız...
değerli yazar TunçAY
harika bir yazı bize mesajlar veren...
kutlarım gönül güzelliklerinizi....
sevgi saygı selamlarımla...
" Hatta bazıları belirli aylarda ağlarken, ve dalını kopardığımızda tıpkı bir insanın uzvunun kopunca kanaması gibi o ayrılan parça ayrılıktan yanıp tutuşup kururken, nasıl olur da bitkilerin birer ruhunun olmadığını düşünebiliyoruz???...
Sözde sevdiğimize vermek için kopardığımız gülün, üzerinde rahatlık olsun diye oturduğumuz ya da üzerine bastığımız çimenin, seviyor mu sevmiyor mu diye bilinmeyenden haber vermesini beklediğimiz papatyanın..." Sevgili TunçAy ; insanları sevmek çok özel birşeydir.Bunu kabul etmek lazım.Ama diğer taraftan bir bitkiye , bir hayvana bakarken hiç birşey hissetmemek , onları canlı dışı bir varlık olarak görmek , o özel şey diye adlandırdığımız sevgi yüzünden sinirlendiğimizde önümüze gelen ilk ağaca bir yumruk atıp sonra da elimiz acıdı diye kıvranmak ve o ağacı adeta bir sinir topu gibi görmek...Şöyle bir düşününce aslında biz o değerli varlık insanı sevmeyi bile haketmiyoruz ki bir papatyaya veya sadece gölgesinden yararlandığımızı sandığımız bir ağaca şefkat gösterelim ??? Konusu kadar önemli ve değerli olan yazından dolayı seni kutluyorum.Son satırlarında da düşündürücü bir soruyla kapanış yapmışsın.Tebrikler... :))