- 305 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tarihselliği Bilmek Ya Da Elde Var Sıfır
Sabahtan akşama dek av peşinde dolaşmış olmasına rağmen, işleri rast gitmemiş insan atalarımız; dilleri bir karış sarkmış olmanın yorgunluğu ve açlık mide sesleriyle; mide derilerinin birbirine geçtiği ruh hali içinde; akşama doğru güvenli bölgelere çekilirlerdi.
Bu ataların, guruldayan mide sesleri arasında bir tek düşünceleri ve belki de bir tek hayalleri vardı. O da, yiyecekti. Yiyecek düşleyen ataların; o gün aç kalışlarıyla, sabrettikleri! Akla gelmez. Sabretmenin mükâfat karşılığının da sınavı başarıyla geçmek olacağını söylemez!
Sınavı başarıyla geçmekle ödülünün ölümden sonra doymak olacağı, düşünme saflığını; akıllarının ucunda bile geçirmemişlerdi. Ve "kendilerinin sınavda olduklarını" düşünmeleri de, olanaksızdı.
Ve bir şeye de, sabretmiyorlardı. Çünkü açlığa da tokluğa da elleri mahkûmdu. Elleri mahkûm olmayı sabretmek gibi öte dünyada karşılığını görmek gibi bönlük yüceltmesine uğratmıyorlardı. Bu yüzden de, totem dönem insanları, bu bağlamda bizden çok daha gerçekçiydiler.
Sabah yeni bir şevkle av ya da yiyecek bir şey bulmaya çıkan insan, yeni doğmuş bir ceylan yavrusunu ele geçirdiğinde insan, elinde kaçmasın diye yavrunun gırtlağına sarılmış iken; ne hesaba çekileceğini biliyor ve ne bile hesaptan korkuyordu! Ne de "Dünyanın bir sınav yeri olduğunu!" düşünüşle, ceylan yavrusunu affediyordu.
Üstelik böyle düşünmesini ön görecek, bu öngörüyü destekleyecek bir yaşantı düzlem şekli de yoktu. İnsanlar "sınava çekilme" fikrini, ölüm korkusuyla da düşünmüş değillerdi. Ölümü düşünüp korkuyor olabilirlerdi! Ama ölüm ötesini süreçleyecek olan korkulardan mülhem anlamalardan, yoksundular.
Ceylanı yemesiyle, haram ve günah olan bir şeyi yaptığını düşünemezdi bile. Böyle bir öngörü ile karşısına çıksanız, önce size şaşkın şaşkın bakar. Ne dediğinizi asla anlayamaz. Ve sonra da size, tozutmuşsunuz gözüyle, acıyarak bakardı!
Kimse, elindeki emeğini çalmıyordu. Kimse onu aç bırakmıyordu. Kimse onu köle edip; onun emeğine çökmüyordu. Yine mülkü olmadığı için varlığa ve yokluğa sabretmesini önerecek bir ortam ve ortamın bu tür bir anlaması yoktu. Böyle bir düşünmeyi var edemezdi.
Var olanın varından, yok olana sadaka vermemesinin hesabı olacak sınav sonuçlarını hayal ederek; öte dünya düşüncesini anlaşılır ve yaşanılır kılacak, en ufak bir durumun iz düşüm envanteri insanın elinde olmamakla ölümden sonraki hayatın zelil bir yaşantı süreceği korkusunu devam ettirecek anlamaları da yoktu.
Bu nedenle ölümü don değişikliği içinde bir seyahat etme; bir çevre turu atma olarak biliyor; belki de ölümden korkmuyordu. Ölümü korkunç kılacak; kaynar su, irinli su, alevli fırın, çivili topuzla dövülme gibi benzetili anlatma ve suçun karşılığı olur ahiret cezasını bilmiyordu. Bu tür anlamaların karşılığı olacak hiç bir haksızlığı, ne biliyordu; ne tanımıştı. Ne de aklına getirebileceği bir şeydi.
Ceylan yavrusunun gırtlağını sıkarken; “yazık demesi” acıma ve merhamet göstermesi ile yavruyu serbest bırakıp iyilik yaptığını vehmetmesi, hiç beklenmeyecek, düşünülmeyecek bir değer yargısıydı. Ve hayatını bağışladığı ceylan yavrusunun üzerinde, sıratı geçeceği fikri, absürt olmaktan çok öteydi.
Pekiyi de, ne olmuştu da insanlar böyle düşünmeye başlamışlardı? Gaipten sesler duyup, vahiy mi almışlardı? Tabii ki değil! Cevabı, yine tarih sel bilincinizde. Tarihi ve tarihi süreci değerlendirmeyi; olup biteni anlamayı, inancınızın oluşma noktasından itibaren başlatırsanız; elde var sıfır olacaktır.
Siz bir sürecin ürünüsünüz. Ürün, daima geçmiş sürecinden bir adım öndedir. Geçmiş sizdeydi, ama siz geçmişte değildiniz! Asla geçmişte de olamazdınız. Geçmiş sizin eylem ve uygarlık gücünüz, inşa harcınız olmakla geçmişsiz (tarihsiz) olamazsınız. Siz tarihsel oluşla, daima geçmişten büyüksünüz. Eğer inandırılmadıysanız, hiçbir geçmiş, siz kadar büyük olamaz.
Hun Türk imparatorluğu, kendisinden önceki budun, millet sentezinin ürünü ve uygarlık sentezi oluşla kendisinden öncesinden büyüktür. Kendisi şöyle veya böyle bir özet oluşla geçmişi içerir. Ama geçmiş Hun İmparatorluğunu içeremez. İşte bu şimdinin, geçmiş olmayan ve geçmişten büyük olan yanıdır.
Göktürkler Devleti de Hun İmparatorluğunu ve onun geçmişini içerir. Hun İmparatorluğu, Göktürk Devletinin sahip olduğu kültürü ve uygarlığı, felsefeyi vs. bilmemekle Göktürk Devletini içeremez. Ve Hunlular, geniş zaman ve zaman sıkışması yapan geçmişiyle, Göktürkler Devletinden küçüktür.
Selçuklu İmparatorluğu, geçmişi ve Göktürkleri içerir. Selçuklu, uygarlık ve kültür felsefesi oluşla yeni bir özelliktir. Göktürkler, Selçukluları içeremezler. Selçuklular da geçmişe dek (Göktürklere ait oluşla) hıfz edilen bir zaman sıkışması vardır. Yine Selçuklularda, Göktürklerde olmayan şimdiki zaman genişlemesi vardır.
Bu bağlamlarla Göktürkler kendisinden sonrasının uygarlık birikimini, kültürünü ve felsefesini taşımaz olacağından ve Göktürklerin taşımadığını Selçuklular taşıyor olacağından; Selçuklu, Göktürkler de, daha büyüktür. Bu büyüklük, ürünün daima geçmişten bir adım önde olmasının büyüklüğüdür.
Osmanlılar Selçukluları, Göktürkleri, Hunluları ve Hun’un tüm öncesini kültür, uygarlık, siyaset, bilim, sanat, felsefe, öznellik vs. oluşlarıyla içerir. Ve Hunlular, Göktürkler, Selçuklular da Osmanlıyı asla içeremezler. Bu nedenle Osmanlı bunların tümünden aktarımlar yapışla tüm bunlardan büyüktür.
Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlıyı, Selçukluyu, Göktürkleri, Hunluları İçerir. Ama bunların hiç biri Türkiye Cumhuriyetini içeremezler. Bu nedenle tüm geçmişle olan Türkiye Cumhuriyeti, tüm bunlardan hem bir adım öndedir. Hem de bunlardan zaman sıkıştırması ve zaman genişliği oluşla daha büyüktür.
Süreç anlaşılır olsun denişle gerekli ayıklanmaları yapılmakla, hem bu kadar yalın değildir. Hem de anlayan için bu kadar yalındır.
08.07.2014
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.