Tanrı Dağı
"Fenrir Üniversitesinin bilim adamları son çalıştıkları proje üzerine bir basın açıklaması düzenlediler. Bu proje kapsamında laboratuvar ortamında hazırlamış oldukları uçucu bir gaz sayesinde günden güne tehlikeye giren atmosferdeki oksijen oranı dengelenecek ve çift güneşin dünyamıza vermiş olduğu radyoaktif etkiler minimuma indirilecek. Projenin başındaki isim Profesör Kron henüz projenin test aşamasında olduğunu, üzerinde çalıştıklarını, yeterince kapsamlı deneyden sonra meclisin ve bakanların da onayıyla projeyi devreye sokacaklarını belirtti. Umuyoruz ki bu proje ile günden güne mahvettiğimiz gezegenimiz için bir umut ışığı doğar."
...
15 Yıl Sonra..
-Hey Kherm! Bugünkü basın toplantısına ne zaman gitmeyi düşünüyorsun?
-Hemen çıkıyorum patron. Kıyafetlerimi kontrol ediyorum.
Kıyafetlerimi tekrar tekrar kontrol etmem gerekiyordu. Çünkü neredeyse on yıldır gezegendeki radyoaktivite seviyesi tehlikeli oranlardaydı. On yıl kadar önce gezegen için umut olarak görülen Kaos Projesi umulduğu gibi çıkmamış ve oksijen seviyesi düşmeye devam etmişti. Bunun yanı sıra havaya salınan gaz gezegenimizin koruyucu kalkanı olan bir tabakayı yok etmişti ve güneşler artık tam anlamıyla yeryüzünü ve üzerindekileri kızartıyordu. İnsanlar artık koruyucu kıyafetler giymek zorundaydı ve yaşam alanları radyasyona karşı yalıtılmıştı. Bugün ise projeye öncülük eden bilim adamları bir basın toplantısı düzenleyeceklerdi. Bu projeye onay veren hükümet çoktan istifa etmişti. Ancak bilimadamları hala mevcut durumun geçici olduğunu savunuyorlardı. Kanımca bugün yenilgiyi kabul edeceklerdi.
Toplantının yapılacağı salonun önünde halk gösteri yapıyordu. Bu duruma sebep olanların cezalandırılması gerektiği ve projeden vazgeçilmesi hakkında pankartlar taşıyorlar ve slogan atıyorlardı. Salon tıklım tıklım gazeteciyle doluydu. Herkes artık bilim adamlarının yenilgiyi kabul edeceğini tahmin ediyor ve bununla ilgili yeni bir proje duyuracaklarını düşünüyorlardı. Tabii yine bu konuyla ilgili yeni ödenek talepleri olacak ve yeni imkanlar isteyeceklerdi. Önce Profesör Kron çıktı kürsüye, arkasındaki bölüme de sıra sıra diğer profesörler geldi. Bir anda konuşmalar ve uğultu kesildi. Profesör uzunca bir süre kalabalığı izledi. Endişeli görünüyordu. Sanki lafa nasıl gireceğini bilemezmişçesine çaresizce etrafına bakınıyordu. Arka taraftan Profesör Gaia gelerek, Kron’un kulağına birşeyler fısıldadı ve Kron kafasını eğerek arka tarafa oturdu. Profesör Gaia hala projeyi duyurdukları günkü kadar alımlıydı. Kırk küsür yaşında olmasına rağmen güzelliğinden birşey kaybetmemişti. O da önce duraklayarak kafasında nasıl başlayacağını düşündü ve sonra konuşmaya başladı:
-Evet arkadaşlar, sizi buraya toplama sebebimiz, on beş yıl önce bir hayalle başlayan ve büyük umutlar yüklediğimiz Kaos projesinin ... fiyaskoyla sonuçlandığını ... duyurmaktan ... duyurmak için sizi buraya topladık.
Bir gazeteci söz almadan ayağa fırladı:
-Sonunda kabul ediyorsunuz yani Sayın Profesör, peki yeni bir projeniz mi var yoksa yargılanarak hesap mı vereceksiniz?
-Aslında bunların artık bir önemi yok diye düşünüyorum. Yine de bize verecek bir cezanız varsa seve seve kabul ederiz. Yani ben ... kendi adıma böyle düşünüyorum.
Kalabalıkta yoğun bir uğultu oluştu, arkası arkasına sorular gelmeye başladı. Az önce ayağa fırlayan gazeteci tekrar bağırdı:
-Nasıl yani bizi bu durumdan kurtaracak bir projeniz yok mu? Yani hep bu kıyafetlere, izole ortamlara mı mahkum kalacağız?
-Aslında sevgili dostum, bir süre sonra ne bu kıyafetlere ne de başka bir şeye ihtiyacımız kalmayacak. Bir sene ya da daha az bir süre içinde gezegenimizde artık oksijen kalmayacak. Bu durumu yaklaşık beş sene önce farkettik. Havaya saldığımız Hyper gazı beklemediğimiz bir şekilde değişim gösterdi ve baştan olumlu başlayan süreç tersine döndü. Beş senedir bu gaz gezegenimizdeki oksijeni yakıyor ve kullanılamaz hale getiriyor. Ayrıca bu gaz güneşin sıcaklığının 50 ila 100 kat fazla hissedilmesine ve radyoaktif dalgalara yeryüzünün direk maruz kalmasına neden oluyor. Yani diyeceğimiz o ki, Kaos’la kıyameti getirmiş olduk. Şu an için tüm çabalarımız boşa çıktı ve artık hiç bir önlemimiz yok. Bizi affedin diyeceğim ama imkansız olduğunu biliyorum. Sadece bütün bunları ulvi bir amaç uğruna yaptığımızı bilin ve bizi cezalandırırken bunları göz önünde bulundurun.
TÜm salon şok halindeydi. Buz gibi bir hava esiyordu. O sorularıyla herkesi sıkıştıran, politikacıları bezdiren cevval gazetecilerden bile çıt çıkmıyordu. Soracak bir şey kalmamıştı. Benim, ailemin, bu salonun, gazetecilerin, bilim adamlarının, yeryüzünün, herşeyin bir yıldan daha az bir ömrü kalmıştı. Soracağım sorunun cevabını az çok tahmin ederek sordum:
-Peki yeraltında sığınaklar inşa edemezmiyiz? Yahut başka gezegenlere olan araştırmalarımızı yoğunlaştıramazmıyız? Bir kaç ay önce süper teleskoplarımız birkaç ışık yılı uzakta daha önce gözden kaçırdıkları bir gezegen farketmişlerdi. Burada hayat olabileceği ihtimallerinden söz ediyorlardı. Bunlar bir çözüm yolu olamaz mı?
-Bilemiyorum arkadaşım, yeraltındaki sığınaklar belki bir süre idare eder ama bunları yapmak çok uzun ve külfetli işler. Başka gezegene gelince daha ışık hızına ulaşan ufacık bir aracımız bile yok. Anca laboratuvar ortamında. Yine de belki bir umut vardır.
...
7 Ay Sonra..
Bilimadamları gezegenin ölüm fermanını ilan ettikten sonra büyük bir karmaşa yaşandı. Sosyal düzen bozuldu ve bir çok şehir karıştı. Kanunsuzluk artmış, atmosferdeki değişimden dolayı hastalıklar ve ölümler başlamıştı. Projenin başında Profesör Kron yedi ay önceki toplantıdan kısa bir süre sonra evinde intihar etti. Diğer bilim adamları da mevcut karışıklık içerisinde faili meçhul şekilde öldürüldüler. Ki bu onların büyük ihtimalle bekledikleri bir sondu. Daha önceleri ümit anlamına gelen "Kaos" artık şu an ki durumumuzu ifade ediyordu. Tüm bu olanların yanı sıra büyük şirketler zenginler için yeraltında yaşam alanları oluşturmaya çalışıyordu. Aynı zamanda devlet de benim bahsetmiş olduğum uzay araştırmalarını hızlandırdı ve gezegenler arası bir uzay aracı tasarlamaya başladı. Ulaşılabilen tüm bilimadamları çağırılmış, hepsi bu konu üzerinde çalışıyordu. Uzun bir süre dışarıya tek bir bilgi sızdırılmadı. Yönetimden umudu kesen halk oksijenin bol olduğu ormanlara, dağlara kaçıyor, herkes kendi çapında bir kurtuluş yolu arıyordu.
Bir süre sonra "Uzay Araştırmaları Merkezi" uzun süren çalışmalar sonucu bir araç yapabildiklerini, test yapmaya vakit olmadığından küçük testlerle geçiştirdiklerini, sadece 50 kişilik bir araç üretebildiklerini, uzun ömürlü bir enerji kaynağının olduğunu ve ışık hızının 33 katına çıkabildiğini duyurdular. Böylelikle bir süre önce farkedilen, yaşam olma ihtimali olan gezegene bu araçla birkaç haftada gidilebilirdi. Belki de bir kaç ay. Sonuçta gidecek olan ekip başarıya ulaşırsa kısa sürede haber verip başka araçların yapımına ön ayak olabilir yahut en azından dönüp bir kaç grup insanı daha götürebilirdi. Ancak ilk sefer için gönüllü gerekiyordu. Sadece iki kişi gönüllü olmuştu. Eski bir astronot olan Albay Zio ve kızı yüzbaşı Aden. Bundan sonrakileri yetkililer mecburen kendileri belirlediler. Yardımcı pilot olarak deniz kuvvetlerinden Hava Binbaşı Bosid’i, istihbarat subayı Kira ve Prodi’yi görevlendirdiler. Ayrıca Eris adında bir strateji uzmanı, Apolo adında bir din adamı, Ritem adında yetenekli bir öğretmen, Hefa adında tanınmış bir mühendis, Deon adında ünlü bir aşçı ve fikri ortaya atan gazeteci Kherm, yani ben zorunlu olarak bu görev için görevlendirildik. Geri kalan 39 yolcu yakın çevreden kurayla seçildi ve her iki seçeneğin de ölüm olduğunu bildiğimizden hiçbirimiz itiraz etmedik. Aksine benim içimde az da olsa bir umut vardı. Eğer aracımız bizi yarı yolda bırakmazsa gideceğimiz yerde yeni bir yuva bulabileceğimize inanıyordum.
Bir hafta sonra tüm mürettebat ve yolcu hazırlanmış bizi yeni dünyaya götürecek araca binmek üzere üsse doğru yola çıkmıştık. Üsse vardığımızda büyük bir kalabalığın bizi beklemekte olduğunu gördük. Kalabalığın arasından dualarla, tebriklerle, alkışlarla geçtik ve bizi kaderimize taşıyacak olan araca bindik. Biz içerideyken arkamızdan elleri kelepçeli bir mahkum getirdiler. Hepimiz şaşırmıştık. Bu Khadis’ti, ülkenin belki de en zeki insanı. Ama bu zekasını kötülüğe kullanmış, illegal bir oluşum kurmuş devlete karşı çalışmıştı. Son 10 yıldır kilit altındaydı. Ancak yetkililer zekasını medeniyetin kurtarılmasında kullanmasını istemiş, o da hiç tereddütsüz kabul etmişti. Aramıza bir suçluyu koymuşlardı. Albay bu duruma itiraz etse de, sonunda onun zekasının bu zorlu yolculuk sonrasında bize yardımcı olacağını kabul ederek Khadis’in kulağına eğildi:
-Tek bir yanlışını görürsem, oracıkta kafanı uçururum!!
Khadis ise bu tehdide sadece pis bir sırıtmayla karşılık verdi.
...
9 Hafta sonra..
Sistemde koordinatları girilen bölgeye ulaştığımızda, sistem otomatik olarak haftalardır uyuduğumuz kabinlerin kapaklarını açtı ve devamlı olarak aniden kalkmamamızı, ağır hareketlerle doğrulmamızı, önce bacaklarımıza masaj yaptıktan sonra ayağa kalkmaya çalışmamızı tekrarlıyordu. Albay Zio hariç hepimiz kusmaya başladık. Uzun süredir damardan beslendiğimizden vücut reaksiyon gösteriyordu. Pilotlar konumumuzu incelediklerinde varacağımız bölgeye daha varmamış olduğumuzu farkettiler. Ancak normal hızla bir kaç günde varılabilecek bir mesafedeydi. Geri dönme ihtimaline binaen Albay ışık hızına tekrar çıkmamamızı istedi. Olaysız bir kaç günden sonra hedefteki gezegen soluk mavi bir biçimde göründü. Hepimiz heyecanlanmıştık. Hızımızı düşürerek yaklaştık ve bir süre sonra kendimizi yer çekimine bıraktık. Sistemimiz yer şekillerini üç boyutlu olarak ekrana döktü. Albay iniş için uygun bir yer arıyordu. Kalın bir bulut tabakası vardı ve büyük ihtimal aşağıda yağmur yağıyordu. Bulutların içine girip yağmur damlalarını gördüğümüzde sevinçten havalara uçtuk. Bir anda tüm gemi sevinç çığlıkları, kahkahalar atmaya başladı. Ancak bu durum çok kısa sürdü. Buluttaki yüklü elektrik, aracımızın tüm manyetik sistemini bozdu ve boşlukta düşmeye başladık. Bu kadar uzaklara sağ salim gelip hedefe ulaşmaya az kala burada ölecektik. Tüm gemi bir anda sessizliğe gömüldü. Hızla bir dağa yaklaşıyorduk. Albay soğukkanlılıkla olan biteni izliyordu. Bir an korkudan donmuş olabileceğini düşündüm ama az sonra yanıldığımı anladım. Albay ani bir hareketle sistemi kapattı ve tekrar açtı. Acil durum modunda çalışan sistemi manuel olarak kullanıma geçti ve yandan ve arkadan kanatları açarak süzülmeye çalıştı. Her ne kadar çakılmamızı önlese de bu hareket, çarpmayı önleyemedi ve büyük bir gürültüyle dağın zirvesinde çarptık.
...
Ne kadar olduğunu kestiremediğim bir süre sonra uyandığımda başımda güzeller güzeli subay Prodi vardı. Yanağımı hafifçe tokatlıyordu:
-Uyan hadi, kalk bir şeyin yok, kalk da bak şu manzaraya.
Güçlükle ayağa kalktım. Oldukça yüksek bir dağın zirvesindeydik ve yemyeşil vadiler, tepeler, ormanlar, pırıl pırıl göller ayaklarımızın altında uzanıyordu. Daha ilerlerde deniz görünüyordu ve eşsiz bir manzara vardı. Sonra Albay’ı farkettim. Öfkeli bir şekilde kendi kendine mırıldanıyordu. Prodi’ye ne olduğunu sordum:
-Çarpışmada otuz kadar ölü var. Ayrıca sistemlerin hiçbiri çalışmıyor. Ne iletişim kurabilecek ne de geri dönebilecek imkanımız artık yok.
-Nasıl yani, tüm dünyanın umut bağladığı seyahatimiz başarısızlıkla mı sonuçlanacak?
-Kısmen, geride kalanlar için yolun sonu, bizim içinse yeni bir başlangıç olacak gibi görünüyor. Bu arada Khadis kayıp. Onu bağlı tutan kelepçelerden kurtulup kaçmış. Giderken yanına bir kaç tane de silah almış.
-İşte bu da bizim için kötü. Şimdi bu bomboş dünyada karşımızda azılı bir mahkum var.
Bunu der demez yamacın aşağılarından gürültüler duyduk. Dürbünlerimizle kontrol ettiğimizde bunun kalabalık bir insan grubu olduğunu farkettik. Koşarak ve bağırarak üstümüze geliyorlardı. Bu durum bizi oldukça ürküttü. Albay hepimize birer lazer silahı verdi her şeye hazırlıklı olmamızı tembihledi.
Grup yanımıza ulaştığında gördüğümüz manzara bizi çok şaşırttı. Bu insanlar aşırı derecede ilkellerdi. Yarı çıplaktılar ve ellerinde tahta savaş gereçleri vardı. İyice yaklaştıklarında silahlarımız onlara doğrulttuk ve Albay durmalarını emretti. Ben de bir yandan elimle durmalarını işaret ediyordum ancak onlar buna hiç aldırmıyorlar, koşmaya devam ediyorlardı. Artık başka çaresi kalmadığına kanaat getiren Albay öndeki bir iki tanesini hakladı. Bu olay onları çılgına çevirdi. Bir kısmı yere kapanıp tapınmaya başladı, bir kaç tanesi de delice hareketler yaptıktan sonra korkudan öldü. Onları durdurmayı ve korkutmayı başarmıştık.
...
Bizi yerleşim yerlerine kadar boyunlarını eğerek götürdüler. Dilleri aşırı derece ilkel olduğundan söylediklerimizi telaffuz edemiyorlar, sadece basitçe tekrarını yapıyorlardı. Bir kısmı mağara, bir kısmı da dallardan yapılma ilkel bir köye geldiğimizde çırılçıplak kadın ve çocuklar bizi karşıladı. Liderlerinin emriyle bize yiyecek ve içecek getirdiler. Bir yandan hizmet ederken, bir yandan da garip şarkılar söyleyerek tapınmaya devam ediyorlardı. Albay bizi bir araya topladı ve kısa bir konuşma yaptı:
-Artık geride kalanlar için bir şey yapamayız. Artık enerjimizi bu dünya için sarfetmeliyiz. Bu insanlara medeniyeti öğretmeli, doğru yolu göstermeliyiz. Umarım tıpkı bizim dünyamız gibi burasının da sonunu getirmeyiz. Şu anda bizi tanrı olarak görüyorlar. Bunu kullanarak nüfuzumu artırmalı ve buraları çabucak yaşanır hale getirmeliyiz. Bundan sonra birbirimizden habersiz hiçbir şey yapmıyoruz ve devamlı birbirimize danışıyoruz. Kendimize uygun bir yer bulana kadar da dağdaki gemimizde konaklayacağız. Anlaşıldı mı?
Bunları söyledikten sonra yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve başparmağıyla kendisini göstererek "Ziooo" diye bağırdı. Ardından kalabalık tarafından yarım yamalak telaffuzlarıyla isim güçlü bir şekilde vadide yankılandı:
-"ZEUS, ZEUS, ZEUS!!!!"
YORUMLAR
Düşünce gelişti önce sonra bilim ve keşfettikçe ve ürettikçe kendimizi tanrıyla boy ölçüşebilecek bir düzeyde görmeye başladık.Kendi çıkarlarımız için dünyanın genetiğiyle oynadık ve bir gün dünya tarafından atık muamelesi görünce zorumuza gitti bu durum.Yinede çok zeki olduğumuz ve yaşamıda sevdiğimiz için alternatif yaşam alanlarını keşfe çıktık.İllaki bir dünya bulacaktık bizi kabul edecek ama dünyada ama uzayda.Dünyanın geleceğinin tahmin edilen küresel felaketi üzerine ve tarihten aldığımız derslerle belki bir nuhun gemisiyle değilde şimdiki zamanın gelişmiş gemileriyle, ulaşım araçlarıyla yapacaktık bu yolculuğu ama ilginç olan bu yolculuklar insanlığı hep sıfır noktasında kendi acizliğiyle baş başa bırakan yerlere çıkardı.Hikayede tarihin bir çok zamanında hepimizin bildiği tarihi olaylar arasında yolculuk yapıyoruz hissini yoğun yaşadım.Hikayenin kendi özgünlüğü içinde derin bir tarihi gerçekler,insanlığın almadığı ibretli zamanların hikayeside vardı sanki.Eline sağlık Fatih, çok iyiydi :)
grafspee
beğenmene sevindim Hatice, desteğin için teşekkür ederim.
Değerli yazar,
Öykünüzün ana teması Erich Von Daniken'in teoileriyle çok benzeşiyor. Sizin ziyaretçiler kendi dünyalarını tükettiklerinden bizim dünyaya sürekli yaşamaya gelmişler ve insanlığa "medeniyeti öğretip, geliştirip, evirecekler".
Bilim kurgu öykünün konusu da anlatımı da çok güzel. Bence de günün yazısı bu öykü olmalı...
Gelelim eleştirilerimize...
Fakat bazı mantıksal hatalar var ki düzeltilmeli, zira konuyu bilen okuyucuları rahatsız eder diye düşünüyorum. Bilim kurgu öyküler de bilimsel kesinliği tartışılamaz gerçeklerle ters düşemezler, çünkü ters düşerlerse ciddiyetleri gölgelenir.
Hyper gazı ile Oksijen ilişkisi yanlış kurulmuş. Oksijenin yanmadığı, yaktığı bir bilimsel kesinliktir, tartışılamaz. Oksijenle birleşen maddelere olay yavaş olmuşsa okside oldu (paslandı), hızlı olmuşsa yandı denir.
Oksijenin dağlarda daha fazla olduğu da yanlıştır. Tam tersi yükseldikçe oksijen azalır. Mesela Evereste oksijen tübü olmadan çıkılamaz.
nitemtran tarafından 7/9/2014 8:53:44 PM zamanında düzenlenmiştir.
grafspee
oksijenin dağlarda az olduğu konusunda yine haklısınız ancak yazarken dağlardaki kafamda ormanlarla kaplı bir dağ hayal ettiğimden yine bir mantık hatası yapmışım.
uyarılarınız ve değerli yorumunuz için teşekkür ediyorum.
Aslında çaresiz kalan insanoğlunun, bir zaman darlığı yaşaması,geliştirmiş oldukları aklı;hangi zamana götürseler ,mutlaka orada kendilerini tatmin edeceklerdir.Bu güç ve itaatin getirdiği o doyumsuz tadın,tanrıya inanmasına rağmen tanrılaşmaya, ölümsüzleşmeye ne kadarda yatkın değil mi?
Kaçan mahkumun kötülüğü,şeytanı temsilen gitmesi de çok ilginç.İnsan yapacakları tüm kötülüklerin mutlak bir nedenini de yanında götürmüş olması,günah çıkartırken suçlayacağı şeytanı da var etmiş oldu.
Keşke mürettebatın tamamı ölseydi. ZEUS ölmeli ZEUS ölmeli.....
Sonun başlangıcı...Bir dünya daha yok olacak.Çünkü güç,güzellik,günah bu dünyaya değdi.
Güzel,Mükemmel,Harika bir yazı ve anlatım.Günün bence yazısı geldi.
Saygılar,Sevgiler Değerli Dostuma
grafspee
Korkun insanoğlu...Yok etmeyi,yeniden doğmak,yeniden yok gibi bir döngü olarak kabul etmek.Bence o gezegene sağ olarak hiç kimsenin ulaşmaması lazımdı.
Güç ve esaret yeniden başlayacak
Saygılar
grafspee
yeni bir dünya... insanoğlu bencillik duygusunu geldiği yerde bırakmışsa ,belki bir umut . dedim içimden. ters köşe oldu biraz .türedi zihnimde farklı versiyonları. ve bunu yaptırabilen yazıları seviyorum.okumaya başlar başlamaz bir Dan Brown havası esti. :) tebrikler kaleminize.