AŞK TEPESİ
Çoook eski zamanlarda doğanın olağanüstü üç güzeli varmış. Güzeller evlerinde otururlarken canları fena sıkılmış.
Karadeniz demişki: "Ben yeşille karışık dalgalarımın süslediği bu harikulâde güzelliğimle durmadan evde oturuyorum. Güneşin o büyüleyici altın ışıkları hep başka yerlere vuruyor. Halbuki ona ne kadar ihtiyacım var. Artık bu kadar evde durmak yeter. Başımı alıp çıkıp gideceğim bu evden," demiş. Dediğini de yapmış... Tası tarağı toplamış düşmüş yollara...
Ege ise evde durmaya hiç mi hiç alışık değilmiş. Ama nedense son günlerde evden çıkmaz olduğunu farketmiş... "A.. aaa... " demiş. "Bana ne oluyor böyle... Bunca baş döndüren cennet köşelerim, koylarım, körfezlerim var. Güneş göz kamaştıran o parlak ışıklarıyla her yanı ışıldatırken, ben burada oturmuş pinekliyorum. Haydi Ege, düş yollara bakayım!..." demiş... Güzel kokusu, esintisi, şusu busu nesi varsa doldurmuş bohçasına... O da soluğu yollarda almış...
Gökyüzü dersen, abbas yolcunun tekiymiş. Aslında bağlasan bi yerde durmazmış. Maviye meraklıymış. Nerde mavi varsa takıp takıştırıyor, görenlerin yüreğini hoplatıyormuş. Ama o da farketmiş ki, karanlık dört duvar arasında o mavilerini soldurmak olacak şey değilmiş. "Aklımı mı yedim ben?... " demiş. "Güneş dışarda boşuna mı saçacak o çılgın ışıklarını. Ben de bir çılgınım. Bu duvarlar mı engelleyecek beni. Duvarlar bana vız gelir vız..." demiş. O da derhal evden vınlamış.
Tesadüf bu ya; güzellerin yolu bir tepede kesişmiş. Üçü de birbirlerine hayranlıkla bakarlarken, bir tanesi "Böyle şaşkın şaşkın bakışacağımıza, ben az ötede oturacak bir yer biliyorum. Hep birlikte orada oturalım. Sohbet edelim. Oraya "Aşk Tepesi" derler demiş.
Bu isim diğer güzelleri heyecanlandırmış. Çünkü kalpleri hiç durmadan "Aşk... Aşk... Aşk..." diye atıyormuş. Ve işte aşk çok yakınlarında bir yerlerdeymiş. Aşk Tepesi sözünü duyan diğer iki güzel hiç tereddüt etmeden "Tamam... Hemen oraya gidelim..." demişler...
Ve Ege’nin peşine takılmışlar. Ege Gökyüzü ve Karadeniz’in bu güzel telaşını hemen farketmiş. Şaka olsun diye işi ağırdan alıyor ve yavaş yavaş gidiyormuş Aşk Tepesi’ne... Ne var ki, Karadeniz ile Gökyüzü’nün sabırsızlıkta birbirlerininden geri kalan bir yanları yokmuş. "Biraz çabuk olsana Ege!..." demişler... "Akşam olacak... Güneşi kaçıracağız..." Bunun üzerine Ege yeşil buğulu gözleriyle diğer güzellere "Daha iyi ya..." demiş... "Akşam güneşi siz güzeller için bekliyor zaten" demiş... Yine endamlı ama yavaş adımlarla yola devam etmiş...
Ve nihayet üç güzel Aşk Tepesi’ne ulaşmışlar. Gerçekten müthiş bir manzara gözlerinin önüne serilivermiş. Akşam güneşi sakin koyların, yeşilliklerin arasından süzülerek bu üç güzelin gözlerine, yüzlerine, mavilik, yeşilliklerine sessizce akmaya başlamış... Tabi kendilerinden geçmek üzereymişler güzeller... Ama "Aşk Tepesi" sözünü duyduklarında onları buraya çeken büyüyü de unutmuş değillermiş doğal olarak... Çok geçmeden birbirlerine sormaya başlamışlar... "Aşk Tepesi’ne geldik. Çok güzel. Ama daha aşkı göremedik. Nerde kaldı acaba bu yaratık?..." demişler... Kimse bir cevap verememiş. Birbirlerinin yüzüne bakınıp duruyorlarmış. Arada bir göz ucuyla, belki beyaz atıyla veya lüks mercedesiyle ya da gemiciği ile aşk bir yerlerden geliyor mu, diye bakıyorlarmış. Yok.... Yok... Kalpleri hâlâ "Aşk.. Aşk... Aşk..." diye atıyormuş...
Ama ne gelen var ne giden... Bakınırlarken birden karşılarına ak sakallı, kambur bir dede çıkmış. Güzellere sormuş, derinden gelen sesiyle: "Ne oldu, çok üzgün görünüyorsunuz. Birşey mi oldu? Güzellerin üzülmesine hiç dayanamam," demiş. Gökyüzü hemen atılmış: "Ne olacak, dede. Biz o kadar uzaklardan geldik. Aşkı burada buluruz, dedik. Ama bu Aşk Tepesi denen yerde aşktan bir eser yok. Bir gemicikle gelse bile ona da razıyız. Ama yok... Bir türlü ulaşamıyoruz kendisine," demiş, duygulu, şiir gözlerinden yaşlar damlamaya başlamış. Dede derin bir nefes almış. Teskin edici bir sesle: "Evet... Haklısınız... Ben de şu dünyaya geldim. Gidiyorum... Ömrüm hep bu tepenin çevresinde dolanmakla geçti... Ama boşuna... Aşk Tepesi’nde aşkın zerresine rastlamadım... Ama geç de olsa öğrendim ki, bir zamanlar buralardan hiç eksik olmayan aşk, daha sonra buraları terkedip gitmiş... Çünkü, aşkın dostu kadar düşmanı da varmış. Öyle bir gün gelmiş ki, düşmanlar aşkın barınağı olan kalpleri fethetmişler... Onun için zaten bu yöreye "Fethiye" derler. Kalpler aşk için güm güm atarken, aşkın düşmanları kalpleri kuşatmış. Kalpleri hırsın, nefretin, intikamın önüne geçilmez ataklarıyla karşı karşıya bırakmışlar... Aşk bu kadarına dayanamamış... Usulca bu tepeyi terkedip gitmiş. Kendi gitmiş, adı kalmış yadigâr..."
Güzellerin bu kez üçünün birden gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamış. "Aşk bir daha geri gelmeyecek mi yani?!..." diye biraz karamsar biraz da umutlu bakışlarla dedeye sormuşlar. Dede "Kimbilir.. Ben bu yaşıma geldim, hâlâ umudumu kesmedim. Hırsı, nefreti, düşmanlığı, bencilliği kovalamaya çalışıyorum buralardan gücümün yettiği kadar. Eğer benim kadar başkaları da çaba sarfederse aşk neden dönmesin. Çünkü aşkın ana yurdu kalptir..." diyerek oradan uzaklaşıp gitmiş..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.