- 587 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'Renzino'
Güneş batıyor mu yoksa doğuyor mu tam olarak kestiremiyorum. Pencereden görebildiğim kadarıyla sarı bir ışık huzmesi yoğun bir şekilde gökyüzünden yeryüzüne doğru akıyor. Karanlığın içerisinden doğan bir sarılıksa, sabah olmalı ama hayır karanlıktan doğan bir güneşe benzemiyor, güneş batıyor olmalı. Evet, batıyor. Pencerem beni yanıltmıyorsa birazdan akşam olacak ve uzun bir süre karanlıkta kalacağım. Odada üç tane ışık kaynağı var. Biri güneş. Diğer ikisinden ilki, odanın tavanının tam ortasında yatağıma paralel uzayan floresan lamba. Floresan yer yer elmadaki çürükleri andıran siyahlıklarla çevrili. Düğmesine basıldığında yanmıyor olmalı. Son denenişinde yanmamıştı. Onun yedeği gibi, tavandaki çengele asılı halde sarkan ampulün anahtarıysa ampul gibi çengele bağlı. Oraya da uzanamıyorum. Uzanabilsem o ampulü yakıp, kitap okuyabilirim. Hayır, oraya uzanamam. Ampulü yaksam dahi kitap okuyamam. Kitap okuyabilirim ama ampulü yakamam. Nasıl bir çaresizlik ki, okuyabildiğim halde gerekli ışık kaynağını sağlayamıyorum. Kitap filan okumuyorum. Eğer kitap okuyor olsaydım mutlaka bu ampul şu an yanıyor olurdu. Sarkan kablosunun ucundaki anahtara uzanamasam da, kabloyu yanıma kadar uzatır, ağzımla da olsa ampulün ışık vermesini sağlardım. Bir ses duydum sanki az önce. Dışarıdan geldi. İçeriden gelmesi imkânsız! İçeriden gelemez. İçeride başka oda var mı onu dahi bilmiyorum. Eğer içeriden gelseydi, odadaki ampul ışık veriyor olurdu. Ama ya ampulün de ışık verecek gücü kalmamışsa? Belki de ben uyurken onu yakmaya çalışan biri var ve yanmadığı için de ben böyle karanlıkta kalıyorum. Eğer ışık vermiyorsa bu ampul, neden değiştirmiyorlar ki? Mahalle okulunun deposunda bulunan yedek floresanlarından birini gelip buraya takabilseler ne güzel olur! İçeride olan kişi bunu düşünmüyor mu? İçeride biri mi var? Ya yoksa? Yalnız olduğumu kabul etmemek için içeride biri olduğunu mu düşünüyorum? Küçüklüğümden beri böyle, beynim bana çok kötü oyunlar oynayabiliyor. Sahi, ben bir aralar küçük olmalıydım. Hatırlayabildiğim kadarıyla küçük bir evimiz vardı. Bahçesi var mıydı, yok muydu onu şimdilik hatırlayamıyorum ama bir evimiz vardı. Biz olarak nitelendirdiğim insanlar kimdi ki? Annem, babam, belki birkaç kardeş… Hayır, hatırlayabildiğim kadarıyla ben anne ve baba kelimesini hiç kullanmadım. Bir kadın vardı. Saçları bembeyaz bir kadındı. Yüzünü hayal gibi anımsıyorum. Güzel miydi, kime benziyordu, yoksa yalnızca bir hayalden mi bahsediyorum, tam olarak anlamış değilim ama o kadının saçları bembeyazdı. Hatırlayabildiğim bir başka ayrıntı göğüsleriydi. Sarkmış mıydı? Aslında tam olarak sarkmamıştı ama başkaları görse sarkmış da diyebilirler. Pek umursamadığım bu ayrıntı haricinde, göz kapaklarındaki kalın ve derin çizgileri hatırlıyorum. Bir de iki elinin dış yüzeyinde görünen mavi damarları. Yeşile de benziyorlardı ama şimdi mavi daha uygun gibi geliyor. Adımı tekrarlardı. Adımı şiir okur gibi tekrarlardı. ‘Renzino’ derdi, ‘Renzino, yakışıklı oğlum, çok güzelsin Renzino, Tanrı seni korusun biricik oğlum!’ Hayır, o benim annem değildi, bana oğlum diyordu ama bana oğlum diyor oluşu, onun benim annem olduğunu göstermiyordu. Eğer benim annem olduğunu söyleseydi, çevredeki herkes buna inanabilirdi. Saçları beyazdı, göğüsleri sarkmıştı. Sarkmamış da olabilir ama çok yaşlı değildi. Saçları da beyazlamıştı. Saçını yıkadığı bir sabunda buna sebep olmuş olabilirdi. İşin gerçeğini bilmiyordum. Annem olabilmesi için saçlarının renginin ya da göğüslerinin yerçekimine karşı verdiği mücadelenin bir anlamı var mıydı, düşündüğüm tek şey eğer bir annem var ise de, ne ondan bir daha haber alamadığımdır. Annem olsaydı eğer, onun belli bir yerde mezarı olurdu. Hatta ‘İsa aşkına sevap işleyelim ve Bay Vionnet’in kılsız, sarı bedenini de Bayan Vionnet yanına defnedelim’ diyen birileri de çıkmış olurdu. Böylece hem annemin hem de babamın bir zamanlar var olduğuna, onların ayrıca belli bir mezarlık içerisinde uyuduklarına inanabilirdim. Böyle bir şey hiç olmadı! Bana oğlum diyen ancak onun annem olup olmadığını bilemediğim bir kadın bir süre bana baktı ama bana oğlum diyen bir adamla hiç karşılaşmadım. Babam olmayabilirdi. Eğer bu doğruysa, annem bir fahişeydi. Fahişeliği meslek edinmiş bir kadındı. Saçları hormonsal bozukluklardan dolayı genç yaşta beyazlamış, göğüsleriyse erkekler tarafında çokça sıkılıp, ısırıldığı için sarkmıştı. Evet, annem bir fahişeydi ve benim babam da annemin müşterilerinden biriydi. En azından annem fahişe de olsa, onun var olduğuna ve hatta babamın da annemin müşterilerinden biri olduğunu düşünebiliyorum. Bana ‘oğlum’ diye seslenen kadın, genç yaşta yaşlanmış, kentin ünlü fahişelerinden biriydi ve o benim annemdi. Babamınsa farklı bir hayatı vardı. Tabi böyle bir durumda, annemin döl yatağına akan spermlerin sahibini araştırmak gereksiz bir çaba olacak. Kentte gördüğüm her erkek, benim babam olabilirdi. Piçliğin tanrısal bir olgu haline geldiği çocuktum. Nereye gidersem gideyim, kiminle tanışırsam tanışayım, annemi tanıyan ve onun ıslak, geniş döl yatağına spermlerini boşaltan adamlar bana dikkatlice bakacak, yüzümde kendi yüzlerine ait bir iz arayacaklardı. Bu doğru olabilir miydi? Yıllarca aynı döl yatağını ıkınarak boşaltan, yumurtaya ulaşabilecek tek sperm tanesine dahi izin vermeyen kadın, neden adını, tipini bilmediğim bir adamın spermine izin vermişti ki? Yoksa benim kardeşlerim var mıydı? Bilmiyorum, buna ancak annemle beraber ilişkiye giren adamlar karar verebilir. Gerçekten delik bir bebeğin çıkabileceği kadar esneyip, sonra da geri eski haline dönmek isterken, pörsümüş bir hal almış mıydı? Bir seferinde banyoda onu çırılçıplak görmüştüm. Arkası dönüktü. Dolgun kıçını bana dönmüş, gözlerimi yummamı istiyordu. Külotunu giyecekti. Aslında onu külotlu evin içerisinde çok defa görmüştüm. Göğüslerini çıplak bırakmaktan çekinmiyordu. Bazen göbek deliğine kadar uzanacağından korktuğum sarkık göğüslerine acımıştım. Yüzümü ekşitmiş, korkumu içime saklamıştım. Bana ‘hasta mısın güzel oğlum’ diye sormuştu. Bilmiyordu, hâlbuki ben onun sarkmış göğüslerine üzülüyordum.
Sabah oluyor. Yine bir sabah, yeni bir gün! Karıştırmış olmalıyım. Pencereden görebildiğim kadarıyla mavi bir şeyler görüyorum. Aslında gördüğüm o mavi şeyler, gökyüzünden başka bir şey değil. Neden parça parça görüyorum ve neden bir türlü sabah mı, akşam mı olduğunu kestiremiyorum, bilemiyorum. Bilmemek eskiden daha güzeldi. Bilmek istiyorum ama neyi? Zamanı olabilir. Kestirememek, mesela daha yeni bir gün için başlangıç mı yoksa son olduğunu bilememek nasıl da üzücü! Buna katlanamıyorum. Ben buna katlanamadığım gibi başkaları da bana katlanamıyor ki, beni buraya hapsettiler. Sahi, burada hapis miyim? Beni esareti altına alacak kadar çıldırmış biri var mı dünyada? Çocukken dünya sandığım yer, Pat amcanın çiftliğinin aşağısında akan nehre kadar uzanıyordu. Pat amcanın çiftliği benim için dünyanın öbür yanında bulunan bir yerdi. Pat amcanın çiftliği savaşta askerlerin konakladığı bir yer haline gelmişti. Sonra bir Heinkel He 111 veyahut B-17 uçağı tarafından bombalanmıştı. Pat amca öldüğü zaman, dünyayı onun çiftliğinin aşağısında bulunan nehre kadar uzayan bir yer olarak hayal etmekten vazgeçmiş, büyümüştüm. Büyümek çocukların adına ne özel bir hayal! Ama çocukken bu hayalle yaşadığımı hiç sanmıyorum. Çocuktum ve çocuk olarak ölürsem, Tanrı’nın yanına daha rahat uçacağımı sanıyordum. Küçüktüm, zayıftım. Kemiklerimi görmek istiyordum. Çikolatalı kestanelere bayılıyordum. Çocukken göğe başımı kaldırıp baktığımda, uçan helikopterler görüyordum. Hatırlıyorum. Uçaklardan daha çok ilgimi çekiyorlardı. Uçaklar daha korkutucu olmasına rağmen, keşif yapan, pistonlu motorlarıyla ilginç helikopterlere daha meraklıydım. Bir gün ben de öyle bir helikopterde uçacağım diye hayal kuruyordum. Böylece Pat amcanın çiftliğinden aşağı uzanan nehri geçip, dünyanın sonunda neler olduğunu görecektim. Pat amca öldüğünde, işin gerçeği o nehrin yalnızca aşağı göle kadar uzanan bir su uzantısı olduğunu öğrenmemle beraber, ekonomi üzerine tahsil yapmaya çalışıyordum. Yapabildiğim en güzel şey, bir konu üzerinde mutlaka çalışmaktır. Çünkü ben, kendimi hiçbir şey öğrenemeyecek kadar çaresiz hissediyorum. Bu his şu an mı içimde, yoksa önceden beridir var olan bir duygu mu tam olarak bilemiyorum. Ekonomi üzerine şehrimizin küçük üniversitesinde tahsil gördüğüm zaman, ilk defa bir kızla sevgili olmuştum. Daha önceleri neden bir kızla sevgili olmayı düşünmediğimi, o zaman düşünmeyi akıl etmemiştim. Neden ekonomi tahsil ettiğim yaşa kadar bir sevgilim olmamıştı ki? Çevremdeki arkadaşlarımla beraber bisiklete biner, şehrin denize kıyısı olan, erik ağaçlarıyla ünlü St. Paul koyuna giderdik. Hatırlayabildiğim kadarıyla ekonomi üzerine okurken sevgili olduğum kızla, derslerin birinde yaptığım küçük konuşma etkili olmuştu. Kendimden hiç beklemediğim bir şekilde, Adam Smith’in doğal para ve bağımsızlık üzerine düşüncelerinin imkânsız olduğunu savunuyordum. Haklı bir şekilde İngiltere’nin başarısına ilgi duyan, iki dünya savaşında da pek çok vatandaşının kaybına engel olamasa da, müttefiki olduğu devletler sayesinde, ayrıca sömürgelerinden teşkil eden, başta tekstil ve enerji üzerine gelişmelerle İngiltere çağın öncü devleti olmasına karşın, İtalya’nın milliyetçi devletinin asla İngilizler gibi ferah bir devlet olamayacağını açıklamam, ekonomi profesörünün hiç hoşuna gitmemişti. Hâlbuki genel geçer bir kural vardı ki, var olan şirketlerin kendi aralarında kurdukları ortak pazar sayesinde, asla küçük şirketlere büyük hacimli piyasa faaliyetleri sunmamaları, teknolojik faaliyetleri kendi tekelleri altına var ederek, yeni dünyada sahiplerin ellerindeki gücü ve imtiyazı yine kendileri için kullanmış, dışarıdan gelebilecek tehditlerden dolayı içlerine kapanarak, iktidarı kendi aralarında bölüştürüp, diğer şirket ve halkları adeta köleleştirecek bir düzenin doğacağını, hatta yer yer doğup, gelişip etkilerini ülkeler bazında gösterdiğini söylemem, bayanın dikkatini çekmişti. Sahi ilk sevgilimin adını neden hatırlayamıyorum? C ile mi başlıyordu? Carolina, Carmela gibi bir şey miydi, yoksa Caterina, hayır Christina, evet, yaklaştım sayılır, ama hayır c ile başlamıyordu ismi. Başka bir şeydi! Lucia? Ji… Julie… Lisa mıydı yoksa? Rüzgâr Mozart’ın parmak uçları gibi çarpıyor pencereye. Ürkütücü! Ona Armonie demeliyim, evet çilek gibiydi dudakları. Kokusunu hatırlamaya çalışsam… Deniyorum ama odadaki garip koku burnumun direklerini her defasında sızlatmayı başarabiliyor. Bu opera sona erdiğinde mutlu olacağım. Dudaklarının çilek gibi oluşunu nasıl hatırlayabiliyorum ki? Çocukken bir rahatsızlık geçirmiş, dudağı pütürleşmiş, onu ilk öptüğüm zaman da mevsim ilkbahardı, çilek yemiştim ve şimdiki yanılgım bu yüzden. Hayır, çilekten ötesi olmalıydı! Sınıfta ekonomi profesörü öyle sinirlenmişti ki, İtalya’nın asla İngilizler gibi yükselemeyeceğini söylemem yüzünden dersten atılmaya ve hatta o yaşta dayak yememe ramak kalmıştı. Umursamıyor gözüküyordum. Evet, gerçekten de umursamıyordum. Dersten atılmam, hatta okuldan atılmam benim için pek de mühim değildi. Armonie diyeceğim ona, onunla ilk tanışmamış o ders sonrası olmuştu. Aylardır aynı sınıfta olmamıza rağmen, gözlerini ilk defa duyuyordum. Sesini de ilk defa gördüğüm biri karşısında etkilenip, etkilenmem önemli miydi, sanmıyorum. Sanırım onu tekrardan düşünmek beynime iyi gelmedi. Yemyeşil gözlerini ilk defa görüyordum. Öyle bakıyordu ki, oksijen kaynağı olabilecek yeşilin damıtılıp gözüne iliştirildiğini hayal edecek kadar ona hayran olmuştum. Sesinde Pat amcanın çiftliğinin aşağısında akan nehrin sesine benzer tokluk vardı. Biraz sonra oturup, bir şeyler yiyecekmiş hissi veren açlığın, belleğinde biriktirmiş olduğu heyecanla iç içe oluşu, onu da kırılgan yapıyordu. Tanrı İsa’dan sonra bir mucize yaratmışsa, o Armonie’ydi. O zaman da böyle düşünüyor muydum, yoksa şimdi mi böyle düşünmeye başladım, hayır, bir önemi olmamalı! Gerçekten hayran olunacak bir kızdı ve bana karşı ilgi duyması, benimle sevgili olma isteği olayları daha ilginç bir tarafa çekiyordu. Onu tekrardan hatırladığım için pişman mı olmalıyım? Kim bilir şimdi nerede… Evlenmiş olmalı, belki birkaç tane kendisine benzeyen çocukları olmuştur. Hepsi de onun gibi güzel çocuklar! Kocası da ona baktığı zaman mutlu olmuştur hep! Tanrı onları mutlu kılsın, inşallah beni bir daha düşünmemiştir. Ben bile kendimi düşünmek istemezken, beni bu halimle düşünecek eski bir tanıdığın olmasına dayanamazdım. Bu haksızlık olurdu, hem de çok büyük bir haksızlık! Ne yazık ki bu düşüncelerin hepsi soyut! Gerçek olmasını istediğim, yakın zamanda bana uğrayacak olan Azrail’in yanında Armonie’ye benzer birini getirmesi. Elbette Azrail gelse ve canımı almaya kalksa, ona mukavemet gösterecek değilim. Seve seve ölürüm ama diğer dünyada da böyle yaşamaya devam edeceksem, Armonie gibi hurinin yakınımın da bir yerde olması şart! Böyle olursa her şey daha çekici geliyor. Çekebilirim, şeytanla dahi kapı komşu olabilirim cehennem de, Armonie benimle beraber olursa. Az önce Armonie’ye benzer birinden bahsettim değil mi? Hayır, her şeyin ilki özeldir. Dikkati mi çekti de güzeldir demedim, çünkü var oluşumu bir güzelliğe bağlayamıyorum. Ter, kan, sperm ve yumurtaların güçlü bileşimi beni var ederken, nasıl olur da yüce bir güzellikten bahsedebilirim? Annem olacak fahişenin rahminde kaldığım aylar boyunca, ne çektiğimi hatırlamıyor oluşum Tanrı tarafından verilmiş bir armağan ama ben bunu kabul etmek istemiyorum. Her şeyi bilmek istiyorum, saniyesi saniyesine. Armonie’den bahsedeceğim. Öncesinde Pat amcanın çocuklarıyla beraber yaşadıklarımdan bahsetmek istiyorum. Evet, Pat amcanın bir sürü çocuğu vardı. Annem onun yanına götürdüğünde beni, Pat amcanın köpekleriyle oynuyordum. Annem her seferinde Pat amcanın çok iyi birisi olduğundan bahsediyordu. Neden böyle diyordu ki? Pat amca gerçekten benim amcam mıydı? Kimdi ki o? Ben neden ona ikide bir Pat amca diye bahsediyorum? Yoksa gerçekten bir babam vardı da, o adam da benim babamın yaşayan kardeşi miydi? Bunların bir önemi varsa da, şimdi hiçbirinin cevabını hatırlamıyorum. Cevap verecek halim de kalmadı. Sanırım gece oluyor. Güneş batıyor olmalı! Eğer güneş batıyorsa, önümde düşüneceğim, haftalar boyu sürüyormuş gibi gelecek saatler var. Biraz daha uyurum. Uyusam, uyandığım zaman kalktığımda yine karanlığın içerisinde olduğumu bilmek bana kendimi çok yalnız hissettiriyor. Armonie! Yunan tarihine adı yazılmamış Tanrıçam! Annemi de özlüyorum. Pat amcayı da… Çiftliğin üzerinde uçan haberci helikopterleri… Yaşamayı özlemek ve ne yazık ki yaşayamamak ne acı bir duygu! Şuradan bir kalkabilsem, kapıyı açsam ve çıksam, evet, tekrardan yaşayacağım. Annemin yanına gideceğim. Yaşayıp, yaşamadığını dahi bilmiyorum ama olsun gideceğim. Onu bulacağım. Onu bulduktan sonra Pat amcanın çiftliğine gideceğim. Belki annem hâlâ o çiftliğe gidip geliyordur. Armonie’yi de bulurum, onu da çiftliğe götürürüm. Belki kilisede sade bir nikâh kıyıp, evleniriz de! Şuradan bir kalkabilsem…
YORUMLAR
Sebep olarak ağır çaresizlik olduğunu düşündüğüm üşenme, erteleme, vazgeçme halinin ilerleyen satırlarla ortaya çıkan ağır füg durumundan kaynaklandığı anlıyorum. Anne odaklı bu disosiyatif çöküşü yazar mükemmel vermiş.
Onca isim arasında bocalamadan sonra sanki kalınan yerden devam etme gibi Armonie’ye geçiş çok ustaca. Yazarın yazıdaki hallere ziyareti cümle aralarından sızıyor elbet ama esir olan kendi değil, o haller.
Yazarı uzun zamandır takip etmesem ve diğer yazılarına aşinalığım olmasa böyle öznel şeyler yazmaya cesaret etmezdim elbette.
Eline sağlık, derinlikli bir öyküydü...