- 429 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
JE JENNEFER
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Annemi çok seviyor, babamdan ise asla ayrılmak istemiyordum. Çok geçmeden babam bizleri terk etti. Uzun boylu, sarı saçlı, mavi gözlü, yakışıklı bir denizciydi babam. Görevi sebebiyle yılın altı ayını açık okyanuslarda, adını bilmediğim uzak ülkelerde geçirir, izne geldiğinde ise diskoya, barlara eğlenmeye giderdi. Oysa benimle vakit geçirmesini o kadar çok isterim ki.
Annem hep kendini ihmal ettiğini söylerdi. Bir karara varmışlar; herkes özgürce kendi hayatını yaşayacak kimse kimsenin yaşamına müdahale etmeyecekti. Fakat bu kararları da çare etmedi, kısa süre sonra boşandılar ve babam başka bir şehre taşındı.
Hamarat ablam Angelina evleri toplar, siler, süpürür. Bob Marley manyağı abim öğleye kadar uyur, akşama kadar gitar tıngırdatıp, karga sesiyle güya şarkılar söyler ve sabaha kadar Paris’teki Ermeni kız arkadaşıyla chatleşirdi. Dediğine göre yakında kız arkadaşının yanına taşınacakmış.
Ve ben Jennefer, oyuncak ayımı kucağıma alır, oturma odasındaki kırmızı renkli deri koltuğa uzanır televizyon seyrederdim. Kafamda hep babamın gittiği uzak ülkelerdeki mutlu ailelerin çocukları dolaşırdı. İstiyordum ki; ben de mutlu ailelerin çocukları olayım. Babam her akşam eve gelsin, annemle onu kapıda karşılayalım ve hemen kucağına fırlayayım. Başımı dizlerine yaslayayım da uzun kızıl saçlarımı okşasın.
Artık annem geceleri eve geç vakitlerde geliyordu. Ablamla birlikte anneme bir kötülük gelmesinden korkardık. Her gece annemin öksürük sesinden uyanır, onu sızıp kaldığı koltuktan kaldırarak, yatağına yatırıp üzerini örterdik. Nefesi, elbisesi hep alkol kokardı ve ben bu kokuyu hiç sevmezdim.
O gün annem çok mutluydu. Tıpkı eski günlerdeki gibi etrafına neşe saçıyordu. Onun bu hali beni çok sevindirdi. Bizlere çilekli pastalar, tatlı kurabiyeler, hazırlamış bir de süprizi varmış.
Hepimiz salonda toplandık. Ben yine ayıcığımı kucağıma almış, başımı yastığa yaslayıp pür dikkat annemi dinliyor ve süprizi çok merak ediyordum. Nihayet annem birisiyle beraber olduğunu ve evlenmeye karar verdiklerini söyledi. Bir Türkle berabermiş. Özellikle abim buna itiraz etti hatta şiddetle karşı çıktı. Biz ablamla sustuk. Henüz insanları tanıyacak ve büyüklerin kararlarını yargılayacak kadar yetişkin değildik. Daha doğrusu ben değildim. Bir babam olacaktı, sevindim. Yalnız ağabeyimin bu derece aşırı tepki göstermesini bir türlü anlayamamıştım. Dediğine göre Türkler savaşçı, barbar milletmiş. Ermenileri kıtır kıtır kesmişler. Bu da nereden çıktı şimdi diye sordu annem. Ermeni asıllı kız arkadaşı anlatmış.
Türkler hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Hemen odama koştum. Bilgisayarımı açtım, araştırmaya başladım. Araştırma sonucunda dehşete kapılmıştım çünkü; Türkler barbar, acımasız ve savaşçı bir milletti. Tarihte boyunca şeytanla işbirliği yapıp Avrupa’nın ve Hıristiyanlığın canına okumuşlar. Başlarına kırmızı fes, üzerlerine beyaz renkli entariler giyerler, göğüslere kadar sakal uzatırlar. Sayısız kadınla evlenirler onları köle gibi kullanıp döverler ve bir kuşu kafese hapseder gibi evlere hapsederlerdi. Türkler pis kokan, hilekar, tembel ve küfürbaz insanlardı.
O kadar çok korkmuştum ki; benim kollarımı bacaklarımı keskin, hilalvari kılıçlarla doğrayıp, tavuk kızartır gibi fırınlarda kızartacaklar sandım. Geceleri kâbuslar görüyordum. Bir seferinde üvey babam olacak Türk elinde uzun eğri kılıcı yerlere kadar uzanan siyah sakalıyla bekle beni Jennefer bekle beni Jennefer diyordu. Yatağımdan çığlıklar atarak uyanmıştım. Ayıcığım halının üzerine yüzü koyun düşmüştü. Demek ki sen de çok korktun değil mi sevimli ayıcık? ona sarılarak tekrar uyumaya çalıştım.
Türkler müslümandı. İçki içmezler, domuz eti yemezler, yalan söylemezler, aileye önem verirler, güvenilir, sözlerine sadıktırlar, emanete ihanet etmezler günde beş defa güneye yönelip ibadet ederler ve senenin bir ayında oruç tutarlardı.
Korkuyla karışık, buruk bir sevinç içinde beklemeye başladım.
Nikahları kilisede kıyıldı. Annem hayatını sınırsız, özgürce yaşasa da hayatında din faktörü önemliydi. Ona göre yeni kurulan bir ailenin temelinde kutsallık olmalıydı. Bu kutsallığa bir anlam veremese de çok önemserdi. İsterlerse sonra camiye de gideceklerdi, ama üvey babam bunu istememişti. Kiliseye hiç gitmek istemezdim. Papazın siyah cübbesi içinde bin bir suratlı cüceler saklandığını düşünürdüm. Kilise duvarlarındaki heykellerden, kubbelerdeki yaratılış efsanesi tasvir eden tuhaf resimlerden ürkerdim ama bu sefer mecburen gelmiştim.
Üvey babam esmer tenli, kıvırcık saçlı, babam gibi de uzun boyluydu. Kılık kıyafeti, sinek kaydı traşıyla Potiers sokaklarında gezen insanlardan farkı yoktu. Yoksa üvey babam annemle evlenebilmek için fesini çıkarıp entarisini değiştirip sakalını traş mı etmişti? Sırf bizim gibi olabilmek için miydi bütün bunlar? Evlendikten, anneme sahip olduktan sonra kurt adam gibi tekrar bir canavara mı dönüşecekti? Bu yüzden dolunaylı gecelerde odamın kapısını kilitler, evin içinden gelen en ufak çıtırtılara kulak kabartırdım.
İnşaatlarda çalışırdı. Hafta sonları bizleri alır luna parka götürür, ailecek Loire ırmağı yamaçlarında piknik yapardık. Fransızcayı iyi değildi bu yüzden çok sıkılır, kulaklarına kadar pancar gibi kızarırdı. Gözlerinde ezikliğin izlerini okuyabiliyordum. Bizlere ay yıldızlı kolyeler almış, hepimiz boynumuzda taşırız. Geceleri canım sıkılınca öz babamın doğum günümde hediye ettiği haçlı kolyem ile üvey babamın verdiği ay yıldızlı kolyemi elime alır uzun uzun sallarım. Haç ve hilal bana geçenlerde seyrettiğim başrolde Orlanda Bloom’un oynadığı Cennetin Krallığı filmini hatırlattı. Filmde de haçlı, hilalli bayraklar rüzgarda böyle dalgalanıyordu.
Babam bazen eve arkadaşları getirirdi. Ben sanırdım ki; bu adamlar yemek yiyip, sohbetleri bitince güneye yönelip ibadet edecekler, ama böyle bir hareketi hiç bir zaman yapmadılar ve üvey babam yılın bir ayını hiç oruçlu geçirmedi. Yaşayış tarzları buradaki insanlardan farksız; alkol alıyorlar, sigara içiyorlar, kumar oynuyorlar ama her nedense domuz eti yemiyorlar. Annem babamın misafirlerine hep ayrı kaplarda yemek pişirirdi.
Üvey babamın ayrıca Türkiye’de iki tane çocuğu vardı. Fotoğrafları salonda, içki büfesinin içinde duruyor. Üvey kardeşlerim tıpkı benim gibi. Herhalde tek farkları domuz eti yemiyor olmalarıdır.
Bir gün babamın Almanya’dan misafiri gelmişti. Bir hafta bizde kalacak, babama inşaat işlerinde yardım edecekti. Sakin bir hali vardı. Hep gülümsüyordu. Beni yanına çağırdı. Olgun bir insan gibi elimden sıktı. Adımı sordu; Je Jennefer dedim. Ya senin dedim. Bana adını söyledi. Nedense kalbim ona hemen ısınmıştı. Oturma odasındaki kırmızı renkli deri koltukta otururken yastığı dizlerine aldı ve ben başımı yastığa koydum. Yumuşak kızıl saçlarımı okşadı, burnuma dokundu. İstiyordum ki; şu an hiç bitmesin.
Gece uyanmış kucağımda ayıcığım su içmek için mutfağa yönelmiştim. Misafir odasına dönüştürdüğümüz odanın ışığı yanıyordu. Anahtar deliğinden gizlice misafiri seyrettim; ayakta duruyor, eğiliyor tekrar doğruluyor ve başını yere koyuyordu, sonra ellerini açıp gözleri kapalı uzun uzun dualar etti.
Kafamdaki tüm soruları ona sormak isterdim. Neden domuz eti yemiyorsunuz? Neden ibadet ediyorsunuz? Neden kılık kıyafetleriniz Avrupa insanları gibi ve yaşayış olarak onlardan farkınız yok ve neden Ermenileri kıtır kıtır kestiniz?.. Ama soramadım, bir hafta hemen bitiverdi ve tekrar Almanya’ya döndü.
Doğu insanına karşı merakım işte böyle başladı ve karşıma hep iyi insanlar çıkacak sandım. Babamın arkadaşlarını hep zarar vermezler diye düşündüm. Yanılmışım. Gerçekleri öğrenmek bana pahalıya patladı. Hayatta iki çeşit insan olduğunu; iyi ya da kötü insan olduğunu henüz âdet görmeden kirletildiğim de öğrendim. Dünyamı hayatımı karartan babamın eve getirdiği iş arkadaşlarıydı. İçki içen, kumar oynayan ve Doğulu olduğu halde Batılı insanlardan daha alçak ve sefil insanlar…
Şimdi beni bir klinikte müşahade altında tutuyorlar. Çocukluğumu yaşayamadan, genç kızlığımı idrak edemeden, kucağımdan oyuncak ayıcığım henüz düşmeden bir de kucağıma sen annesin deyip bir bebek tutuşturdular… işte en acısı da bu.