- 596 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Sınır İhlali
Bir kadın çocuğunu tartaklıyor. “Sınırlar…” diyorum arkalarından gelirken, “nerede başlayıp nerede bitiyorlar?”
Mesela ben o kadınla çocuğa yaklaşıp çocuğa gösterdiği tavra ilişkin kadına bir iki kelam etsem bir sınır ihlali mi yapmış olurum? Peki diyelim bu bir ihlal meselesi, ben onları görmezden geldim, ama yine de gözlerim az ötedeki ağaç ya da kuş ya da yolu nasıl görüyorsa kadının çocuğa yaptığı zulmü de öyle görmeye devam ederek koşar adım geçiyorum önlerinden. Çünkü biraz daha görmeye devam edersem sınır mınır tanımamaktan, kadına okkalı bir tokat atmaktan korkuyorum.
Peki o kadının yaptığı sınır ihlaline ne demeli? Benim o kadının sınırlarına saygı göstermem, aynı zamanda başka bir insanın sınırlarının ihlaline çanak tutmam anlamına gelmiyor mu? O çocuğun çitleri, duvarları olamaz mı yani benim, o kadının ve herkesinki gibi?!
Yani rahatlıkla şöyle diyebiliriz: Suç işleyenin sınırı mınırı olmuyormuş demek ki. O başkasının özel alanına girmekle baştan yitiriyormuş zaten sınırlarına sahip çıkma, yaklaşmayın deme hakkını. Yüz göz oluyormuş herkesle.
Kadına “Büyük kötülük yapıyorsunuz bu çocuğa!” dedim… Ve ilerinin psikopatı, alkoliği, serserisi, katili olmaya namzet bir birey olma yolunda ilerlemesine vesile olduğunu anlatmaya çalıştım ona. “Pişman olursunuz!” diye ekledim sonunda da.
Kadın kem küm etti; parasızlıktan, çocuğun almasını istediği o şeyden söz etti. Özür diledi benden gözleriyle. Çocuktan da diledi mi daha sonra, bilmiyorum. Kadının eline mosmor bir yüzle tutuşturduğum para, söz konusu şeyi alacak yeterlilikte miydi, bir fikrim yoktu. Kadın elimden o kâğıt parçasını alana kadar yerin yedi kat dibinde debelendim durdum. Empati denen şey en çok da böyle anlarda gün yüzüne çıkar aksi gibi. Onuru kırılmış bir insanın ezilmişliği kadar insanı karşısındakiyle bütünleştiren bir insanlık durumu daha olamaz herhalde.
Keşke o anlarda dünyanın en anlayışsız, en duyarsız insanı olsaydım der insan. Ben de aynı ruh halinde, birkaç saniyeliğine o kadın olmuş, kendisine uzatılan parayı almak üzere elimi uzatıyordum boşluğa. Evet, tam anlamıyla bir boşluktu bu! O kadının elinin uzandığı aralık kadar bu kavramı ifade eden bir şey daha olamazdı. O ve ruhen onla bütünleşmiş ben iliklerimize dek öyle bir hissediyorduk ki onu, her an içine karışıp kaybolabilirdik.
Bu yüzden en azından içimizden birinin silkinip kendine gelmesi gerekliydi. İşte parayı ele tutuşturma durumu da böyle gerçekleşti. Yoksa belki de kadının eli sonsuza dek öyle uzanıp duracak, onur denen o duvara toslayıp bir adım öte geçemeyecekti. Parayı avucuna koyarken öyle bir laf bombardımanına tuttum ki onu, kadın sözlerime laf yetiştirmekten içinde bulunduğu durumun bir aşağılanma içerip içermediğini –ki benim asla aşağılama gibi bir niyetim yoktu- sorgulama fırsatı bulamadı bile. Birkaç dakika daha konuştuktan sonra aniden sustum ve iyi günler dileyip ardımda kendime dair tek bir iz kalmasına fırsat vermeden son hız önlerinden geçip sokağın köşesinde kayboldum. Bu rüzgâr misali esip geçişi bilinçli olarak yapmış, bu şekilde bir tür gizem yaratmaya çalışmıştım.
Eğer etiyle kanıyla gerçek bir insan olarak kazınsaydım zihinlerine, ben iyi bir insan olurdum, onlar boynu bükük, acınası, zavallı insan… Oysa ben iyi insan, faziletli insan falan olmak istemiyordum o anda. İyiliğimle ezmek, ezdikçe daha yükselmek, ruhsal katmanlardan birini daha aşmak falan umurumda değildi. Sadece o şeye sahip olmasını istiyordum o çocuğun. O kâğıt parçasını annesinin eline tutuşturmam da sadece bunun içindi.
Bu yüzden öyle apar topar, bir suç işlemiş de kaçıyormuş gibi esip geçtim önlerinden. Beni bir an önce unutsunlar, işlerine baksınlar diye…
Belki de Hızır Aleyhisselam sanmışlardır beni, kim bilir?