- 553 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'gezilemeyen'
Garip olup olmadığını dahi bilemediğin hisler hücum edince, onları itekleyip, kapı dışarı etmek istiyorsun. Hayır, hepsi eski bir kasetten olmalı. Onu elime almamalıydım. Böylece kapı dışarı edecek duygularda tekrardan canlanmazdı. Duygularım var mıydı, kalmış mıydı? Herhangi bir duygu da olabilirdi bu, örneğin nefret duyabilirdim. Katil olma arzusuna esir olabilirdim. Bunlar en basitleri, daha çelişkili olanıysa, tekrardan sevmekle alakalı olanı. Yazık bana, çok yazık! Yıllar sonra, onun hayal edilmiş bir sevgi olabileceğini düşünemeyişimi neye bağlamalıyım? Süzme edebiyatçı dostlarım olsaydı, onların yanına uğrar, içimi dökerdim. İyi kötü ben de onlarla edebiyat yapardım. Vecizeler peş peşe sıralanır, artist gibi davranır, rol kapışmalarını dilencilerden alır, aynı masa da dostlarıma ne içmek isterlerse, kumbaramda biriktirdiğim parayla garsondan istetirdim. Balkonda olurduk. Çiçek pasajında olmayı dilerdim. Ne de olsa edebiyatçıların sürtmekten çok zevk aldığı bir yerdi! Kendimi o sınıfa soktuğumdan değil, sırf seni birilerine anlatabilmek adına! Hem ben hep birilerini anlatmak istemişimdir. Dün başkasıydı, bugün sensin. Bugünü özel kılansa, kasete kaydedilmiş sesin. Sesini duymayı talep etmemiştim, öyle garip bir isteğim yoktu. Sen yokken, senden herhangi bir mektup ya da telgraf gelmiyorken, senin sesini tekrardan duyma isteğimi de çöpe atmalıydım. Nasıl da atıp tutuyorum ama! Hâlâ mektuptan, telgraftan bahsedebiliyorum. Şaka gibiyim değil mi? Ama sen hiç gülmüyorsun. Belki de gülüyorsun. Elbette, neden gülmeyesin ki! Hem sen güldüğün zaman, hafiften terleyebilirsin de, sonra kokarsın. Tıpkı bahçeden koparılmış pespembe bir gül gibi! Ne de güzel, nasıl da taze ve ne yazık ki yorgun! O masada olmalıydım. Karşı masada İlhan Berk, Metin Eloğlu, Edip Cansever filan da olurdu. Rus Konsolosluğundan yeni çıkıp gelmiş birkaç diplomatta, Konstantin Yankuloviç’e içecekleri içkileri söylerlerdi. Hepsi birden Çiçek Pasajında, sefahat kurbanlarına yakışır şekilde içerlerdi. Ben de yeniden Haldun Taner okumaya başlardım. Degustasyon meyhanesine göz kırparken, içim içimi yiyebilirdi; sen aynı şehirde, çok uzakta!
Cezaevinin sokaklarını koklayalı çok olmamıştı ancak her şeyden önce insan cesaretini koruyup, anlatabildiği kadar kalıcı olabiliyor. Anlatmadım. Seni hiç anlatmadım. Seni hiçbir zaman, hiçbir hayalde olmayacağını düşünerek ne büyük bir haksızlık yapmışım oysa! Hayallerin olduğu kadar, gerçeğin de olması gereken gerçek kahramanlarından biriyken, titiz ve sevimli bir zeytin ağacının gövdesi gibi kuru ve dirayetliyken diz kapaklarından topuklarına kadar uzayan bacakların, ayakların kök kadar sağlam (aslında çok narin, ince görünüşünü süslememek adına bu betimlemeler), kasıklarına doğru dere kenarında, yeşiller arasında kalmış, yan yana iki taşı andıran baldırların ve kıç yarığında kırık bir kalbin titrek kuş gagasını besleyen kırışıklığıyla, işte orada sen durabilirdin. Mesela ne kadar çok yorulmuşsun, nasıl da ağlamışsın; sesini kimseler duymamış. Sen ‘s’ diye başlayacağın tüm cümlelere ben bir küfür olarak algılamış olmanın hoyratsı yanılgısı sayfalarında kalakalmış… Takılıp, kirpiklerinin ucunda kalmış ipin macerasında, o kaseti parçalamadığım güne lanet etmenin boş bir hareket olacağını bilmemle gün başladı. Kaseti çıkarıp, olması gereken yere, valizin içine atarken, kırılması veya kırılmaması hiç umurumda değildi. Rodin’in sevgili Rose’una âşık gözlerim, Camiille’yi de hatırlayacağıma söz veriyorum. Maalesef, August’un zekasına hayranlığımı gizleyemiyorum. Az birer uyuşturucunun kime zararı olabilir? İnsan yaratabildikten sonra mı kendisine uyuşmak için müsaade vermelidir? Uyuşmak eğer yaratmanın evvelinde olursa, bu eserin daha vazgeçilmez kılınmasına sebep olsaydı eğer, Rodin’de uyuşmayı ertelemek ve eseri sonlandırmak için tüm sevdiği kadınlardan vazgeçebilirdi. Tabi, sokakta var olan, bir başka yok oluşun var ettiği fahişeler hariç! Nasıl da gülüyorlar! Kırıtmaları insanı başka âlemlere götürüyor. Asidin, ateşin, köpeklerin, dört tekerli el arabalarının, içkinin, uyuşturucunun, ürenin bol olduğu bir sokakta, iki ev arasındaki boşlukta, boş arsa diye nitelendirilen bir yerde, tozun toprağın içerisinde yaşını sormadan anlayabileceğin, körpe ama kıvrak dansıyla herkesi büyüleyen, ayakları kirlenmiş, çingene kızından bakışlarımı ayıramıyorum. Yaşamın tam ortasında, yalnızlığın asla var olmadığına inandığım, yoksulluğun bir yaşama inancı olarak görüldüğünü de kabullenmediğim, yalnızca insanların ayırt etme, daha kötücül haliyle dışlama halinin sendromlarını çalgıların çıkardığı seslerde unutan insanların eğlencelerine uzaktan ortak oluyorum. Tırnaklarına kıpkırmızı oje sürülmüş, tozun toprağın içerisinde ayaklarını öpmemek için biri beni vurmalı! Herhangi bir operasyonda eğitim zayiatına da uğrayabilirim. Abuk sabuk istekler bunlar! İşte Kibele’den emanet o ayakların, peri tozuyla değil, yalnızca kırmızı oje ve toprakla süslenmiş hali! Karpuzların mevsimi gelmiş, kavunlar bekletildikçe tatlanırken o ayda, küçük kızlarını Kumari yapmak için uğraş veren Doğu’nun ışığını kaybetmiş insanları gözümün önüne geliyor. Kız çocuklarını üç dört yaşlarında tanrıça olmak adına seçtirildiği bir inanç türünde, ayakları yere değmeyen kız çocuklarına, her gün tanrıça olmaları gerektiğini söyleyen Budist din adamlarının acınası haliyle baş başa kalıyorum. ‘Kızım, ayakların yere hiç değmeyecek ve her gün kaldığın evin balkonundan bir kere insanları selamlayacaksın. İnsanlar seni gördükleri an, dua edecekler ve günahlarının affolunmasını dileyecekler.’ Bir dini olup olmadığını söylemese de, hiç yoktan var oluşunun acısını iliklerine kadar hisseden bir çingene kızın ayaklarını kucaklayasım, öpesim geliyor. Öykünün diğer acı tarafıysa, regl olmaya başladıktan sonra Kumari kızlarının tanrıça olmaktan çıkıp, normal olarak görülecekleri an geliyor ve böylece toplum içerisine karışıyorlar. Devletten maaş alsalar dahi, tanrıça olup, sonradan normal bir insan gibi yaşamaya başlamalarının acı faturasını yakılana dek içten hissediyorlar. Keman ve darbuka çifti acıklı bir havayı beraber giriş yapıp, kirli ayaklarıyla ağır ağır oynamaya, göbek atmaya, kıvırtmaya başlayan kızın resminin üzerini kapatırken, ‘ne çok sevmişim’ diyorum, ‘hem de ne çok!’
Hafızama by-pass edildiği an, geçiş töreni hızlandırılıyor ve İstanbul’dan sıkılıp, Ulus’un kaldırımlarında yürümeye başlıyorum. Eğer yürüdüğüm kaldırımdan sıkılırsam, karşıya geçeceğim ve parka kadar tekrar yürüyeceğim. Yürümek bana eskiden çok iyi geliyordu. Şimdiler iyi gelen bir şey varsa, o da uzunca saatler, hatta günler boyunca pineklersem iyi olacakmışım gibi geliyor. Tarihe bakılırsa, geç kaldığım şeyler bakımından pineklerken dahi acısını tahlil etmekten ve ona saygı duymaktan vazgeçmediğim bacaklar çoğalıyor. Genellikle baldırların altında, diz kapağından topuklara kadar uzanan böyle ilgimi çekiyor. Eğer normal bir şekilde oturursam ve karşımda acısını bildiğim, hissettiğim biri olursa, onun cinsel organıyla göz göze gelebilirim. Belki annesiyle tek bağı kalmış deliğine sarılabilir, parmaklarımdan biri onun kuş gagası yarığına doğru uzanabilir. Bu böyle olabileceği için, her kimse o karşıdaki, onun önünde oturmuyor, diz çökmüyor, ayaklarına kapanıyorum. Raskolnikov Sonya karşısında nasıl derin bir ıstırap duymuşsa, benim ızdırabım da öyle işte! Maalesef bunu anlatabilirim. Ne yazık ki bunu dopdolu bir bulut gibi bu ıstırabı ömrüm boyunca gittiğim her yere götürüp, onunla beraber ben de acı yüklenebilirim. Bazen o bulut ağırlığını bana bırakır, dinlenir. Ben onun taşıdığı ağırlığa ait acıları tek tek okurum, ezberlerim ve hafızamdan asla çıkmamasını dilerim. Bilmem ki yaratıcı buna engel olur mu? Açıkçası böyle bir şeye ne rast geldim, ne de duydum! Yüce Tanrı’m bağışlayıcıdır, affedicidir ve asla acı çeken birisinin, sahip olduğu acıları topluca ondan almaz. Kimi zaman hafifletebilir, o acıların üzerine merhem sürebilir ama bu bile yalnızca tanrısal motivelerdir. Asıl olansa insanın sahip olduğu acılar, her dem hissedebileceği büyük bir nasır gibi kendisinde ölene dek mevcut bulunur. Nasıl o nasır doktorun kesici aletleri yardımıyla birkaç dakika içerisinde olduğu yerden kesilip, atılabiliyorsa, öyle de Yüce Tanrı’m insanların acılarını öldükleri an yok eder. Ruhumun marjinal ayyaşı, olayın böyle eksik kalacağını dile getirirken, ölümden sonra var olan acının nasıl bir şekle bürüneceğini merak eder. Nasıl bir şüphe ki; var olmaktan bile insan ölümcül ıstıraplar duyumsarken, öldükten sonra tekrar var olacağını bilmesiyle tüm acılardan kurtulacağını sansın?
Kimi zaman kaçak sigaralardan nefret etmenin bedelini, cebimden çıkardığım büyük banknotlarla öderken, Ulus’ta ilerlerken gözüme çarpan ilk kaçak sigarayı almanın telaşıyla, adımlarımı sıklaştırıyorum. Gökyüzünün lambası hâlâ açıkken, dudaklarımı ısırıp, filtrenin parmak uçlarımdan dişlerimin arasına kadar uzanan yolcuğunu tahayyül ediyorum. Bahar geldiği zaman, (sonbaharı daha çok seviyorum) buralar daha bir güzel! İlkbaharda kimi zaman aptalca bir yağmur, beceriksiz ve yeni evlenmiş bir adamın boşalırken pipisine hâkim olamayıp, etrafa saçtığı spermleri andıran damlalarla sokakları ıslatıyor. Doğanın dizginlenmesi güç şımarık çocuğuna şarkıları, sevdiğim son baharda daha bir heyecan katıyor. Sokak lambaları bile, titreyip, pul pul dökülen yaprakların başını okşayışı karşısında memnun oluyor. Cılız, mucizevi güzellikte, hastalıklı bir genç kızın saçlarını yıkadığı banyo leğenini balkon demirliklerinden sarktığı bir sokaktan geçip, aldığım kaçak sigaradan bir dal daha çıkarıp, dişlerimin arasına koyuyorum. Bu şehirde keder evlerin pencerelerine vurur. Kapı komşusu kadar yakın olduğunu hissettir. Hatta çoğu zaman rahatsızlık verdiğini düşünmeden, pencerelere vurur da, kaçmadan bekler. Ev sahibi onu içeri alır, bir güzel ağırlar. Doymasına rağmen, dinlenmek ister bir süre. Keder alışınca vazgeçilmesi en beter, şirret yaşam kirlerinden biridir. İnsanlar ona alışır. Onu sevmedikleri bilirler ama onsuz da yaşayamazlar. Böyle bir şehirde yaşarsam, ölüm yazacağımı biliyorum. Önce kendi ölümümü planlayacağım. Herhangi bir yüksek binadan atlamak en kesin çözüm gibi dursa da, acısını doya doya yaşayamadan, çilesi çekilmemiş her ölüm, erkendir. Yukarısı Kaleiçi, etrafında dolaşırken Samanpazarı, Atpazarı… Şu Ulus’tan çıkıp, Çankaya önlerine geldiğim kaçıncı gün? İncesu deresini anlatan ihtiyar bir Ankaralın sevimli hüznüne ortağım. Dinlerken bile insan rahatlıyor. O zamanların Ankara’sı ki, dillere destan; suyu, havası… Hatip Çayı bağlarının efsanesi çevre illeri çoktan aşmış da, Erzurum’da, Ardahan’da Ankara’nın sularından bahsedeler. ‘Sanatoryum gibi oralar’ derler. Eski hanların türlü hikâyeleri. Şimdinin otellerindeyse iş toplantıları, şehvet dolu inlemeler… Çengel Hanı, Celil Hanı, Pirinç Hanı, Kurşunlu Hanı, Sulu Hanı… Hepsi ağzına kadar tıka basa dolu. Ankara ayazı da meşhurdur. Bana da mı yer yok ey Hancı! Şu Allah’ın aciz, misafir kuluna da mı yer yok? Sobalı, geniş bir yer de on beş yirmi tane yer yatağı. İnsanlar yan yana uzanmış, aynı ateşten ısınıp uyumaya, yorgunluklarını atmaya çalışıyorlar. Yün yorganlar yetmezse, kalın battaniyeler de mevcut! Hancı diyor ki:’ Birkaç hafta evvel geleydin, buranın soğuk ayranından içmek sana da nasip olurdu.’ Sabah uyanınca, kaldığım otelin yerinde eskiden bir han olduğunu öğrenmem mi bana bunları anımsattı. Az ötem de, Kel Ali’nin acımadan astırdığı adamların seslerini duyacağımı hissediyorum. Korku veren şey, aynı anda nasıl oluyor da insanı mutlu edebiliyor! Bu şehirden korktuğum gibi, bu şehirde bulunmaktan da mutluyum! Çıkrıkçılar’ın başında kiliseyi görünce mutlu oluyorum. Nasıl da hüzünlü şu mabet! Ötesinde onun arkadaşı, dostu gibi duran Ahi Şerafeddin Camii. Belediye tarafından etrafı kapatılıp, müze haline getirilmiş Roma Hamamı’nın kalıntısına ne demeli? İnsan tarihe kendini gömesi geliyor. Avgustos Tapınağı etrafında durup, kuşdilini çözebilirim. Ya da her şeyi bir kenara bırakıp, kabaran ve gittikçe çoğalan kalabalığın arasına karışıp, bir bakışla âşık olabilirim. Âşık olacağım insan antropolog ya da seksolog da olabilir. Razıyım. Hipofiz bezinin mükemmel çalıştığı bir tek insan ben değilim ne yazık ki! Aşkın simyası bu kadar basit çözülmemeli ve ben yoluma devam ederken, doyurulan şey titreyen dudaklarıma sunulan sıcak, tavşan kanı bir bardak çay olmalı, duble hem de!
Derinden bir hıçkırığın, soy kırıp, insanın belleğinde derin yaralar açacağı bilinen baharın ilk haftası biterken, yalnızca bir şehirden bıkıp, diğerine geçmenin değil, acıyı bulut gibi taşıyıp, onu beslemenin yollarından biriydi seni yeniden düşünmek. Söz veriyorum, o kaseti hep saklayacağım. Arkada başka bir kasetçalardan gelen cızırtılı bir fon müziği ve onun üzerine kendi sesinle beraber, dinlediğim o şarkının gülümseten yüzüydü bana bıraktığın bu öykü. Asla bir daha göremeyeceğim seni. Ağaçlara bakarken, öyle ki gözlerine benzeyen narin bir asma dahi olabilir, önünde diz çökülmesi garipsenmeyen acılarının, memelerinden fışkıran üzüm suyu olduğunu hayal et. Uyandığımda hoş bir müzikal gösterinin sonuna yetişememenin üzüntüsüyle baş başa kalacağım ve mesafe var olduğu gibi kalacak. Artık ne bir telgraf, ne de bir mektup! Yalnızca bazı geceler kediler gibi bağırıp, ağlayacağım. Bir köşe de kitaplar, boş ve kirli bardaklar, ıslak bir peçeteyle kaplı kül tablası, bir köşe de intihar kokan sayfalarıyla ‘Kendine Ait Bir Oda!’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.