- 420 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Demokratik Deliler Devleti (3D) +18)-3
-Bir deli bağırıyor: “Cehennemden korkanlar bu otobüse binsin!”
-Oysa otobüsün önünde “Cehenneme Gider” Yazıyordu.
**
-Askerde düdük sesinden burada da zil sesinden bıktım. Yeter be, duyduk işte! Kısa kesseniz şu meretin sesini olmaz mı?
Diye İmparator bağırmaya başladı. Birkaç da küfür ekledi, yere tükürdü, sağ ayağını yere birkaç kere hızla vurdu. Kızgınlığı geçmemiş olmalı ki ona bakan bir hastaya o meşhur sol tekmesini savurdu.
İmparator, kırk üç yaşında uzun boylu (1.90’dan fazla), yüz kiloya yakın ağırlığı, güçlü pazuları, kocaman kafası, kalın kaşlarıyla heybetli, ürkütücü bir görünümü olan iri yarı bir adam. Kocaman gözleri, bir şahinin gagası gibi kıvrık burnu vardı. Kocaman ayaklarına (56 numara) asker postalına benzeyen ayakkabılar giyerdi. Sıcak havalarda sırtına kolsuz bir tişort geçiriyor, çünkü böylece adaleli pazularını da gösterme imkanına sahip olabiliyordu. Zaten sık sık her iki kolunu yana açıp pazularını şişirme davranışı onda bir tik haline gelmişti.
Onun sesini duyunca adımlarımı daha da hızlandırdım. Belaya bulaşmamak için kaçmak veya görmemezlikten gelmek en iyisiydi. Göz göze gelindiğinde karşısındaki kişi bakışlarını ondan kaçırmak zorundaydı; aksi halde tekmeyi yerdi.
İmparator, hastanenin kralıydı. O yüzden İmparator adını alması da boşuna değildi. İlk önceleri bazı hastalar ona “Uzun!” ya da “Sırık!” diye seslenme hatasını yaptılar ve tabii bedelini çok ağır ödediler. Ondan sonra da fısıltıyla bile ağızlarından “Uzun” ya da “Sırık” kelimesi çıktığında bir duyan oldu mu diye etraflarına bakar oldular.
İmparatorun yaşam öyküsü biraz karışık. Gerçekten hasta mı yoksa rol mü yapıyor? Karar vermek çok zor. Bu birkaç sene önce karısını sebepsiz yere öldürmüş. Olaydan sonra polisler gelip tutuklamışlar. Ne karakolda ne de savcılıkta tek kelime konuşmuş. Hep önüne bakıp duruyormuş. Derken mahkemeye çıkarılmış. Orada da hakimin sorduğu sorulara cevap vermiyormuş. Hakim, “Oğlum, karını öldürmenin mutlaka bir sebebi olmalı. Bunu açıklamazsan sana verilecek cezadan herhangi bir indirim yapmak da mümkün olmaz. Yoksa karın sana ihanet etti de onun için mi öldürdün?” Diye sorunca:
-Hayır, ihanet etmedi; ama edebilirdi.
-Şüphelendiğin bir olay mı oldu da “edebilirdi” diyorsun?
-Olmadı. Nasılsa bir gün bana ihanet edebileceğini düşündüm, bunu engellemek için de öldürdüm.
Deyince hakim, İmparator’u akli dengesinin yerinde olup olmadığının incelenmesi isteğiyle akıl hastanesine sevk etmeye karar vermiş.
İmparator, bu inceleme sırasında da hiç konuşmamış, sorulanlara cevap vermemiş. Aylarca süren müşahede sonunda “Ceza-i ehliyeti yoktur.” Kanaatine varılmış ve rapor mahkemeye gönderilmiş. Tabii mahkemede de onu işlediği cinayetin cezasını çekmesi için bir hapishaneye göndermemiş, hastanede tedavi edilmesine karar vermiş.
İmparator, birkaç ay içinde konuşmaya başlamış, etrafında bir korku fırtınası yaratmış. Herkesin çekindiği bir bela olmuş.
İmparator bana yemekhanenin kapısına birkaç adım kala yetişti. Adımlarının sesini duyuyordum. Geçmesi için kenara çekildim; sıkıysa çekilme! İçeri girer girmez kuyrukta sıra bekleyenler telaşa kapıldılar ve hemen ona yolu açtılar. İmparator öyle bizim gibi yemek kuyruğunda bekleyecek adam değildi. En öne geçer, yemeğini alır, gözüne kestirdiği en iyi masaya gider otururdu. Eğer o masada daha önceden oturanlar varsa onlar başka bir masaya geçmek zorundaydı. Yemekhanedeki düzeni sağlamakla görevli olan güvenlik elemanları bile ondan çekiniyordu. Bir başkası sırasından çıkıp öne geçmeye kalksa hemen tartaklayıp sıraya sokarlarken İmparator’a ses çıkaramazlardı.
Konuşma, gürültü filan da kesilmişti. Sadece çatal kaşık sesi duyuluyordu. Biri konuşmaya kalksa yanındaki veya karşısındaki hemen onu kaş göz hareketleriyle uyarıyordu. Bu sessizliğin sebebi tabii ki İmparator’du. O karnını doyurup çıktıktan sonra yemekhanede her şey eski haline dönüyordu.
İleride İmparator’dan çok sık bahsedeceğiz. Onun için ben kendimi biraz daha anlatmak istiyorum. Ancak bazı okurların “masalın adı Demokratik Deliler Devleti ama ortada devlet mevlet yok! Nerede bu devlet?” diye sorduklarını duyar gibiyim. Acele etmeyin. Devlet dediğiniz nedir ki? Üç beş dakikada kuruveririz, tabii üç beş dakikada da yıkıveririz! Hele biz Türkler bu konuda çok becerikliyizdir. İnanmazsanız tarihe bakın, kurulmuş ve yıkılmış onlarca Türk devleti görürsünüz. O nedenle “İki Yahudi bir araya gelse şirket, iki Türk bir araya gelse devlet kurar.” Sözü boşuna söylenmemiştir. Yani biraz daha sabretmelisiniz; delilerin devletinin kurulmasına az kaldı!
Ailemin tek çocuğuydum. O nedenle anne ve babamın bütün ilgisi, sevgisi benim üzerimdeydi. Ne annem ne de babam beni bırakın dövmeyi azarlamadılar bile. İsteklerimi anında karşılarlar, ellerinden gelmeyen bir şey olursa da beni ikna etmeye çalışırlardı. Ben de öyle şımarık bir çocuk olmadığım için onların bu açıklamaları ile yetinirdim. Babam ayakkabıcıydı. Küçücük dükkanında evinin nafakasını çıkarmaya çalışıyordu. Beni okutursa çok mutlu olacağını sık sık söylerdi. Bir memur olduğumu görmek en büyük arzusuydu. Maalesef göremedi. Çünkü ben ortaokulun son sınıfındayken babamı kaybettim. Bağkur’lu olduğu için babam ölünce anneme küçük bir maaş bağlandı. Okula devam ettim, çünkü babamın sözleri hiç aklımdan çıkmıyordu. Liseyi bitirdim. Başarılı bir öğrenciydim, ama üniversiteye gidebilmem maddi imkansızlıklardan dolayı mümkün olmadı.
Babamın kaybı, tahsilime devam edemeyişim, annemin çilesi ve aklımdaki binlerce soru bir gün kendimi bir akıl hastanesinde bulmama neden oldu. Çok iyi bir hastaneydi, hastalara özenle bakılıyordu. İyileşmek istiyordum ve bunun için gayret gösteriyordum. Hastanede önce ufak tefek işlerde gönüllü olarak çalışmaya başladım. Bazen gelen yiyecekleri mutfağa taşımada bazen bulaşıkları yıkamada yardım ediyordum. Lise mezunu olduğumu öğrenince beni büro işlerinde de kullanmaya başladılar. Daktilo ile yazılar yazıyor, gelen-giden evrak defterine kayıt yapıyor, hatta muhasebeciye ay sonlarında yardım ediyordum.
Benim çalışkanlığım başhekimin de dikkatini çekmiş olmalı ki bir gün beni odasına çağırıp kadro açılır açılmaz işe alınacağımı söyledi. O gün sevinçten uçuyordum. Para kazanırsam anneme de yardım edebileceğim düşüncesi rüyalarımı süslüyordu. Tabii bunun için kadro açılmasını beklemek zorundaydım.
Kadro açılmadı. Uzun bir süre geçmişti oysa. Derken bir gün hastane personelinin bahçede toplandığını gördüm. Bazıları gözlerindeki yaşları silmeye çalışıyordu. Kötü bir şey olduğu belliydi. Sordum. Başhekim görevden alınmış. Personel onu uğurlamak için dışarı çıkmış.
Yeni gelen başhekime ısınamadım. Öncekinin babacanlığı, cana yakınlığı bunda yoktu. O da benden hoşlanmamıştı. Nitekim bir gün beni çağırıp artık taburcu olmam gerektiğini söyledi. Bir müddet daha kalmak için ricada bulunduysam da kabul etmedi. Meğerse yeni başhekim, öncekinin adamı olduğunu düşündüğü hasta ve personel kim varsa hepsini tasfiye etmeye kararlıymış. Ertesi gün elimde bir poşetle hastanenin çıkış kapısına doğru yürüyordum.
Anacığımın yanına sığındım. Çok sevindi. İki göz odadan ibaret küçücük bir yer evinde kirada oturuyordu. Babamdan kalan azıcık parayla yaşama mücadelesi veriyordu. Şimdi bu parayla bana da bakması gerekecekti. Evimizin duvarları kerpiç, damı da topraktı. Yağmur yağdığında tavan akıyordu. Bazı geceler akan damlacıkların şıp şıplarından sabaha kadar uyuyamazdım. Aslında damın akmasını önlemenin çaresi varmış. Dam yuvağı denilen yüz kiloya yakın yuvarlak bir taş ile damın toprağını sıkıştırmak gerekiyormuş. Anacığım bu işi nasıl becersin? Ben gelince dam yuvağı olan birkaç kişiden istediysem de vermediler. Yağmur yağmasın diye dua etmekten başka çaremiz kalmamıştı.
Anacığımın benim için yaptıklarını görünce üzülüyordum, kendimi kahrediyordum. Bir yumurta pişiriyor, tek bir lokma alıyor “Bu benim hoşuma gitmedi!” deyip sahanı benim önüme sürüyordu. Mutlaka bir iş bulup çalışmalıydım. Akıl hastanesinde yattığımdan herkes haberdardı ve o nedenle bana güvenip de iş vermiyorlardı. Burası küçük bir yer olduğu için herkes birbiri hakkında her şeyi biliyordu.
Günler sonra bir fırında iş buldum. Canla başla üç gün çalıştım. Hepsi bu… Sadece üç gün. Mahallenin çocukları benimle ilgili büyüklerinin anlattıklarından doğru-yanlış bir şeyler duymuşlar. Fırının camının önünde durup bazen de içeri girip hareketleriyle ve sözleriyle beni rahatsız etmeye başlayınca müşteri kaybetmekten korkan patron işime son verdi.
Tekrar hastanede yatmanın bir yolunu bulmaktan başka çarem kalmamıştı. Kaç ay ya da yıl sonra tekrar hastaneye dönecektim? Bilmiyorum. İnanın bilmiyorum. Biz delilerde zaman mefhumu yoktur. Hastanede yatarken zil çalar kahvaltıya gideriz, zil çalar öğle yemeği, zil çalar akşam yemeği ve günün son zili “yat” emridir. Günler, aylar, yıllar böyle geçer. Kaç gün, kaç ay ya da kaç yıl geçti? Kimin umurunda!
(Devam edecek....)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.