- 633 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Evin Kızı
Asla istemezdim bunu. Ona neden böyle bir zarar vermek isteyeyim ki?! Tamam, çok hazzettiğimi de söyleyemem… Ama bu benim, bile isteye ona kötülük yapabileceğim anlamına da gelmiyor ki! Kötülük etmek için birini sevmemek yeterli değil çünkü… Kendini de sevmemen gerek aynı zamanda. Aynada karşılaşacağın yüzden utanmaktan zerre korkmaman, dil çıkarıp nanik yaparcasına yaptığın kötülüğün ona el sallamasına izin vermen gözlerinden…
Ben söylemedim onlara. Teyzemin O’nun gerçek annesi olmadığına dair tek bir falso vermedim. Ama O da diğerleri de inanmadılar bana, “Sen söyledin!” dediler. “Çünkü kıskanıyorsun.” Oysa o kızlardan birinin annesine komşulardan biri söylemiş meğerse. Annesi de kıza söylemiş tabii.
On iki yaşında bir kıza her gün birlikte oyunlar oynayıp sokaklarda koşturduğu arkadaşının bir evlatlık olduğu söylenmişse, o kız anlamlandıramadığı bir şey karşısında kalan her çocuk gibi sorgulamaya başlar hemen duyduğu şeyi, bunun da vicdan denen şeyle uzak yakın bir ilgisi yoktur. Bir vicdan sorunu varsa bile bu kesinlikle o çocuğa değil, ona duygusal anlamda kaldıramayacağı ağırlıktaki bir şeyi yüklemekte sakınca görmeyen o insana aittir.
Uzun yıllar o çenesi düşük komşu kadının bu düşüncesizliğinin ceremesini çektim. Teyzem de kuzenim de inanmadılar bana. Özel bir durumu olan birine hep belli bir mesafeden yaklaşmam gerektiğini de öğrenmiş oldum böylece. En doğal, en insani duyguları bile o şeffaf duvarın ardında yaşamalıydım. Tamam, o incecik belini ya da okuduğu bir şeyi anında kavramasını sağlayan parlak zekâsını kıskanabilirdim istemeden de olsa… Ama dedim ya, gizli saklı yaşanmalıydı tüm duygular. Yüzümde onu incinmekten koruyacak bir duvar olmalıydı her zaman. Yoksa her an yapmadığım kötülüklerin faili olmakla suçlanabilirdim.
Geçen gün her şeyi anlattım ona, “Asla o kızlara o sırrı ben vermedim!” dedim. Ve de ekledim: “Evet, seni kıskanıyordum. Teyzem ve annem bu suçlamalarında haklılar en azından.”
Hiç beklemezdim ama inandı bana. Sanırım zamanlamanın doğruluğu etkili olmuştu bunda. Bir şeyin üzerinden bu kadar uzun bir zaman geçmişse, o şey hakkında bir açıklamada bulunmazdın çünkü durduk yerde; eğer o şey tam da bilindiği gibiyse, yani yerine oturmayan en küçük şey yoksa bütünde… İşte ben de artık hiçbir yalana gerek bırakmayacak kadar uzun bir sürenin sonunda, yani sözlerimin hiçbir olumsuz duygunun çekim gücüne kapılıp onun istediği yönde sürüklenmesine fırsat bırakmayacak kadar özgür, konuşuyordum onunla yetişkin bir kadın olarak.
Şebnem sözlerimi o an’a dair duygularından tamamen arınmış, ilk kez gerçekten duyarak dinliyordu. “Özür dilerim!” dedi konuşmam bittiğinde… “O dönemde o kadar çok tartışıyorduk ki seninle, o yüzden bana zarar vermek istemiş olabilirsin gibi geldi bana. İkimiz de o kadar küçüktük ki daha. İşin garibi bizi doğru yönlendirecek büyükler de yoktu çevremizde. Annelerimiz de ortalığı yatıştırmak şöyle dursun, yangına körükle gitti.”
Gözleri yaşarmıştı, çantamdan mendil çıkarıp uzattım hemen. “Esas ben kıskanıyordum seni!” dediğini duyup irkilmem de o anda gerçekleşti. “Hala da sürüyor bu duygum. Sen gerçek kızlarıydın onların. Bense sınıf birincisi, her yıl iftihara geçen; akrabalara, eşe dosta gururla takdim edilecek bir çocuk taslağıydım sadece. Muhteşem bir resim… O resmi seyretmeye bayılırdı annem. Dokunmaktan bile korkardı bir yerine bir zarar gelip de muhteşemliği gölgelenmesin diye. Sen gelirdin sonra. Bir şey yapardın. Kusursuzluğa bir çentik atar, evi yaşanır olmaktan çıkaran o büyüyü bozuverirdin birden. Annem bağırmaya başlardı sana, sözüm ona yeğeninin yaramazlıklarına kızardı. Ama bana attığı kaçamak bakışlardan anlardım, bu öfkenin sana duyduğu yoğun sevgiyi örtmeye yönelik, göstermelik bir duygu olduğunu… Ben elin kızıydım sonuçta, sense evin gerçek kızı… Sana uzun uzun bakarken yakalardım bazen annemi. Kendi kanından olanlara yöneltilen bakışlarla başka tür bağlarla bağlı olduklarına yöneltilenler arasındaki muazzam farkın kaynağını bulmaya çalışırdım gözlerinde. Yüzünde açan o gülücükte, birinde kendini görebilmenin neye benzediğini keşfederdim. ‘Anne, ben buradayım!’ diye bağırmak isterdim ona öyle anlarda. ‘Bu kadar sene yetmedi mi beni bu evin kızı yapmaya?!’ Ama tek kelime bile edemez, sana yine sözüm ona kızmasını beklerdim.”
O öfkenin büyük bir kısmının gerçek olmadığını ben de biliyordum aslında. Yani ortada bir yaramazlık varsa, bir vazo kırıldıysa falan mesela, koltuğa reçel döküldüyse tabii ki bir öfke uyanıyordu karşı tarafta, ama Şebnem başka bir şeyden söz ediyordu. O öfkenin içine karışıp yoğunluğunu azaltan, benim annesinin kabindeki yerime dair önemli ipuçlarıyla dolu diğer duygulardı onun kast ettiği.
“Teyzemin sevgisinden bir an bile şüphe duymadım zaten.” dedim, onun yanındayken yüzümde hemen beliriveren o şeffaf duvarın ardında saklamaya çalışarak tedirginliğimi. Onu incitmekten ölesiye korkuyordum çünkü. Sözlerimi unutturmak istercesine bir telaşla da ekledim hemen: “Ama seni herkesten çok sever teyzem, biliyorsun. Bunu da ifade etmeye çalışır her vesileyle. Birini katıksız sevmek için ille de kan bağı olması gerekmiyor ki zaten!”
Tam karşımda duran gümüş çerçevenin içindeki resme takıldı o anda gözlerim. Oradaki gülümseyen görüntüde üç kişi vardı. İçlerinden biri Şebnem’di… Diğerleriyse az önce dediklerimi haklı çıkaracak kadar kalbinde büyük bir yer kaplayan iki kişi… Biri delice âşık olduğu adam, yani eşi Ender… Diğeriyse iki ay önce evlat edindikleri, 4 yaşındaki dünyalar güzeli Şeyda…
“Haklısın!” dedi Şebnem, gözleri dünyada en sevdiği iki insanın yüzlerindeki, çerçeveden taşacak kadar kocaman, ‘hayat güzel’ diyen o anlamda çakılmış kalmış… “Kan bağı olmadan da sevebilirsin birini. Hatta onun için gözünü kırpmadan canını bile feda edebilirsin.”
YORUMLAR
Ben de bu duygunun gerçekliğini, doğurmadan da insanın bir çocuğu nasıl sevebileceğini arkadaşımda görüp şahit oldum. Gerçekten sevgi olmadan yapılabilecek şey değildir de zaten minik bir bebeğin tüm bakımını üstlenmek. Tek bir sebebi ve bedeli vardır bunun: Sevgi!
Tebrik ve selâm ile.