- 589 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DEDEMİZİN KIRATI
Mevsim bahar, gün güneşliydi. Gölgelerin doğuya epey uzamasından belli ki; vakit ikindiydi. Aynı zamanda avlu olarak kullanılan üç sokağın kesiştiği alan olan İn’in üstünü kaplayan taze kıyak görüntüsünden anlaşılıyordu ki, çeltek sürüyü, yazıya götürmek üzere az önce kaldırmış belki de Ekizin Çeşme’ye ulaşmıştı.
Bir zamanlar karşı komşu Nazmiye Hala’nın yakışıklılığına duyduğu hayranlıktan dolayı dolma kalem yapılı Games dediği, Çağatay ile Ülkü’nün dedesi Games’in Kırat’ı, her tarafı Sarılar’a has kisektaş’tan yapılı tek göz odanın önünde doğduğu, büyüdüğü ve bunca yıl hizmet ettiği köyü terk edeceği anı bekliyordu.
Sarılar’da Havızın Kör diye anılan Büyükdede, katık damının da güvenliği ve idare merkezi olan bu tek göz odada yatar-kalkar, konuklarını burada ağırlar, buradan uğurlardı. Havızın Kör dünyadan elini eteğini çekeli epey olmuştu. Hanede yaşayan 23 kişilik Horanta’nın idaresi gibi katıkdamı’nın idaresi de oldum olası ebe Hacellinin Gızı’nın sıkıyönetimi altındaydı. Odanın merdivenlerine kadar yansıyan telaş, Hırka Dağı’nın eteğinde ve Kızılırmak kenarındaki Cemel Köyünden Kıratı satın almaya gelen konukların hoşnut edilmesi içindi.
Sarılar Köyü o günlerde pek farkına varılamayan bir değişim sürecinin içine girmişti bile… Köyü bir Almanya sevdası sarmış gidiyordu. Türk Hükümeti ile Batı Alman Hükümeti göçmen işçi konusunda resmen anlaşmışlardı. Bu anlaşmanın yankısı kısa sürede umut ve heyecan olarak gösterdi kendini köyde.
İçine kapalı, küçük toplulukların yaşaması kaçınılmaz olan huzursuzluklardan payını alan Sarılar gençliği yirmi yıla yakın bir zamandır bunalmış vaziyetteydi. Olur olmaz sebeplerle kavgaya tutuşuyor, kavga büyüyor ölümle sonuçlanıyor bu ise sülalelerin birbirlerine düşman olmasıyla yeni bir boyut kazanıyor bunun sonucunda ise sürekli gerginlik yaşanıyordu. Kıtlığın, yoksulluğun ve sıkıntının üstüne bir de kan davaları eklenmiş, Köy civarda kanlı Sarılar olarak anılır olmuştu.
Kız kaçırma yaygınlaşmış, kadına dayak atmak erkeklerin belli başlı erdemli marifetlerinden sayılır hale gelmişti. Yaşlıların söylediğini esas kabul edecek olursak herkes herkesin malına hırsızlık eder hale gelmişti. Hırsızlık o denli yaygındı ki kimse kimseyi yadırgamıyordu, para karşılığında ilçeden sebze, meyve alanlar beceriksiz hatta korkak sayılıyordu şehirde işi olanlar dönüşlerinde iki kilo domatesle köye gelseler onları dah dah delisi ediyorlardı.
İkinci Dünya Savaşını başlatmasına, dünyayı kana bulamasına rağmen bu savaştan yenik çıkan Almanya yaralarını sarmak, yeniden güçlü bir yapıya kavuşmak için emek yoğun kalkınma hamlesi içine girmiş pek çok ülkeden işçi talep ediyordu.
Orta-Anadolu’nun ortasında, Devletin haritalarında bile göstermeye lûzum görmediği Kasaba olmaya aday bozkır köyü Sarılar’da gençler öteden beri verimsiz bir tarımsal uğraşın içindeydi. Köyün arazisi genişti fakat, köylünün, bu geniş araziyi verimli biçimde işleyecek ne bilgisi, ne görgüsü ne de araç ve gereci vardı. Bu gün olduğu gibi o günlerde de en temel sorun tarımda sulama idi. Uzun süren kuraklığın yol açtığı kıtlık yılları Sarılar’ı derinden etkilemişti, öyle günler oluyordu ki hüyüğün dibine gitmek cehennemin dibine gitmek gibi geliyordu köylülere . Köyün, köylünün kaderi bulut, toprak ve insan arasındaki yalın ilişkiye kalıyordu.. Böylesi bir ortamda Almanya umudu kör ister bir göz Allah verdi iki göz sözündeki temenni hükmünün hayata geçmesi anlamına geliyordu adeta..
Alman idare makamları, Türk işçi adaylarını ayrıntılı bir sağlık kontrolünden geçirmeden Almanya’ya gitmelerine imkân vermiyordu, sağlık kontrolu denilen musibet Türk insanının o ağırbaşlı vakur yapısına hakarete varan uygulamalarla onları çileden çıkartıyordu ama şimdilik katlanmak gerekiyordu. Öyle ya koyunu güden kurdu görürdü…
Anadolu’nun her yerinden 1960’lı yılların başında Ankara’ya, İstanbul’a kafileler halinde orta yaşlılar ve gençler akın ediyordu. Bu umut yolculuğu kimi zaman hüsranla bitiyor, dişindeki çürüğe, idrarındaki en ayrıntılı sorunlara kadar elenme riski içeride onları bekliyordu. Türk İnsanı kısa süre sonra Almanın bu oyununa karşı oyun bulmakta zorlanmadı. Sağlıklı insanlar hasta olanların muayeneye takılmadan geçmeleri için idrar satmaya başladı. İdrarda insanların adı soyadı yazmıyordu ya…
Askerlikleri dışında hayatları köyde geçen insanların uzak diyarlara, dilini dişini bilmedikleri insanların ülkelerine gitmesi kolay bir iş değildi. Orada acıkınca ne yiyecek, susayınca ne diyecekti. Allah büyüktü, yol hazırlıkları başladı anaların, babaların, eş ve çocukların yüreklerine ayrılığın hüznü yavaş yavaş çökmeye başladı. Günler, haftalar, aylar birbirini kovalayacak, yıl dolacak, fabrika izin verecek de hasret bitecekti.. Gurbetle sıla arasındaki hasretin acısını bir parçacık olsun mektuplar dindirecekti. Genç anneler sessiz göz yaşlarını ve duygularını mektupların satır aralarına, donangılarına
aktardığı gizemli motifler gibi aktarmasını bilecekler, çocuklar babalarından gelecek bir havadisin bekçisi olacaklardı.
Köyden ayrılışın senesine varılmış Alamancılar artık izinli olarak Sarılar’a dönmeye başlamıştı… Gelenlerin giyimi kuşamı epey düzelmiş, yırtıktan, yamadan eser kalmamıştı. Betleri benizleri iyiden iyiye değişmişti. Bir yıl önce çehresinin rengi güneş/ayaz yanığı olan insanlar şimdi Almanya’nın güneşsiz ve kasvetli havasının tesiriyle beyazlaşmış olarak dönüyordu köylerine. Bir elinde radyo diğer elinde bavul olduğu halde köye giren Almancıları görenler müjdelik almak için fırının önünden evlere doğru koşuyorlardı.
Yoksulluğun dayattığı yaşama biçimi Sarılar insanına tutumlu ve çalışkan olmayı ister istemez öğretmişti. Köye aktarılan Alman Markının etkileri iki üç sene içinde kendini gösterdi. Eldeki birikimler, bozkır yaşam biçiminin insanların önüne çıkarttığı zorlukların aşılmasında kullanılmaya başlandı. Köyde toprağa dayalı üretim iklim koşullarının da etkisiyle çok zahmetliydi. Gerçi Orta-Anadolu’nun kabaran gururu Erciyes Dağı’nın karlı zirvesini seyrederek ağustos ayında ekin işlemenin kendine özgü bir güzelliği olsa da yaz ayları hasat zamanında köylüler haftalar boyu tarlalarının başında yatmak zorunda kalıyordu. Kadınlar ve çocuklar bazı zamanlar harmanın üzerine kar yağmasına kadar devam eden bu uzun ve çileli çalışma şartlarından olumsuz yönde etkileniyordu. Köyde çocuk ölümlerinin önü bir türlü alınamıyordu.
Almanya’da kazanılan gurbet parasının bir işe yaradığının en güzel göstergesi toprakların verimliliğinin artırılması ve hasat mevsiminin kısaltılması ile mümkün olacaktı. Genç ve orta yaşlı insanların Köyden ayrılışları işleri daha da zorlaştırmıştı. Sarılar’da perişanlık dizboyu idi. Elin gavuru böyle mi yapıyordu ya… Orada her şey makine ile yapılıyordu. Makine demek verim demekti, makine demek akıl demekti… Bu işler kağnı ile at arabası ile yürümezdi. Motor almak en akıllıca iş olacaktı… Hatta biçer-döğer bile alınmalıydı… Onca tarla-tapan tırpanla biçilecek veya galıçla kavranacak, deste yapılacak, desteler yığın edilecek, tarlaya tırmak çekilecek, yığınlar atarabası veya kağnı ile harmana dökülecek, daha sonra düven sürülecek, tınaz savrulacak cec bir yana saman bir yana ayrıldıktan sonra yıllık yeygi ayrılıp, buğday aşıta konduktan, saman çetenle samanlığa yosulduktan sonra ver elini şehre pırtı bozmaya, bu böyle gelmişti fakat, böyle gitmezdi, gitmemeliydi…
Çağatay ile Ülkünün dedesi Games kararını vermişti: Traktör alınmalıydı, hem de vakit geçirilmeden… Büyükdede’nin “Bunca at ahırda dururken traktöre ne hacet var.” demesine rağmen kardeşlerin de isteği ile Avanos’taki acenteden alınan Massey Ferguson 65’in köylünün pek de alışık olmadığı harıltıyla avluya çekilmesi uzun sürmedi. Arkasından başka alamancı ailelerin traktörleri izledi bunu.
Büyükdede epeydir dünyadan elini eteğini çekmiş adeta inzivada idi. Genç denilebilecek yaşta, henüz çocukları küçük iken üzerine atılmış bir cinayet davasından 9 yıla mahkum olmuş mahkumiyetinin bir kısmını Zonguldak kömür ocaklarında çalışarak çekmiş bu arada aile Sarılar’da çileli yıllar geçirmiş evin ağır yükünü Hacer ebe ve en büyüğü 13 yaşında olan 6 oğlan ve 1 kız çocuk üstlenmişti. Cinayetin gerçek failleri çok sonra belli olmuştu ama olan Büyükdede ve ailesine oldu. Hacer ebe çarık giyip çamurlu tarlalarda çift sürmek gibi o dönemde erkeklere has işleri tek başına yapmak zorunda kalmıştı.
Yolda salına salına ilerleyen kağnıların, tarladan, yorgun-argın dönen atların yanından hızlı ve gürültüyle geçen traktörler, öküzlere ve atlara karşı kuma gelmiş kadın edası içindeydi. Traktör sahibi olan evlerde hem işler daha çabuk görülüyor, hem de verim artıyordu.. Sarılar, önü alınamaz bir tutkuyla Almanya ve traktör sevdasına kaptırmıştı kendini.. öyle bir zaman geldi çattı ki; köyde yaşlı ve özürlü dışında genç erkek bulmak güçleşmeye başladı.
Yeni evlenen, askerden dönen gençler kaçak olarak bile olsa bir yolunu bulup soluğu Almanya’da alıyorlardı. Almancı olmak zengin ve itibar sahibi olmak anlamına geliyordu artık.. İlk olarak Hacısalifin Yusuf’un resmî yoldan işçi olarak gitmekle başlattığı hareketin arkasından işçi olanlar yakın akrabalarını ve arkadaşlarını istek yaptırmak suretiyle yanlarına alarak hem kendilerine sosyal bir çevre oluşturuyor hem de Almanca bilmemenin verdiği derin yalnızlıklarını bir nebze olsun akraba ve akranlarıyla gideriyorlardı. Bu, Sarılarlılar açısından arkadaşlığın, kardeşliğin, akrabalığın ve hemşehriliğin fedakârlık örneklerinin sergilendiği her türlü övgüye değer bir durum olmuştur. Sarılar insanı bu hususta çevre köyler arasında bir lokma ekmeğini, yatağını-yorganını gurbet ellerde hemşehrileriyle paylaşan dostane insanlar olarak gönüllerde yer etmisini bilmiştir. Fani dünyada insanoğlunun kazandığı en büyük zenginliğin itibar olduğunun farkına varması Sarılarlı için gurur ve sürur kaynağı olmuştur.
Bozkır kültürünün bütün özelliklerini yaşamında kültüre dönüştmüş olan Sarılar’ın hırçın, gururlu, heyecanlı ve dikbaşlı yağız delikanlıları yavaş yavaş Alman yaşam tarzından etkilenmeye ve esinlenmeye başlamış iş disiplini ve verimliliğe önem verir hale gelmeye başlamıştı. Tarımda verimlilik arayışı traktörle başlamıştı ama biçer-döverin de bir ihtiyaç olduğunu anlamakta gecikmedi. Birikimlerini bir araya getiren kimi aileler ortaklık kurma yoluna gittiler. Köye getirilen biçer-döverlerin yaza kadar kapıda yatırılması akıllıca olmazdı. Ya ne yapılmalıydı? Ekinlerin daha erken olgunlaştığı Güney ve Güney-Doğu illere gidilmeliydi. Nitekim öyle de yapıldı. Almanyadan dönüş yapan bir kısım Sarılarlı bu sayede para kazanmanın yolunu öğrenmiş oldu.
Traktör ve biçer-döverlerin çehresini değiştirdiği köyde, atlar epeydir kağnıların çarığını dama atmıştı şimdi ise atların ve atarabalarının tahtı sarsılıyordu. Yıllar yılı köylünün kahrını çeken atlar yılkıya mı salınacaktı? At ile insan arasında yüzyıllardır süren uzakları yakın eden ahenkli ilişki insan tarafından ihanete mi uğruyordu? Bu en hafif deyimle vefasızlık olmaz mıydı? İnsanlar için söz konusu olan işten çıkarma veya işsizlik bu bağlamda atlar içinde mi sözkonusu olacaktı?
Daha birkaç yıl öncesine kadar ahır dolusu atın birer ikişer yanından yöresinden çekilip gitmesine bir anlam verememişti zaten kırat.. şimdi ise ahırda bekleyen yağız arkadaşının yanından çıkartılıp pencere demirine bağlanması hayra alâmet olmasa gerek.. Köyün derbeder giyimli ve bir o kadar da sevimli meczub siması Üzevir elinde iki yufka ekmeğe yapılmış sızgıtlı dürümünü yiye yiye aşağıdan geliyordu, üstünün başının yırtık, ayakkabısının delik deşik olmasına aldırmaksızın kıratın yanında durup olacakları kendince yorumlamaya çalışarak, bir müddet söylendi, mırıldandı.. Belki de kırat ile kendi garipliği arasında bir ilişki kurdu kim bilir…
Bekçi Yaabemmi, Allah bilir ya aylardır üzerinden çıkartmadığı kıyafetiyle tekgöz av tüfeği boynunda asılı olduğu halde çocukların kendisini miyav miyav diyerek alaya alan taşkınlıkları arasında azığını olarak her zamanki yalnız ve yabani hayatına dönmek üzere Büyükdedenin odasına gelmişti..
Anlaşılan o gün azık sırası ebe Hacellinin Gızındaydı.. Yaab Onbaşı Sarıların hayatı gizlerle dolu en çok merak edilen kişisiydi. Kimdi bu adam yeniyetmeler bu adamı alay konusu biri olarak görür yaşlılar ise bu garibi yaptığı işin dışında pek önemsemezdi.. O da kendisinden bahsetme heveslisi değildi oldum olası.. Yaab Onbaşı’ya Sarılar’da itiraz edilmezdi. O durumdan vazife çıkartır, kendisini bir yıl bostan bekçisi, takip eden yıl ekin bekçisi, daha sonraki yıl ise bağ bekçisi olarak ilân ederdi.. Yaabemmi, kimsenin işine ve sözüne karışmadığı gibi kimsenin de kendi işine karışmasından hoşlanmazdı. Çocukların kendisine Köyün girişinden itibaren başlayan taşlı, küfürlü ve ısrarlı bir şekilde ‘kedinin ayağı kaç’ denmesi gibi alaylı sataşmalarına rağmen Köye geliyordu, gelmek zorundaydı. Hiç şüphe yokki; açlık insanı bu mecburiyete sürükleme gücüne sahipti. Evsiz, otsuz ve ocaksız bir garibanın mecburiyeti idi katlandığı.. Belli ki, garip doğmuştu, garip yaşıyordu ve garip olarak da ölecekti…
Büyükdede, misafirleri ve Yaabemmi odadan çıktıklarında çocuklar hem meczup Üzevir’i hırpalıyorlar hem de Köyün çıkışına kadar alay edecekleri adamı bekliyorlardı. Büyükdede çocukları hiddetli bir şekilde azarlayarak dağıtırken, Üzevir’de yerden kavradığı kısektaş taşlarla yaramazları ara sokaklara doğru püskürttü. Yaabemmi ne ne konuklarla ilgilendi ne de kıratla, elinde azık bohçası olduğu halde ayaklarının ucuna bakarak hızla görev yerine doğru yol aldı.
Sarılar’daki düğünlerin vazgeçilmez iki siması okuntu dağıtmakla görevli Çalığın kızı sırtında okuntu heybesi ile yanında ise pekçok mutlu yuvanın kurulmasına sebeb olan Solağın karısı Ayşe nene sohbet ede ede Büyükdedenin evine doğru gelirken Yaabemminin yakasından düşen haşarı çocuklar bu kez Çalığın kızının heybesinden şeker, fıstık, leblebi alabilmek için birbirleriyle yarış halindeydiler..
Konuklardan yaşça küçük olanı kendi atını bağlı olduğu yerden çözerken, Büyükdede kıratın yelesinden tutup “Games senin başka bir köye satıldığını duyarsa çok üzülecek amma ne yapalım ki gitmen gerekiyor” demekle yetindi. Bu sözler Çağatay ile Ülkü’nün babasının boğazının düğümlenmesine yetti, Çünkü, o herkesin hayranlıkla söz ettiği babası Gamesin kıratı çok ama çok sevdiğine çoğu kez tanıklık etmişti.. Büyükdede, elini kıratın üzerinde minnet duygularıyla gezdirirken atın yeni sahibleri kıratın ücretini ödeyip helallaşarak vedalaştılar.
Akşam olmak üzereydi.. Köylülerin evlerine dönüşleri başlamıştı, uzaktan bir traktörün yaklaşmakta olduğu kendine has homurtusundan anlaşılıyordu. Kırat odanın önünden ayrılırken pek de öncekilere benzemeyen bir şekilde haykırdı. Bu haykırış belki kapı dışarı edilişine bir isyan çığlığı idi? Belki, kaderine boyun eğişin verdiği eziklik içinde traktörlere karşı bir tepki, belki de kendi dilinden insanoğlunun ahde vefasızlığına karşı kahır yüklü ve hüzünlü bir veda idi. Kıratın son haykırışı iyice yaklaşan traktörün homurtusu içinde eridi gitti. Kırat avluyu terk ederken Üzevir’de kendince mutlaka anlamı olan bir şeyler mırıldanarak arkadan yürüdü gitti.
Turhan Şahin
YORUMLAR
Almanya irtibatlı yoksulluktan kurtuluşun öyküsü o kadar güzel verilmiş ki bozkır Türkçesiyle yapılan tasvir beni alıp ta oralara götürüyor. Aman Allahım neler geçmiyor aklımdan; aşinası olduğum bölgenin görüntüsü altında konuyla alakalı izlediğim filmler ve okuduğum romanların kahramanları yazarın kahramanlarıyla karışıyor...Hem hüzünleniyor hem mutlu oluyorum.
Öykünün baş kahramanı kıratın hayatlardan çıktığını betimleyen keder dolu son sözlerine üzülürken, aslında öykünün yüzlece yıllık Bozkır Türklüğünün de öldüğünü anlattığını farkediyorum.
Mükemmeldi, kalemine sağlık yazar.
Bence günün seçkisi olmalı...