- 606 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
'alt insan okumaları'
kasvet
’Kalabalık dünya. Bizim salt özgürlüğümüzü bozan yaradılış. Günah işleme serbestliği ve sonu gelmez acıların delik deşik ettiğini hayal ettiğimiz ruhlarımız... Hiç bir iz bırakamıyoruz. Sevgisiz kalışımızın, söylediğimiz sözlerle bir alakası olmalı şimdi! Konuşanların, gevezelerin sırrı kalmamıştır. Kendimize ihanet edip, merak ederiz. O bütün güzellikleri de kötülükleri de çoktan yarattı. Tercihimiz berbat ve kuşku duyduğumuz şey de yine O! Sahte imanlı göğüslerimizin meme uçlarından kesip, içlerinden kurtlar çıkartmalı!’
Kendi adıma yapmak istediğim bazı şeyler de olmuyor değil. Diyebilirler: ‘nasıl yani, hayatına dair yaptığın şeyleri kendi adına zaten yapmıyor musun?’ Hayır, bu kanıtlanması zor bir çıkış olur. Hem kim bunu diyebilir ki? Kimse! İnsanlar başkaları tarafından umursanmamaya başladıklarında, kendilerine hayali dostlar edinirler. Bu dostlar da en çok kendilerine benzer. Hayır, hayır böyle bir benzetme içerisinde bulunursam ve hatta yaşayan hayali dostlarımın olduğunu söylersem, kendimi psikanalizcilerin elinde kobay olarak bulabilirim. Yalnızca ellerinde mi? Düşüncelerinde, defterlerinde ve hatta sonra saygıdeğer bir yayınevi tarafından basılacak kitaplarında. Bunları düşünmek için çok erken! Henüz yaşlanmadığım için ve önümde daha çok yıllar olduğunu var saydığımda, yalnızlık şu an için tercih edildiğinde zarar gelmesi en az tehlikeli olan hallerden biri! Devletin şeytani fikirlerine sahip halk tarafından fişlenebilirdim, eğer yalnız olmasaydım. Ama yalnızlığımın, düşüncelerimde kendimin dahi sonradan farkına varmış bulunduğum, apaçık, insancıl ufuklar, ahlaki kavramlar var ettiğine şahit oldum. Zaten hayatın anlamı, insanın doğasına saygı gösterip, kendi kişisel ahlakını var edip, geliştirirken, böyle bir ahlak düzeni içerisinde yaşaması değil de nedir? Hayır, önceki cümlede hata var! Kendi kişisel ahlakı derken, insanlar zevklerine göre ahlak kriterleri koyabilirler. Kimisi için hırsızlık, yatak odasındaki birkaç bileziğin ve çeyrek altının çalınmasıyken, kimileri için de devlet bazında yetimin hakkını yemektir. Tabi ikisi de hırsızlığı doğru okuyor ve ilk hırsızlık tanımını yapacak bir insanın, ikinci hırsızlık tanımındaki ahlak kriterlerine nasıl bir yaklaşım göstereceği de bilinmezken, yaşam ahlakını baz alan kriterin, doğaya saygı gösterme gerekliliği olarak var sayıp, bu konunun nihayete erdirilmesi niyetindeyim.
Hangi aydayız? Mart olmadığını düşünüyorum. Kedilerin bağırışları tüm gece boyunca sürdü. Ağlıyorlar mı, yoksa şehvetli bir gece mi yaşıyorlar? Sanki bir yerde evladını kaybetmiş annenin derin hüznünü mahalleye duyurmak istiyor. Kargaları da duyuyorum. Sahi kargalar leş yerdi değil mi? Küçükken böyle söylerlerdi hep. Ayrıca birbirimizi toprağa gömmenin yolunu da kargalarından öğrendiğimize dair bir ayet vardı. Dilden dile, dededen teyzeye, halaya, anneye, babaya kadar bu ayet tekrarlanırdı. Balkonda oturmuş, Ay hakkında düşünürken, on-on beş tane kedinin peş peşe verip, hızlıca koşturduklarına şahit oldum. Birinci kattaki komşunun korkusunu bir an için içimde hissettiğimi de biliyorum. Niye korksunlar mı diyeceksiniz? O kadar kedi, hem de hepsi besili, arka arkaya verip, bahçede insanların eşyaları arasında koştururken, çarptıkları masalar, düşürdükleri ufak tefek eşyalar tabi ki birinci kattaki komşuyu korkutmuş olabilir. Birinci katta oturduğunu söylediğim komşular, sahi birinci katta mı oturuyorlar? Bahçeye açılan dört basamaklı bir merdiveni olan kapıları var. Bu kapı direk salona açılıyor. Salonun Kuzey Batı’ya bakan tarafında, iki pencere arasında büyük bir buzdolabı var. Sanırım kıskandım. Kendi buzdolabım küçük olduğundan, ne zaman bir başkasında ya da mağaza reklamlarında iki kapılı buzdolabı görsem, elimde değil, kıskanıyorum ve sinirleniyorum. Neden benim de iki kapılı bir buzdolabım yok ki? Bu bir tercih meselesi elbette! Yarın bir gün başka bir eve geçersem, taşıması rahat olsun diye küçük buzdolabı almıştım. Geçmiş zamana ait eylemleri durdurup, ana odaklanmak istiyorum. An içerisinde sahaftan aldığım eski bir derginin orta sayfalarında bulduğum fotoğraf beni etkiledi. Öncelikle şu an o fotoğrafa baktığımda üzüldüğümü söylemeliyim. Dergi içerisinde bulduğum fotoğraf güzel bir bayana ait olsaydı, üzülmeyecektim. Yine de kalın kaşlı, saçları 80’li yılların modasına özgü, benli, kalın burunlu, ince, saydam dudakları olan, bir öğrenci olduğu gözlerindeki gülüşe ait aptallığından belli bu adamın, ismini merak ederken, yakası açık gömleğin arasından gözüken kolyede yazılı ‘şükrü’ ismiyle, fotoğrafa dair merakım da böylece sonlamış oldu. Garip olansa, fotoğrafçıyı yıllarca reklam afişlerinde görmüş olmam. Ama aklıma takılan soruysa, resmin arkasında ismi yazılı fotoğrafçıyla, belediye otobüsünde lcd ekranda reklamları dönen fotoğrafçının aynı fotoğrafçılar olup olmaması! İsim aynı, cadde aynı; Mete caddesi. Tabi yıllar öncesinden bahsediyoruz. Bir an için bu adamı tanıyor oluşuma ait his, üzücü anılarımı da peşi sıra belleğime bırakıp kaçtı. Üniversite hocalarımdan, Yardımcı Doçent Şükrü hocanın bu resimdeki adam olup olmayacağına dair şüpheler belleğimi yorarken, gökyüzü yardımıma yetişti. Ay hakkında düşüncelerimde bana yardımcı olan bulutlar, yine yardımıma koşmuş, bir süre için beni bu saçma sapan fotoğraf analizinden uzaklaştırmıştı.
Yaz yağmuru olmalıydı. Deniz kokusu, guguk kuşunun, güvercinlerin, serçelerin sesleri arasında, çok ötelerden yanık bir odunun kokusuna sarmalanıp, güneşliğin eteklerinden öpen rüzgârla odaya doluşurken, belleğimde çoğalan nonfigüratif resimlerin yerine, başımı kaldırıp, balkon duvarlarından gökyüzüne doğru baktığım andaki resim, ıhlamur ağacının narin dallarına inmiş kırağı gibi, gözlerimi hafiften nemlenmesine sebep oldu. Pieter Brueghel mezarından çıkıp, evime gelebilseydik eğer, ona gördüğüm manzaranın resmini çizdirmek isterdim. Bir an için bu kadar beton yığını içerisinde, narin ruhlu bir ressamın sanatını icra edemeyeceğini düşünsem de, o da benim gibi, hatta benden daha uzaklara dalıp, güzel bir müziği dinlerken, başıyla ona eşlik edercesine gözlerini yumduktan sonra resmi çizmeye başlayacaktı. Belki de resmin adı ‘ufuk çizgisi’ olurdu. Babil kulesi adlı resmine bakarken duyumsadığım derin arzunun ve iştiyakın aynısını çizeceği resimde de bulabilir miydim? Bu soru cevaplanmamak üzere bir kenara elbette bırakılabilir. Sanırım birinci kattaki ya da diğer bir deyişle, birkaç basamaklı merdiven sonrası çıkılan dairede oturan komşularımla aramın hiç olmadığını da itiraf etmeliyim. Yalnızca kocaman, yaşlı ancak yine de düşünebilen bir adama bazen ‘iyi akşamlar’ diyorum. Bu adamda birkaç basamaklı merdiven sonrası çıkılan dairede oturan insanların arasında yaşayan en yaşlı kişi olmalıydı! Bir gün balkonda birkaç kadının bu yaşlı adama ve yanında bulunan iki adama daha el salladıklarını gördüğümde, istenmeyen bir kişiliğin ( silik denilebilir ancak silik kelimesi bana sikik gibi geldiği için rahatsız ediyor) orada bulunuşuna dair hisleri anında enerji tercümesiyle çözmüş ve başımı öne eğip, apartmanın önünden bisikletimle uzaklaşmıştım. Bir kibrit çakıp, alev alabilirdi ve dudaklarım arasında ıslanan sigara dalından çıkan duman, aynı kadınların nefeslerine karışabilirdi. İhtimalleri seviyorum, çünkü yanlışlıkla o balkona doğru baktığımda içlerinde birine ‘bu güzel sanırım’ dediğimi anımsıyorum.
O resim ve o resimdeki ‘şükrü’ adlı adamdan nefret etmeme ramak kaldı. Parmaklarımın ucunda, adam sanki hep bana bakıyor. Bu duygu beni yıllar öncesine, okul sıralarına götürdü. İlkokulda tahtanın tam üzerinde asılı Atatürk resmine dair kendimce efsaneler uyduruyordum. Sınıfın neresine gidersem gideyim, Atatürk bana bakmaya devam ediyordu. Hafiften de gülüyordu da:’ Nereye gidersen git, seni görürüm çocuk!’ diyordu. Bu resim yüz bin liralık banknot arkasında öğrencilerle hemhal olan Atatürk’e hiç ama hiç benzemiyordu. Korkuyordum. Teneffüse çıkıp, bahçe de top oynamak ya da kendi uydurduğumuz ‘ayı’ oyununu oynamak istiyordum. Aslında oyun oynamak istiyor muydum, yoksa şu an için ilkokul yaşında bulunan çocuklara atfedilmiş bir gereklilikmiş gibi düşünüyorum, tam olarak sağlıklı düşünemiyorum ama bunların bir önemi yok şu an! Şükrü bana bakıyor. İlgiyle hocam olacak yardımcı doçentin mesleğine ait ilgi alanları aklımda sıralanıyor:’ Mekanizmaların analiz ve sentezi, İtilen cisim ve yüzey basınç dağılımı ve İtme Mekaniği, Robotik sistemler, Konstrüksiyon… Peh! Görende Japonya’da insana en çok benzeyen robot üzerine çalışmalar yapan ekibin içerisinde bulunan Türk mühendisten bahsettiğimi sanacak! Asla! Hem bundan, bu havada, yağmur sonrasında bana ne! Resmi alıp, bir daha uzun zaman göremeyeceğim bir yere koyarken, mutluluğun ilk dakikalarını yaşadığımı fark ediyorum. İnsan eskiden bahsederken, güzel bir şeyler düşünmeli önce! Mesela eskide yaşanmış küçük ama güzel bir anı, geçmişi düşünürken ilkyardım gibi daima yanımızda bulundurmamız gerekecek!
Umut yoksa insan kötümser de olmamalı. Ne için, kime kin besleyebilirsin ki? Yapabildiğim bu kadar dediğin an da, her şer mahvına dair mumlar yakar. Mabet bulunmamıştır. Başka bir insan, özellikle biraz sevdiğine inandığın bir insanı hep kalbine yakın sandığın an da, işler değişmeye, sevginin olmayacağına dair insan karamsar duygulara kapılır. Baudelaire’nin kendini uçurum hissettiği noktadayım. Uçurum muyum? Hayır, insanlar o kadar güzel yaşıyorlar ki, Tanrı hepsine yaşama kuvvetini verebiliyor. Ben bu kuvveti dileme hakkına da sahip değilim. Derginin birinde bulduğum eski bir fotoğraf üzerine düşüncelerimden kurtulmamla beraber, gerçek ağrının, acıya dost olduğu zamana giriş yapıyorum. Peterburg ya da Ankara veya kimsenin ummadığı bir deniz kenarı da olabilir. Sıcak, gözeneklerin üzerini ateşli bir sevgili gibi kapatırken, yalnızlığın şiirsi kıyısında sallanan geceden kalmış martı şarkılarına kulak kesiliyorum. Hepsi berbat bir virtüöz! Hayır, bu kelime de olmadı. Martı becerikli olabilir, buna karşı herhangi bir fikir telakki edemem ama şarkı söyleyemiyor. Sahi, biz insanlar martıların ve kargaların kötü seslerinden hep rahatsız oluyoruz. Evde bizden başka birisi varken, ona ‘bana da su getir’ diye bağırdığımızda, acaba nasıl çıkıyor sesimiz? Pencereden dışarıda oynayan çocuğuna seslenen annenin sesine ne demeli peki? Martılara, kargalara büyük haksızlık yapıyoruz. En büyük haksızlığı da, susan, içini dökmeyen insanlara karşı yapıyoruz. Bu ben olabilir miyim? Ne düşündüğümü kimseye anlatmamakla mutlu mu oluyorum? Yalnızca salt bir acıdan bahsediyor ve bu acıyla yaşıyorum. Korkum, salt acıyı insan terk ederse, daha büyük felaketlerin başına geleceğidir. Öyle ki, bir insan sahip olduğu acılardan vazgeçtiği an, kaderin de onun adına yazılmış yeni acılar karşısına çıkar. Sorun şudur ki, yeni gelen acının boyutundan daha çok, ona eski acılar gibi alışılmadığı için hissedilen büyük rahatsızlıktır.
Ah Rodolfo! Tanıdık bir ses de olmasa da olur. Şu karşıda yürüyen ben miyim? Genç kızın ürkek bekâretine serilmiş ölümcül kaygının şiire yakın terk edildiğini görünce, korkunç yanımda, yalnızca ölü böceklerden koleksiyon yaptığımı mı hatırladım birden? Ne kedim olabilir ne de bir köpeğim! Pis bir alerji ciğerlerimde, kıllar damağıma yapışmış mesir macunu hissi verirken, günler çok basit ilerliyor. Toprağın yarın da hasret dindireceği, çok ölüm dolu bir gün olacak. Korkağım, hayır, dilimin ucunda kırkayaklar, beslediğim tasa bile gökten ineli çok oldu. Kırdığım kalp kadar sevabım. Hayır, Dostoyevski bunu sen de yapıyorsun. Elim titremiyor, yüreğim hoplamıyor. Hiçbir zaman alışık da değildim. Ben hep yalnızdım ve asla yalpalayarak, ihtiyatla yürüyen o kızın elinden tutmadım. Yadırgadıktan sonra ben bilerek bu aptalca korkuluğa kendimi hapsettim.
Birkaç milyon isim daha sıralasam ne fark eder? Ne kadar aptalca bir ünlü yazarı kendi söylemlerin arasına karıştırmak! Edepsiz, şeytansı fikirleriyle, çektiği acıya dahi duymayı bilmeyen bir söz faşistiyim. Kaygım bile yok! Yalnızca ne olacak olsun diyorum. Hepsi birden kan ve etin arasında sıkışmış ruhuma ait ediliyor. Günahı bol mezenin tam ortasından yırtıp, çekilmiş sayfada aynen şunlar yazıyor:
‘…terbiyeli insanların cesetleri arasında kendi mezartaşları önünde eğilip, duaya durdukları an da onu gördüm. Hayır, tanımıyorum, bilmiyorum da. Hayal değil bu, gördüm! Eksik olansa, benim varlığımı o öykünün içerisine koyamamış olmam. Külyutmaz bilgelikle doğuştan gelen çekimser halin, yapıcı olmaktan uzak olduğunu düşünmek, bulanan kanlara ait ölümsüz hissedilişlerin acı ve komik muhafaza şekillerinden başka bir şey değil! Halk arasında Süleyman peygamberin erkeklik uzvunun olmadığı iftiralarına, Tanrı net bir fotoğrafla mı karşılık vermişti? İnsanlar onu gölette yıkanırken görmüş ve kolları kadar uzun ve iri bir penis karşısında korkuyla geri şehirlerine dönüp, bu olayı anlatmışlar mıydı? Dört kutsal kitabın da en temel gerçeği iman ve sevgi! Istırabın felsefeyle birbirine karıştığı, fuhuş âleminin pencereleri hükmünde hayaller neşeyle raks ederken, öğretinin dünya kaldırımlarını ticari pazar olmaktan çıkarıp, güzel laflarla geçmişteki muzaffer günlerin hatırına toz zerresine dönüştürüp, vecdin madde ötesi zafer kaynağına serildiği resmi saatlerde normal bir insan gibi yüzümü buruşturup, kendime rıza göstermeyi kabul ettiğim an gelecektir. Duanın küstahlaştırdığı, yalnızlığın asla ucuna dokunmamış, acıyı zerk etmemiş, güvenceyi Yaratıcının sonsuz merhametinde bulan insanların, tiranlara, söz fatihlerine anlamsız güven duydukları bir dönemde hangi bilinç evreni baştanbaşa kuşatabilir ve onun çelişkilerini biyolojisinden mutlak bir tecavüzle geri çekebilir ki? Dünya kötülerin tarihi, etten kemikten, örneği biz olan kötülerin severek kirlettikleri, inlettikleri, yıktıkları ahlaksızlık! Düş, asla ahlakı barındırmıyor kötülerde. Ruh acı çekmekle meşgul. Beyin suskun bir bilge. Yürek şehvetli aşk saatlerinde onanacağı günü bekliyor. Eller duaya kalkmıyorsa, ne lüzum var onlara sahip olmaya?’
Ben küstah. Sayın ben, sayılmayan ben o kadar çok ki küstah, ellerini yüceltmediği yerde, duadan bahsediyor.
Bahtiyar ol ruhum!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.