- 924 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 17
"Ben hep bana ait olan eşyaların bundan memnun olup olmadığını düşünmüşümdür. Durdukları yerde kendilerini çoğu zaman para karşılığı satın alan yeni sahipleri ile çıkacakları bu yolculukta onlardan neler beklediklerini merak ederim. Onlar bizim sessiz niyetçilerimizdir. Niyetleri sonsuza kadar bizimle kalmak olsa da çoğu zaman sonları ufak bir çöp kutusu, eski bir sarraf dükkânı ya da geri dönüşüm projelerinde yer alan genç fikirli eller olur. Bu yüzden çok severim bir zamanın mucitlerinin yaptıklarını satan ikinci el dükkânları, kullanılmış kitapları, kime ait olduğu bilinmeyen kaybolmuş aile fotoğraflarını…
Eskiler güzeldir, eskiler yıpranırken ardında çokça mazi bırakır. Bana benzer eski eşyalar. Yaş aldıkça benim gibi hüzünlü birçok anı biriktirir. Ben kendimi en çok sallanan sandalyelere benzetirim, birde muhakkak birkaç sayfası uçak yapmak için koparılmış kalın ciltli kitaplara ama en çokta naylon bebeklere. Her yeri iğnelerle tutturulmuş elbiselerinin üzerindeki naylon yüzlerine keserek yapılmış zoraki bir gülümseme sunan niyetçilere…"
Bölüm 17
“Sol Yanım”
“Yirmi bir”
“Yirmi iki”
Kazandığım hiçbir oyunun sonunda kendimi bu kadar kandırılmış hissetmemiştim. Kandırılmış, aldatılmış ve numarasını bir kâğıda yazmak zorunda bırakılmış. Hiç oturmamam gereken o masadan kalkarken aklımdan geçenler tam olarak bunlardı. İçim sızlıyordu. Hayır, sızlayan her zaman olduğu gibi sol yanımdı! Ve sol yanımda duran şeytan yazdığım kâğıdı elimden alıp cebine atmadan önce iyi bir alış veriş sonrası ilk siftah parasını çenesine sürten adamlar gibi durup tuhaf bir hareket yaptı.
“Bereket, iyi bir oyundu.”
“Berbat bir oyundu. Kendimi Kumarbaz filmindeki Anna kadar çaresiz hissediyorum şu anda!”*
“İzin verir misin geçmek istiyorum.” diyerek devam ettim önümdeki istediğini aldığı halde hala benimle uğraşmaya devam eden ukala adama.
“Sen gerçekten anormal bir kızsın.” Kenara çekilirken bile benimle uğraşmaya devam ediyordu.
“Hah! Ben mi anormalim. Bana bunları etraftaki kızların numarasını kumar oynayarak alan bir sahtekâr mı söylüyor?”
“Genelde bunu doğal yollarla yaparım, normal kızlara.”
“Ben anormal değilim!”
“Öyle mi? Peki o zaman söyler misin?” Eliyle arkamızda duran kapıyı işaret ederken sorusunu sormaya devam etti. “Sen hiç buraya normal insanlar gibi şu kapıyı kullanarak girdin mi?” Gösterdiği yere doğru bakarken verecek cevabım olmadığını da fark etmiştim.
“Ya da geceleri dışarı çıkarken yanına ekmek bıçağı almadığın zamanlar oluyor mu? Şu anda da yanında varsa inan nereye soktuğunu bilmek isterim.”
“Boğazına sokmak isterdim belki sesin kesilir.”
“Selam millet ne kaynatıyorsunuz?” Bize doğru yaklaşan Erdi dostça yaptığımız bu sohbeti kesti.
“Sesimden bahsediyorduk. Aslıhan sesimi çok beğeniyormuş. Belki bir akşam dinlemeye gelirsiz.” Sahneye peçete yerine bıçak atılabiliyorsa bu hiç fena olmazdı. Onun boğazına saplanan bir bıçakla sahneye yapıştığını hayal etmek bile bana inanılmaz bir zevk vermişti.
“Nerede kaldın Erdi? Gidelim mi? Ben sıkıldım?”
“Sen sıktın mı benim sevgili mi?” Erdi’nin elimi tutup gülümseyerek beni kendine çektiği şu dakikada yalnız kovboya sorduğu soru bu olmuştu. Yanımdaki adama sokulurken tek kaşımı manidar şekilde havaya kaldırarak karşımdaki düzenbaza baktım. Hadi söyle canımı nasıl sıktığını. Eminim kumarda olduğu kadar yalan söylemekte de ustaydı. Ve emin olduğum bir şey daha sesinin şarkı söylerken olduğundan daha güzel çıkacağıydı.
Mert iki elini de başı hizasında teslim olan bir suçlu gibi kaldırdı. “Valla ben hiçbir şey yapmadım. Sıkılmaya o kadar müsait ki, sırf canı sıkılmasın diye onunla oyun bile oynadım. Ama dostum bu kız kazandığında bile memnun olmadı.” Ardından elini benden tarafa kapatarak duymamam gereken bir sır veriyormuş gibi ekledi. “İşin zor ahbap” Her şeyden habersiz Erdi kahkaha ile gülerken bende küstahlığı karşısında açılan ağzımı kibarca kapatarak ortamı bozmamak adına onlara katıldım.
Ve sadece beş dakika sonra bir buçuk yıldır geçmediğim kapıdan ilk kez Erdi ile birlikte çıkarken arkamı dönüp son bir kez baktım. Bara dayanmış zafer işareti yapan adama lanet okuyarak bir bıçağın en umulmadık zamanlarda ne kadar işe yarayacağının farkına varmıştım.
*****
“Ne yapmak istersiniz canı sıkkın bayan?”
“Eeee, biraz yürüyelim mi?” Erdi’yi çekiştirerek yurdun kapısından uzaklaştırmaya çabaladım. Kapının arkasındaki küçük yazıhanesinde oturan Türker Amca’ya yakalanmak için hazırlıksızdım.
“Tamam” diyerek elimden tutan adamla birlikte her gün okula gitmek için yürüdüğüm yolda yürümeye başladım. Serin bir bahar akşamıydı. Tüm kahvehaneler gibi önünden geçtiğimiz evlerdeki kalın perdelerde kapanmıştı. Nehrin üzerinden geçen köprüye vardığımızda Erdi bir kolumu omzuma attı. Önce sol yanımdan sarkan et parçasına ardında da parlayan gözlerine baktım.
“Sen hiç balık tuttun mu?” diye sordu köprünün kenarındaki korkuluklara tutunduğumuz sırada.
“Hayır hiç.”
“Geçen sene burada çok tuttuk. Şu ilerideki ağaçlık alanı görüyor musun?”
Ah! O ağaçlık alanı nasıl utabilirdim ki? Geceleri dışarı çıkarken yanına ekmek bıçağı almadığın zamanlar oluyor mu?
Düşüncelerim yanımda konuşmaya devam eden adamla birlikte toz bulutu oldu. “Ağaçlığın ilerisinde nehir kıvrılıyor. Orada su daha sakin. Geçen sene bir kova dolusu balık tuttuğumu hatırlıyorum. Belki bu sene de beraber gideriz?”
Balık tutmak şuan düşündüğüm son şeydi. Neden erkekler karşılarındaki kızı etkilemek için havadan sudan konuşmalara ihtiyaç duyardı. Eminim birazdan da ay ışığına ya da gökteki yıldızlara atıfta bulunacaktı.
“Tabi gideriz.” Gülümsedim.
“Harika bir gece değil mi? Mehtap on numara.” derken ellerini cebine sokup çocuk gibi zıplamaya başlamıştı bile.
Ah! Hadi ama bari sen yapma. Bu yerimde duramıyorum demekti. Bu bir derdim var demekti. Derdinin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. Öpüşmek. İşte karşımdaki adamın da tek derdi buydu! Balıklar ve mehtap kimin umurunda!
“Gidelim ben üşüdüm.”
“Hemen mi?”
Ne oldu bu sefer karşındaki balık oltaya gelmedi mi bay avcı?
Cevap vermeden geldiğimiz yolda ilerlemeye başladım. Üç adım atmadan bana yetişti. Hızlı adımlarla ilerlemek giydiğim bu ayakkabılarla pek mümkün olmasa elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Kesin birazdan son bir gayretle yeni bir muhabbet açacaktı. Hiçbir şey beni çok az kalan yurdun önüne gitmeden önce durduramazdı. Hiçbir şey!
“Mert’e telefon numaranı verdin mi?” Aniden durduğumda hızıma yetişmek için çabalayan adam birkaç adım önümde kalmıştı.
“He?”
“Mert telefon numaranı isteyeceğini söylemişti. Ben verecektim ama seninle bir şey konuşacaktı.”
“Sana telefon numaramı isteyeceğini mi söyledi?” Bu kadarı pesti doğrusu. Bu ne mezhebi genişlik. Bu ne vurdumduymazlık. Bu ne bu işte!
“Evet kendisinin sana yaptığı ufak iyiliğe bir karşılık olarak.” Göz kırparak bana bakan adamın söylediklerinden tek kelime anlamıyordum.
“Ne iyiliği? Evet telefon numaramı aldı ama emin ol bunun iyilikle bir alakası olduğunu hiç sanmıyorum.”
“Öyle söyleme aşk bu.” Ağzım açıldı ve bir sürede kapanmadı. Karşımda duran bir erkek miydi? Evet görünüşte bir adama benziyordu. Fakat ağzından çıkan her cümle karşımdaki bir seksen boyu asfaltın dibine biraz daha sokuyordu. Artık o kadar uzun olmadığını fark ettiğim bir anda açık kalmaktan kasılan çenemi hareket ettirdim. “Böyle aşk olmaz olsun.” Tek kelimesini daha dinlemeyecektim. Bir daha ne bu adamı ne de o kumarbaz patlak gözü görmeyecektim. Evet, bunu üç bina ötede duran yurdun kapısından girdiğim an yapacaktım. Üç binayı hızla geçip demir kapıya uzandığım sırada bir el kolumu tuttu.
“Bırak beni.”
“Yapma ama Aslıhan. Hem Sevgi de Mert’i seviyor?”
İşte yine bir “Hee?” Kabalaşıyordum. Kabalaşıyor ve aynı oranda aptallaşıyordum da.
“Ne Sevgi’si?”
Erdi kolumu bırakarak ellerini çenesinde birleştirdi. “Bak bir süre önce Mert’i bir kız aradı. Kim olduğunu bilmiyorduk ve bu kız Mert’in dengesini alt üst etti. Bulmak için her yolu denedi. Hatta biliyor musun bir ara sen olduğunu bile düşünmüştük. Tamam komik ama. Sonra o kızın sizin yurtta kalan işletme birinci sınıf öğrencisi Sevgi Akman olduğunu öğrendik. Hoş zaten bizim gibi ikinci sınıf olamazdı. Kim aşkını bir yıl içinde tutardı ki?”
“Aptallar” dedim öfkeyle.
“Evet kesinlikle aptallar böyle bir şey yapar ve canım şimdi senden istediğim o kızla konuşman en azından ağzını falan ara. Hem biliyor musun siz birbirinize benziyorsunuz. Sende bir bakıma bizim ilişkimizde ilk adımı atan değil miydin? Bize bu iyiliği yapan adama bizde ufak bir iyilik yapsak?” Erdi’nin eliyle gösterdiği ufak işareti benim için ne kadar büyük bir şey demekti. Bunu karşımdaki adam bilmiyordu. Kendisine bu iyiliği yapacağım adamsa muhtemelen yan tarafta oyuna devam ediyordu. Yan tarafta, yurdun altında. Demek o yüzden hep buralardaydı. Allah’ım bu ne büyük bir aptallıktı. Erdi’nin yüzüne bakarken arkamdaki kapıyı açtım ve büyük bir gürültüyle de kapadıktan sonra arkamı soğuk demir kapıya yasladım. Başımı önce ufak ufak ardından daha sert şekilde vurmaya devam ederken ötedeki küçük yazıhanenin kapısı sese açıldı. Azarla karışık cümleler Türker Amca’nın ağzından çıkmaya başlamadan önce bağırdım.“Bıçak var mı bıçak?”
Adam yazıhaneye girip kapıyı arkasından kilitledikten sonra küçük camdan bana bakarken ben hala kafamı soğuk demire vurmakla sol yanımı söküp atmak arasında bocalamaktaydım.
Aynı gecenin ilerleyen saatlerinde telefonum iki numara tarafından hayatında görmediği bir ilgiye maruz kalmıştı. Ömrü hayatında ses çıkarmadığı kadar çalmış arada gelen mesajlarla ise dört köşe olmuştu. Sevinmiştim onun adına.
Ben hep bana ait olan eşyaların bundan memnun olup olmadığını düşünmüşümdür. Durdukları yerde kendilerini çoğu zaman para karşılığı satın alan yeni sahipleri ile çıkacakları bu yolculukta onlardan neler beklediklerini merak ederim. Onlar bizim sessiz niyetçilerimizdir. Niyetleri sonsuza kadar bizimle kalmak olsa da çoğu zaman sonları ufak bir çöp kutusu, eski bir sarraf dükkânı ya da geri dönüşüm projelerinde yer alan genç fikirli eller olur. Bu yüzden çok severim bir zamanın mucitlerinin yaptıklarını satan ikinci el dükkânları, kullanılmış kitapları, kime ait olduğu bilinmeyen kaybolmuş aile fotoğraflarını.
Eskiler güzeldir, eskiler yıpranırken ardında çokça mazi bırakır. Bana benzer eski eşyalar. Yaş aldıkça benim gibi hüzünlü birçok anı biriktirir. Ben kendimi en çok sallanan sandalyelere benzetirim, birde muhakkak birkaç sayfası uçak yapmak için koparılmış kalın ciltli kitaplara ama en çokta naylon bebeklere. Her yeri iğnelerle tutturulmuş elbiselerinin üzerindeki naylon yüzlerine keserek yapılmış zoraki bir gülümseme sunan niyetçilere…
*****
Sevgi Akman’la görüşmedim tabi. Bu benim mizacıma tersti. En azından pastadan kendime bu kadarlık bir saygı dilimi bırakmıştım. Bir de Erdi vardı tabi. Onu hayatımın sol yanına koyamayacağımı daha ilk günden beri biliyordum. Bu ilişkide artık muradına ermeliydi. Malum geceden sonra geçmek bilmeyen üç koca gün. Izdırap gibi çoğu yatakta geçen yetmiş iki saat. Yetmiş iki saatin sabahlara karşı bir süre sustuğu bir telefon ve bitmek bilmeyen kız kavgaları.
“Yeter artık Zeynep dayanamıyorum.”diye haykırdı Eren. “Sürekli emir verip kendin hiçbir iş yapmıyorsun. Tek bildiğin konuşmak, kendini övüp bizi aşağılamak.”
“Bende senden bıktım.” Yataktan kalkan Zeynep kavgayı kızıştırıcı bu hareketle üste çıktı. Bir süredir üçümüzü de bezdirdiği ortadaydı. Maddiyatın verdiği gücünü fazlasıyla kullandı.
“O yüzden mi bütün yaz boyunca beni aradın. Gel Eren ikimiz bir odaya çıkalım. Boşver kızları. Dört kişi kalınır mı? Ben en çok senle anlaşıyorum falan filan.” Ayşegül ile göz göze geldiğimde aynı anda bağırdık. “Nee!”
“Size yemin ederim gün aşırı her gün aradı. Ben size söyleyemedim ama artık bu kız burama kadar getirdi.” İlk şoktan uyanan Ayşegül oldu. “Beni de aradı” derken yatakta doğrulmuştu.
Odanın ortasında öfkeyle duran Eren bana dönünce başımla onayladım. Aynı tacizi üç ay boyunca bana da yapmıştı. Aldığı onayla öfkesinin muhatabına yöneldi.
“Sen nasıl bir insansın ya. Hiç ortaya çıkmayacağını mı düşündün? Biz utançtan birbirimizin yüzüne bakamazken sen hepimizin yüzüne nasıl güldün. Yazıklar olsun sana.”
“Asıl size yazıklar olsun. En çok ben erzak aldım, ben olmasam açtınız aç. Nankörler.”
İtiraf etmeliydim ki bende öfkemi çıkaracak bir yer arıyordum. “Biz mi dedik sana her akşam fuzuli alışverişler yap diye, biz mi istedik Zeynep, bir tencereye tav olmayan sendin. Hep daha fazlasını isteyen de sendin. Lütfen kendini kandırma.”
“Aza alışmadığımdan olsa gerek.” Zeynep’in maddiyata dayalı vuruşu tam yerine denk gelmişti.
Kimse bir daha ağzını açmadı. Üç gün boyunca devam eden sessizlik önce sofraları sonrada odaları ayırmakla son buldu. Zeynep tüm marka eşyalarını da alarak yan odaya yerleşirken biz derin bir nefes aldık. Bu derin nefes tüm sırlarımızı sadece iki gün içinde ifşa edeceğini bilsek de üçümüzün kucaklaşması ile anlam kazandı. Bir buçuk yıldır üzerimizde baskı kuran insan hatamızdan kısmen de olsa çıkmıştı.
*****
Dördüncü günün sabahında Erdi’yi üniversitenin önünde neyse ki hiçbirini tanımadığım arkadaşları ile sohbet ederken gördüm. Beni fark etmesi ile yönümü okulun kapısından çevirip sebebini bilmediğim şekilde okulun yanındaki tren istasyonuna çevirdim. Aslında sebebi kaçmak istemem olmalıydı. Kaçmak istiyordum. Buradan gitmek ve Eren’le Ayşegül haricindeki herkesi sonsuza kadar görmemek. Peşimden gelen ve bana seslenen Erdi’nin sesini işittim. Bana yetiştiğinde kendimi çoktan istasyonun içine atmıştım bile.
“Aslıhan durur musun lütfen?
“Ne var?”
“Sana söylemek istediğim bir şey var!”
“Benimde duymamaya ihtiyacım var.”
Çoğu öğrenci olan tren bekleyen insanların önünden hızla yol almaya devam ederken Erdi’nin ısrarı devam ediyordu. “Ama çok önemli Aslıhan bekle.”
Aniden dönüp yüzümü arkamdaki kalabalığa çevirdim. Erdi tuhaf tuhaf bakıp gülen insanların içinden geçip koşarak yanıma geldi.
“Rezil olduk gördün mü insanlar bize bakıp gülüyorlar.”diye haykırdım.
“Bana gülmedikleri kesin.” cevabı kendinden oldukça emin çıkmıştı. Bana mı gülüyorlardı? Ama neden? Yoksa Zeynep mi bir şey anlatmıştı. Mert’i mi anlatmıştı. Allah’ım bundan daha utanç verici bir şey olamazdı. Olabileceğini karşımdaki adam bana söylediğinde anladım.
“Pantolonun yırtılmış seni aptal!”
“Neee?” Sağıma soluma paçalarıma kadar bakıp başımı karşımda duran adama doğru kaldırdım. Kaldırdım ve anladım. Yırtık oldukça kötü bir yerdeydi. Elimdeki kitapları eline tıkıştırıp arkamı yokladım.
“Daha aşağıda hayatım kalçanın bitiminde.” Elimle söylediği yere gelince kalçamın bitiminde sol bacağımın üzerindeki derin yarığa ulaştım. Ah! yapılır mı bu benim sol yanım. Elimi kesiğin üzerinde gezdirmeye devam ederken utançtan kafamı kaldıramadım.
Erdi kendinden beklemediğim bir hareket yaptı. Herkes bize bakarken elindeki emanetleri bana uzatıp gömleğini çıkardı.
“Ne yapıyorsun sen?”
“Kalçanı kapatmak için daha iyi bir fikrin var mı?”
Yoktu. Bize böyle bakmaya devam edenlerin içinde kafam durmuştu. Karşımda üzerindeki atleti ile dikilen adam elindekini bana uzattı, işimi görmem içinse kitapları tekrar aldı. İşimi bitirdiğimde ise gülerek yüzüme baktı.
“Tamamsak şimdi derse gidelim mi?” Bana uzatılan eli tutarak beni oradan çıkarmasına izin verdim. Bunu şimdi yapamazdım. Ayrılmak istiyorum diyemezdim. En azından dersin bitimine kadar bunu yaptığı fedakârlığa karşılık bir minnet olarak sürdürmeliydim.
Okulun kapısındaki kalabalık el ele yürüyen tuhaf çifte bakarken ikiliden kısmen çıplak olanı başı dik şekilde ıslık çalmakta diğeri ise başını önüne eğmiş dudaklarını ısırmaktaydı.
*****
Aynı öğleden sonra yurdun kapısında Erdi’ye elli beşinci kez teşekkür edip gömleğini uzattım.
“Aslıhan akşam nehirin yanındaki cafede canlı müzik olacak. Bana eşlik etmek ister misin?”
Hayır demek için ağzımı açtığım sırada beni susturdu. “Eren ve Ayşegül’le birlikte tabi ki!”
Aslında bu fena olmazdı, geçenin sonunda Erdi’ye her şeyi anlatmak için bu güzel bir fırsattı. Kimseyle oynamak, kandırmak dahası yürümeyeceğini bildiğim bir şeye devam etmek saçmaydı. “Olur, biz geliriz ama sen bizi almak için gelme.”
“Anlaştık. Sekizde görüşürüz.”
Gülümseyerek arkasını dönüp uzaklaşan adamı seyrederken onu hak edecek birini bulması için yaptığım kısa dua benim son görevim olacaktı.
Akşam sekizden sonra cafenin loş ışıkları altında oturuyordum. Ayşegül yurtta kalmak istediğini söylediği için masada benimle birlikte oturan Eren’e baktım. “Erdi yine geç kaldı.”dedim. Hoş zaten ne kadar geç gelirse kendimi o kadar rahat sayacaktım. “Bir şeyler içelim mi?”diye telefonda mesajlaşan çılgın arkadaşıma sordum.
“Olur, çabuk gel ama birazdan müzik başlar.”
“Tamam” Cafenin içecek servisi yapan barına ulaştığımda önümdeki kızın siparişlerini almasını bekliyordum. Vakitten istifade içeriye göz attım. Bu sene açılan ve haftanın üç günü canlı müzik yapan bu yer öğrencilerin monoton hayatına renk katmıştı. Ne kadar da asosyaldim. Altı aydır bildiğim bu yere bir kere bile gelmemiştim. Aslında ortam hiçte fena değildi. İçeridekilerin tamamının öğrenci olması ortamda rahat bir hava sağlıyordu. Etrafı incelemem bitince yanımda siparişini bekleyen kıza baktım. Tıpkı benim gibi kahverengi saçlara, sıska bir bedene ve ufak bir yüze sahipti. Kızı incelerken yüzünü bana çevirdiğinde sol yanağındaki beni fark ettim. Hah! Ne kadar da bana benziyordu. Annem ve babam evliliklerine devam edip bana bir kız kardeş verselerdi, herhalde ortaya bu kız gibi bir şey çıkardı. Gülümsedi.
“Merhaba, servis biraz yavaş değil mi?”
Başımla evet anlamında bir hareket yaparken barın arkasında arı gibi çalışan biri kız ikisi erkek üç kişiye göz attım. Arkamızdaki sahnenin ışıkları söndüğünde bateri çalan kişi ortamı hareketlendirici bir müziğe başladı. Hemen yanındaki elektrogitar çalanda ona ayak uydurmaya başladı. Başımı şimdi bana seslenerek siparişlerimi soran kıza çevirdim.
“Ne alırsınız?”
“İki vişne suyu.” Bardaklara meyve sularını dolduran kızı seyrederken ekledim. “Hayır buz olmasın.”
“İyi akşamlar baylar bayanlar. Bu akşamki programımıza hoş geldiniz. Bu akşamın benim için çok özel bir anlamı var. Çünkü hayatımdaki o özel insanda burada.”
Bu ses tanıdıktı. Bu! Bu olamazdı. Arkamı döndüğümde elinde gitarını tutan tandık yüzle karşı karşıya geldim. Karanlıkta tam seçemesem de onu sesine bile gerek olmadan gölgesinden tanırdım. İçim acımıştı. Onu görmemek için üç gündür birlikte girmek zorunda olduğumuz tüm dersleri ekmem bile bir işe yaramıştı. O şimdi az ilerideki sahnede kanlı canlı ve oldukça heyecanlıydı. Ne demişti o? Bu gece benim için özel mi demişti?
“Sevgilime hoş geldin diyorum. Hem buraya hem de hayatıma.”
Bulunduğumuz barı sahne gibi gösteren başımızın üzerindeki tüm ışıklar yandığı anda tüm yüzler dönüp bizim tarafa baktı.
“Ne, ne var ne oluyor?” Herkes içkilerini havaya kaldırıp bizi selamlarken aptal gibi durmuş gülümsüyordum.
“Bende seni seviyorum aşkım!” Yanımda duyduğum bu sesin sahibi elini dudaklarına götürüp sahneye doğru uzun bir öpücük yolladı. Sevgilisi bu kızdı. Sevgi Akman bu kızdı. Bana benzeyen bu kız Sevgi Akman’dı. Bir tencere kaynar su başımdan aşağı döküldü.
“Vişne sularınız hazır.” Ne vişnesi? Ne suyu? Benim zaten suyum çıkmıştı.
Yanımdaki kız siparişlerini alarak yanımdan uzaklaşırken aklımda tek kalan tıpatıp aynı olduğumuzdu. Işıklar çok kararmasaydı bari. Karışmak ya da karıştırılmak… Bu kadarı bünyeme fazlaydı.
Tahmin ettiğimin aksine kimse bizi birbirimize karıştırmadı. Erdi aramıza girip bu benzerliği bir bıçak gibi ayırdı. Her şarkı bir yanımda oturan kıza geliyordu. Her nakarat onun gözlerine bakarak geçiyordu.
“Eren bir fotoğrafımızı çeker misin?” Eren kendisine bunu teklif eden Erdi’nin elindeki makineyi alırken gözleriyle bana bakıyordu. Kaşlarımla hayır dercesine hareket yaparken Erdi’nin yüzüme bakması ile kaşlarım olması gerektiği seviyeye indi. Emrivakilerden hiç hoşlanmazdım. Hele ayrılmak üzere olduğum bir adamla resim çektirmenin ne âlemi vardı. İşte bu yüzden flaş patlamadan önce başımı hızlıca sol yanıma doğru atmıştım.
On beş gün sonra İstanbul’daki odamda Erdi’nin hediyesi olan çerçevedeki tuhaf görüntüye bakıyordum. Resmin sol tarafında burnunda beni patlat diyen sivilceli bir yüz gülümserken sağ tarafta yüzünü sol yanına kapamış bir kız vardı. Bu benim ilk aşk fotoğrafımdı. Kapının açılması ile çerçeveyi yastığımın altına sakladım.
Benim hep sığınağımdı sol yanım. Bu yüzden annem yanıma oturduğunda da resimdeki görüntüden farksızdım.
İşte hep bu yüzden, Bakışları aşk kokan adamlara sızlıyor sol yanım, rüyalarda can buluyor yazdıklarım, nereye çıktığını bilmediğim gizli yollarda yürüyor adımlarım. Biliyordum işte; benim farkımdı sol yanım.
Arada bir kendini hatırlatan kalbim vardı orada. İçinde sevdiklerim, delibaş umutlarım ve sonunu güzel yazdığım yarınlarım… Bir de içten gülünce görülebilen ufak bir gamzem vardı sol yanımda. İnsanların yüzlerinden çok isimlerini hatırlatan bir sol beynim, beni yoldan çıkarmaya meyilli bir şeytan dururdu bu yanımda. Melekler bile sağımızda yer alırdı, şeytanlar hep solumuzda. Ama en önemlisi kalem tutan bir elim var sol yanımda. Hayatta hiçbir eli böyle sıkı tutamadığı kadar…
Bak öğrendim artık bende anne içimi dışımı, sağımı solumu. Hani geçen gün sormuştun ya bana yaşlı gözlerimi öperken neren acıyor kızım diye?
O gün söyleyememiştim anne.
Şimdi söylüyorum işte.
Sol yanım acıyor anne. Hem acıyor hem dizlerime sürdüğün merhemler kadar yakıyor, beni en çok sol yanım öldürüyor… Söylesene anne unutmak ne tarafta, sevmek ne tarafta, neden ilk adım atılmaz derler sol ayakla…
Hadi gel sol yanım, benim içinde saklı aşklarım, hayattaki tek sırdaşım, hem dert hem dermanım, şeker portakalım, temmuzdan tatlı haziranım, sönmeyen umut ışığım, iki kelimelik nakaratım, benim ikinci adım…
Sana en son defalarca beklediğim tren istasyonunda baktım uzun uzun. Merak ediyordum nasıl o kız olduğuna inanmıştın. Sormuş muydun ona da kollukları ve martıları. Göstermiş miydin hikâyesi olan güzel maskeli kahramanları. Bilirdim; göz görmek istediğini görürdü, kulak duymak istediğini işitirdi. Bu yüzden bende trene binerken görmek istemedim seni, işitmek istemedim arkamdan rüzgâra karışan sesini…
Bil istedim... Arkamı dönüp vedalaşmak istemedim.
*****
Haziran 2004,
Bir hikâye daha sona eriyordu. Fındık kurdu geldiği yere dönüyordu. Her zaman olduğu gibi annesinin koca ayaklı kızı olmak için gidiyordu. Benim hikâyem bitmiyordu. Kalpte umut her zaman vardı. Sabır ise biz faniler için yaratılmıştı.
İstanbul’a gitmek için hareket eden trenin kompartmanındaki bir kız çantasından ömürlük niyetçisini çıkardı. Sararmış günlüğünü ters çevirerek yazmaya başladı. Gerçek ve hayal. Ortalarda bir yere geldiğinde birbirine karışacaktı. Mutsuz biten sonlarına inat hayallerinden mutluluk akacaktı. Sol yanını tuttu biliyordu. Yazacağı romanın tek bir adı vardı. Bu artık onun diğer adıydı. Sol yanıydı. Daha başından belli olan hikâyenin iki kelimelik adını tereddüt etmeden karaladı.
Şimdi zaman “Sabır ve Umut” zamanıydı…
*Le Joueur,Uyarlama Film,1997, Yazar:Dostoyevski