- 791 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yedi Tepeli Şehir' de Yalnız Bir İnsan
Teni soğukla titreyen bir gece, aralığın koynunda hüzünlü
bakışlarıyla yatıyordu.Mahsun bedeninin titreyişi sadakati
unutulmuş dost gibi olan hislerini barındırırken, son ayın
kesif suskunluğuna koynundaki gecenin kırık yaşları
sarılıyor ve yüzü neşesi satlık eskici hatırasına
dönüyordu.
Karanlığın elzem dokusunu yoğun sis kaplarken içinden
simaları küle dönmüş yorgun ve kayıp bakışların hüzne sevk
almış görünüşleri süzülüyordu.Soluğunda rüzgar ılgıt ılgıt
esmiyor; kırık bir düş patlamasından yeni dönmüş
yıldızların ışıltıları ise naçardı.Tavırları arkadaş
canlısı olmadıklarını açıkca belli ediyor somurtkan
yüzlerine yerleşmeye çalışan gülüşler ise defedilmekten
kurtulamıyordu.
Sessiz fısıltılar sokakları haraca bağlamış,hoş beş etmeye
çalışan birkaç narin ve zarif patilere bile geçit
vermiyordu.Sokakların halefi sisin ellerinde soğuk kamçılar
aralığın koynundan koparılmış gecenin tenini amansızca
yakıyor ve onun boğuk boğuk uğultular koyvermesine neden
oluyordu.
Ay çoktan şavkını yüklenmiş hızla kaçıyordu...
Kayıp bir şehrin dalgalarında in cin bile yoktu gönlünü
eğlendiren.
Karanlık, somurtkan çocuk misali küsmüş ve anılarına dair
sesler kaçırılmış, bir bilinmeze hapsedilmişti.Aman
vermeyen çığlıkları kara mavi saçlarının hırçın ama
çaresizce salınışına yoldaş olmak zorunda kalıyordu.
Zamanın küfesinin içi hüzün doluydu...
Yedi Tepeli Şehrin bir tepesinde yalnız bir insan oturuyor
ve dudaklarından; bir kısmı dudaklarına sırnaşırken bir
kısmı da karanlığa kapılıp giderken içindeki karamsarlığı
yüklenmiş duman o tepelerin birinden süzülüyordu.Çorak
topraklar üzerindeki bu tepe;yalnızlığının kırılgan
izlerine ev sahipliği yaparken terkedilmiş şehrin yedi
tepesinden aynı anda çıkan soluk insanın her nefesine aynı
hüsranları umutsuzlukla beraber servis ediyordu...
Şehrin semalarında martılar birbiriyle şakalaşan kafadarlar
gibiyken yaşam başkaydı.Bu narin kuşlar kanatlarına zerafet
timsali güneşin kreasyonlarını giyip şehrin caddeleri
içinde neşeli sesleri barındıran taşkın su gibi olurken;
insanlar sahte tavırlarıyla gülümsemelerini satılığa
çıkarmaz,içten ve samimi bakışlarıyla birbirlerine umut
ikram ederlerdi.İnsanların bir çoğunun gözlerinin içinden
akan ışıltılar, yoğunluğu umutsuzlukla dolu diğerlerinin
bakışlarına,kapsadığı mutluluk karışımını salıp vagonları
hayaller yüklü gelecek günlere bilet almalarını sağlama
yolunda ilerlemelerine destek olurdu.Bu sayede hayata
küskün insanlar mutlu insanların açtığı bu yolda seyahat
ederdi.
Kız Kulesi pırlanta işlemeli ışıltılarını denize salar ve
mavi elbise sular bu pırıltıları desen desen kumaşına
alırdı...
Sisin içine, hüzünlü bakışları dalıp gitmiş yalnız insanın
yüzünden geçti tavus kuşları gibi renkli İstanbul.
İnsanın anılara bürünmüş ellerinde geçmişin yıkık
heceleriyle dolu bir mektup vardı...
Yoğun sis köreltici bakışlarıyla amansız muhafızlığına
devam ediyordu...
İnsanın anılara bürünmüş parmaklarının arasında geçmişin
yıkık heceleriyle bezenmiş; bağrındaki cümleler
buruşuk,satırları ise kırışıklarla dolu olan bir mektup
arzı endam ediyordu.Bütünlüğü ele alındığında; anlamında
acılar gözyaşına sarılırken kelimeler çığlık çığlığa
figanıyla beraber ağlıyordu.
Kulakları yırtan feryatlar sallanıyordu zamanın
salıncağında...
Ümitleri bedbaht olmuş insanın gözleriyse bununla aynı
oranda çakmak çakmak;yüzü boyası dökülmüş duvarı andırırken
çatlaklarında sancıları saklı olup kırıkların içini de neşe
aldatmacaları zaptetmişti.Yanakları çorak toprak misali
çöken,dudakları kurumuşluğundan çatlayan,gözlerinde yaş
namına bir şey kalmayan yalnızın bakışları sisi dağıtmak
istercesine uzak ufukları tararken onun verdiği
umutsuzluğun karşı koymasıyla yeniliyordu.
Şehirde ne gelen vardı ne de giden...
Başucunda tıslayan zemheri yalnızlığı ruhuna ıstırap
dalgaları dikerken bununla beraber sisin içinden yanmış
ağaçların boğuk çığlıkları karamsarlığına yeni yapılar
ekliyordu.
Çürümüş manzarada yok olmuş ağaçların
dallarının,yaparaklarının külleşmiş mezarlarından gelen
rahatsız edici kokular şehrin tepelerini kıskacına almış
boğuyordu adeta.
Deniz,cennetten arsa satan papazlar gibi cehennem
çukurlarını pazarlamıştı yılışık savaşa.Ayaz bakışlarından
alev yağdırmıştı insanlığın üzerine.Halbuki bir zamanlar
mutluluğun harelerine gebe güneşin kollarına bırakırken
kendisini,sahillerine de sıcacık buseler konardı.Gizli
gizli bakışlar kumda oynaşır bırakılan izlerin doğasında da
umutlu gelecek varken yaşam zevkli hayaller otelinde dört
köşeydi.
Güneşli günler, yakışıklı yüzünü Marmara’ya gösterir baştan
çıkarıcı öpücüklerini de martılar takınır sesleriyle şehre
dağıtırdı.Güneşin sıcacık elleri Yedi Tepeli Şehrin narin
tenine dokunurken diğer kentler kıskanmaktan kendini
alamazdı.
Sevgililer kolkola tıpkı umut ve neşe tadında heyecandan
doğan öpücük furyası her daimdi.
Geçen günler şımarık çocuklardan farksız ukala ukala
dolaşırken zamanın koridorlarında;ellerinde pembe pembe
pamuk şekerleri,dillerinde pare pare kağıt
helvaları,bileklerinde uçan balonları... Gelecekte oraya
istemeden de olsa kanlı ayak izlerini bırakmaktan başka
çareleri kalmayacaktı.
Yaşam hiç yaşlanmayacağını düşünen bazı kendini beğenmişler
gibi dudakları kıpkırmızı ve narin,gözleri ışıl ışıl;
üstüne kesimi cafcaflı ve simli şiirsel bir elbise
İstanbul’u giyinmiş,düğmeleri masmavi denizden ve kemeri
köprülerden işlemeli... Zaman kımıl kımıl yerinde
duramazken,yardımcılarının getirisi düşler şırıl şırıl
adımlarına akarken yürüyüş yolu cıvıl cıvıldı.Hiç
somurtmayacakmış gibi insanlığa gülücükler armağan ederken
sanki arzuları hiç kanamayacaktı.
Ölüm yaşamdan izole edilmiş insanlığın dışına
postalanmıştı.
Bir kez daha yalnız insanın ruhundan geçti bir sülün
edasında İstanbul.
Huzursuz tavırlar sergilemeye devam eden sis, kangren olmuş
umutsuzluğuna korku verici bir sargı olmuştu.Hüsranla
sarmalanmış,anılarının deposundan yükletip düşüncelerine
aldığı bir sigara daha yakıp nefesinin eşliğinde görünüşü
alçak ve kaypak ülke liderlerinin bir çoğuına benzeyen onun
yüzüne savurdu.
Acıları hazan mevsiminden hiç çıkmazken sancıları da
kimsesiz kalıntıların dostluğunda bu havayı
soluyordu.Kalbinde güller kavrulmuş ve külleri ruhuna
savrulmuştu.Umutsuzluğu,saldırıları süre tanımayan ve işgal
ettikleri ülkeyi özgürleştirdiğini sananlar gibi
bağışıklığını harabeye döndüren virüsü kendinden mamul bir
hastalıktı.
Ruhu mutsuz ağaçlarla çevrili örselenmiş orman olup onların
dalları hezeyanla yetişirken yaprakları karamsarlıkla
düşüyor ve derileri kurumuş üzerlerini uğursuz böcekler
kaplıyordu.Güneş görmez yaprakları yeşerirken de sararırken
de aynı havanda su dövüyordu.Buhranlara bakan yolunda
ağaçlar sıra sıra dizilmiş kökleri çalı çırpı misali küçük
keçi yollarını istila etmişti.
Bir zamanlar şırıl şırıl arzuları kıpır kıpır nehrine gürül
gürül çağlar pür neşe dökülürdü.Güneş gülümserken
gülücüklerinde de gelecek ışıltıları yüklüydü.Mutlulukla
örülmüş dağlarına gölgeleri düşerken umut sahillerinin
koynunda denizin dalgaları halinden memnun sereserpe
uzanmış yatarken hınzır bakışları kumlarda kendine yer
edinirdi.Kızıllık, bunlarla öpüşmekten kendini alamaz karşı
koyamadığı meltemin kokusunu tenine sürünürdü.Benliğini bu
aşkın fısıltıları sarıyor yarınlara da bülbül tadında
şakımalarını lütfediyordu.
Dalgalar sahile içinde aşk gemileri yüzen deniz kabukları
bırakırken büyülü bir martı süzülüyor ve bunların
güvertesinde keyfine keyif katıyordu.Gökyüzü, aşkına
resmedilmiş güzelliği gökkuşağından yeryüzüne
akıyordu.Tayfın çemberinde sevdiğinin gözleri merkezinde de
saçlarına düştükçe enfes bir görüntü sunan günbatımı
dokunuyorken rahiyası ise en nadide çiçekti tıpkı Dünya’nın
İnci’si İstanbul gibi.
Beklenmedik bir anda kuruyacağını nerden bilebilirdi.
Gökyüzünün plesantasında bir şey kımıldıyor yakın zamana
kadar hareketsiz kalan insanlık kürtaj bekliyordu ancak
bazı kendini bilmez ve ukala ülkelerin dünya çapında
gerginliği getiren ameliyatıyla gün geldi kara bulutların
tekelinde fırtınayı doğurdu.İnsanlık bu bebeğin doğmasını
engelleyemezken ağlamaları yeryüzüne bombalar yağdırmış ve
ilk önce kan demiş ardından da toplu ölümleri diline
yerleştirmişti.
Bebeğin çığlıkları yalnız insanlığın dalgalarını talan
etmiş martıların kanatlarını kumlara gömmüştü.
Ruhunu ıssız adaya döndürmüş ne gemi geliyordu oraya ne de
giden. Yarınları da kapana kısmış ve kendisini dökük
kulübesine kapatmıştı. Sürgün yolunda adımları, acımasız
savaşın zerk ettiği korkusundan tahta köprüleri çürümüş
ümitlerini taşıyamıyor ve hüsranları uçurumu büyültüyordu.
Ruhundaki gökyüzü en zifirinden kararmıştı. Bebek, zaman
ilerledikçe büyüyordu. Gün geçtikçe gelişen bu zararlı
veledin tokadı kulübesini yakıp kavurmuş ve onu alev alev
meşalelere döndürmüştü. Bunu, bazıları karanlığa giden
yolda ilerlerken kullanıp ormanını kıraç topraklara gebe
bıraktı. İnsanlığın yaşam haritasında kalın çizgileri içten
dışa silikleşirken ölçekte umutlar büyük gösterse de
küçücüktü yüzölçümleri.
Çarpık çurpuk ellerinde mektup titredi. Parmakları artık
tutmuyor tırnakları acısından sökülmüştü.
Mektubun satırları kandan kararmıştı. Ne kadar uğraşsa da
ne kadar çabalasa da buruşturmak adına aklından mayınları
satırları çıkmıyordu. Yüzölçümü büyültülmüş sınırlarında
gözyaşı toprakları arsız velet savaşın yılışık gülüşleriyle
artıyordu. Sevgi tohumları karartılmış başak verse de
anlamı yoktu.
Senaryosu yazılmış oyun gibiydi sınırları genişleyen
salonda savaş. Utanmaz veledin direktifleriyle bezenmiş
replikleri seslendiren zalim aktörler sahneyi talan
ediyorlardı.
Adı belli yönetmenlerin ellerinde kalemin bıraktığı izler
duygusuzdu. Dekoru ırksal nefretlerden, kinden ve acıdan,
gözyaşından örülmüş sahneyi yönetenler düşünceleri boğulmuş
akıl zerrecikleriydi. Saçlarında kemikler bulunan oynak
dansözler gibi kıvırırken dilleriyse kokuşmuşluklarını tüm
dünyaya kusuyordu. Tarihin dükkanında bu oynaklardan bolca
olup raflarda hiç tozlanmıyorlardı zira yüzü benzer
nefretin estetiğiyle değiştirilmiş yenileri geliyordu.
Küflü beyinlerinde katliam yüklü söylemleri buran buram
çürümüşlük kokan ağızlarından salya misali akıyordu.
Savaş kimliksiz bir garabetti. Ahlaksız bir insan gibi kim
isterse kendini ona sunuyordu. Kendini pazarlayan bu
melanetin hangi ülkeye bedenini ikram ettiği onun için
önemli değildi. O, çürümüş baştan çıkarıcılığıyla kanlı
zevklerini insanlığın üzerinden tatmin ediyordu. Barış ise
masum ve namusluydu. Herhangi bir ülke onun yakınına
yaklaşmaya yanaşmıyordu çünkü hükmetme güdülerini tatmin
edemeyeceklerini biliyorlardı. Bütün çekiciliğiyle savaş
kanlı zevklerinin üzerine feryat figanı giyiyor, kendini
pazarladığı ülkelerle arsızca arzı endam edip barış
yanlıların ve insanlığın gözyaşlarını yakıp kavuruyordu.
Suflörlerin ağzında barış içeren sözler ıslanırken yaşam
değersiz sorunlarla yoluna devam etmekteydi. Sanılmayan
asılsız dedikodulardı ancak gündönümünde olanlar olmuştu.
Güneşli günleri karartan zamanların ayak sesleri sessiz
sessiz geliyordu ancak insanlar pembe kanatları daha
revaçta olan peynir gemileriyle mutluydu. Küçük gözlerin
hapsinde sanılmayan daha yakınmış sanılandan. Kırık dökük
dolaplarda vahşet kolilerce zamanın dükkanındaydı. İnsanlar
için aynaya bakmak daha iyiydi. Madalyonun iki yüzü
olmasına rağmen bir yüzü görülüyor diğeri unutuluyordu ki
bu madalyonu çevirenler ortaya çıktı.
Savaş, teknolojik ve ekonomik bakımdan gelişmiş zengin
ülkelerin başı çektiği bir konvoydu. İlerledikçe uzuyor ve
bunların arkalarına diğerleri takılıyordu. Öndekilerin
bıraktıkları vahşet yönünden zengin olan kanlı izlere
arkadakilerde basıyordu. Konvoy yürüdükçe öndekilerin
bazıları arkalara doğru kayıp katliamın boyutunu artıyor ve
çoğaltıyordu. Sırada bulunanların adımlarının bıraktığı
kanlı ve gözyaşı dolu izlere diğerlerinin izleri de
karışıyordu.
Beynine kazınmış harfler mektup yırtılsa da fark etmiyordu.
Mektubu yaralı ellerine alıp parça parça etti hazin
kelimeleri.
Feryat yanıkları mahkemeden gelen celp gibiydi. İcabet
etmeyenlerin üzerine uğursuz bir günde ulaşmıştı.
İnsanlığın tepesindeki yargıçlar balyoz misali indiler.
Savcılar dünyayı suçlu bulmuş bomba misali üşüşmüşlerdi.
Dünyanın kalemi kırılmıştı bir kere geri dönüşümü olmayan
bir durumdu bu. Yaşam, onu kıranların gözetiminde hapisken
barış devamlı taşlara takılıyor ve tökezliyordu. Yalpalaya
yalpalaya giden adımlarına bir tekme yeterdi. Bu görevi
gündönümünde üstlenenler oldu. Kara bulutlar tekelinde
satıhlar amansızca kavrulurken feryat figan ülkeden ülkeye
savrulurken ’sığınaklara gidin’ sirenleri insanlığı
kurtarmak adına yeterli olmuyordu.
Mektubun yırtık parçaları tıpkı yarınların düşüşü gibi
tepeden aşağıya sisin gölgesinde süzüldü.
Sis, tüm şehri bir diktatör gibi demir yumruklarına almış
harabeye dönmüş toprakları parça parça etmişçesine alaycı
alaycı sırıtıyordu.
Geçmiş neleri gizliyordu? Bunların izleri geleceği giyiyor
muydu?
Gelecek adı konulamayan mezarken geçmiş adı konulan mezar
taşıydı. İnsanların cesetleri topraklar üzerindeki matem
çukurlarında yığın yığındı.
Dünyanın İnci’ si kederliydi. Yalnız insan misali kolları
kırılmış, ayakları köprüleri gibi tutmazken saçları kan
kırmızısına dönüyor gözlerinden ölüm pınarları akıyordu.
Teni, acıdan açılmış mezarlarla doluydu.
Sivrisinek gibi olan vızıltılar, iki aşık kol kolayken,
güle oynaya koşarken bir ağacın arkasında ateş kusan
canavarlar gibi bomba yüklü uçakların gürültüsüne dönmüştü.
Dünya darağacındayken ipleri takanlar takılanlardı.
Yargıçlar kalemi kırmıştı bir kere son isteğine gerek
kalmamıştı.
Tarih neyi saklıyordu içinde? Geleceğe ışık tutuyor muydu?
Tekerrürden ibarettir derler ettirenler kimlerdi?
Savaş, içi feryat dolu bir kuyuydu ve buraya çıkrığı
koyanlar barış ağzıyla çığırtkanlık yapanlardı.
Geçmişe sırt dönmek geleceğe eyvallah demek mi? Kabusun
tohumları geçmişte mi? Adımlar nereye gidiyor; gökyüzünde
uçaklar, yeryüzünde tanklar Görünmeyen nükleer silahlar
Hepsi bir kabustu aslında, hiç olmayacak kahve falları.
İstanbul, uyandı kötü rüyasından sevgiyle adımladı.
Gelecek kuru boya kalemleri gibi renk renk. Geçmişinle
düzle düzle çiz hayatın sayfalarını Kalemin izleri
pastelse.
Aralık 2009
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.