- 1609 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KADERSİZLER
KADERSİZLER
Yusuf, köyün en yakışıklı, en güçlü ve en sevecen yürekli delikanlısıydı. Tanrı, onu yaratırken, sanki yüreğinin güzelliğini yüzüne yansıtmıştı. Kara ve iri gözleri, gece siyahı yele gibi saçları, geniş omuzları ve upuzun boyuna yakışan adaleli kollarıyla, âdeta bir heykel görünümündeydi.
Küçük yaşta anasız babasız kalmış, baba yadigârı tarlasını ve üç, beş baş hayvanını o küçücük yaşında, azimle, ölümüne çalışarak korumuş, belki de o güçlü kolları o çalışmaları sonunda oluşmuştu. Köyün tüm kızları âşıktı ona. Fakat o, tüm komşu kızlarını kardeş bellemiş, kısmetinin daha uzaklardan geleceğine inanmıştı.
Bazı hafta sonları civar köylerde düzenlenen yağlı güreşlere katılır, ödül olarak kazandığı koçları da hep, köyün fakir ailelerine hediye ederdi.
Allah, benim rızkımı kendi toprağımdan veriyor, gayrisini ne edeyim diyerek...
Yine bir hafta sonu kazandığı koçu sırtlamış, köyün yolunu tutmuşken, o kader ânı gelip çatmış, yolda bir köylünün güttüğü boğa, bir sesten ürküp fırlamış ve Yusuf’u devirip boynuz darbeleri ile yüzünü, gözünü paramparça etmişti. Yusuf canını kurtarmıştı ama o günden sonra, o güneş gibi güzel yüzü tanınmaz hale gelmişti. Zamanla yaraları kapanmış, fakat artık onun yüzünü görmek için can atan komşu kızları onun yüzüne bakınca âdeta korkup kaçışır olmuşlardı. Yusuf bundan da çok şikâyetçi değildi. Allahın takdiri böyleymiş deyip geçiştirmişti bu durumu, tâ ki o güne kadar...
Tarlasındaki işi bitirip, kimseyi ürkütmeden derdini yanık türkülere dökmek için köyün dışında, komşu köyle aralarındaki dere kenarına gidiyor, ağaçların altında oturup türkülerle dile getiriyordu kadere sitemini... O gün, ağaçlarla, dere ile türkülerle paylaşmaya giderken, derdini, o güne kadar gördüğü kızlardan çok farklı, ay parçası gibi bir güzele ilişti gözleri ve o an yüreğinde şimdiye kadar duymadığı bir çırpınma başladı. Kızı uzaktan izledi kaybolana kadar... Âdeta ezberledi onun kara kara saçlarını, gözlerini ve gece sabaha kadar hep o yüzü, o saçları, gözleri yaşattı odasının kireç badanalı duvarlarında...
Ertesi gün ve daha sonraki günler hep o kızı gördüğü yere gidip onu beklemeye, uzaktan da olsa onu gördüğü an duyduğu o yürek çırpıntısıyla mutlu olmaya çalıştı. Kıza görünmekten kaçınıyordu onu korkutmamak ve biraz daha yakından görebilmek için azıcık yanaştığında, kızın korkuyla kaçışını görüyor, kahrediyordu alnına o kara kazayı yazan zalim kaderine… Artık günleri hep o kızın yolunu beklemekle ve geceleri onu düşünmekle, kaderine yanmakla geçiyordu.
Sonunda düşündü, taşındı; yüreğindeki sevgi çok yüceydi. O kızı alabilse mutlaka bu sevgi kıza yansır ve kız da onu severdi. Ayrıca onun iyi davranışları mutlaka kızı yumuşatır, kendisine alıştırırdı zamanla. Kararını verdi. Böyle devam edemeyecekti yaşamaya… Onu çok seven köyün en yaşlısı Rüstem Emmi’ye derdini açtı. Rüstem Emmi, onu tanır ve çok severdi.
‘’Tabii evlâdım, seni herkes tanır, ne delikanlı olduğunu biliriz, hele kızın kimin nesi olduğunu bir belle, bubasından isteriz.’’ dedi…
O gün Yusuf’un ömrüne yeni bir ümit, yeni bir güneş doğmuştu. Birkaç gün sonra kıza yaklaşmadan, onu komşu köye kadar izledi ve evini öğrendi. Rüstem Emmi’ye anlattığında, Rüstem Emmi’nin kaşları çatıldı, yüzünden kapkara bir gölge dolaşıp geçti sanki…
‘’Bu Davut Ağa’nın evidir, o köyün en aksi, en para canlısı, Allah’tan korkmaz adamın biridir. Ama sen mademki sevmişsin, hele bir gider, ister, şansımızı deneriz.’’dedi.
Ertesi gün Rüstem Emmi, komşu köyün kahvesine kadar gidip, Davut Ağa’ya, gel hele bir acı kahve ikram edeyim’’ diye başlayıp, konuyu en güzel sözlerle açtı kızın babasına…Davut Ağa, hiç de olumsuz bakmadı bu teklife, ancak bir şartı vardı.. ‘’Ben bu gızımı yer yarılsa, bunca gaymeden aza salmam bu haneden, kim benim evime bu niyetle gelecekse, önce cebine bu parayı goyup gelsin, Yoksa karşıma oturtup gonuşmam, bilesin.’’ dedi ve Rüstem Emmi’nin ne yalvarması, ne niyazı onun bu sözünden bir adım geri gitmesine yetmedi.
Rüstem Emmi, o gece evinin kapısında oturmuş, müjdeli haberi bekleyen Yusuf’a, gırtlağından yılların zorladığı soluklarla birlikte, hırıltı gibi çıkan kelimelerle haberi ilettiğinde, Yusuf bir an allak bullak oldu. İstenen başlık onun hiçbir zaman bir arada göremediği kadar çok bir paraydı. Rüstem Emmi’ye teşekkür etti ve kendi evinin yolunu tuttu, sanki başkasının kumanda ettiği sallanan adımlarla…
Gece sabaha kadar düşündü Yusuf… Rüstem Emmi, kızın adını da öğrenmişti. ‘’Asiye’’ Artık onsuz yaşaması mümkün değildi. Asiye, Asiye, diye sayıklar gibi tekrarlıyordu sevdiği kızın adını. Sabaha kadar düşündü ve kararını verdi. Asiye olmadan ne edecekti, tarlayı, hayvanları.
Ertesi gün tez, doğru muhtarın yolunu tuttu ve kararını söyledi.
‘’Ben, dedi, ‘’Benim tarlayla, hayvanları satıyorum Muhtar Efendi.’’ Muhtar, şöyle sakalını sıvazladıktan sonra, ‘’Oğlum, iyi düşündün mü, şu sıralar kimse çok para vermez onlara’’… Yusuf hemen atıldı. ‘’Düşündüm mıhtar efendi düşündüm, bana zaten şu kadar para lâzım, onu da verir herkes dedi. Sonra ayrılıp gitti evine Yusuf. Bu toprak ona baba yadigârıydı. Yıllarını vermiş, teriyle, emeği ile sulamıştı bu toprağı. O toprak da onun rızkını vermişti bunca yıl. Etle tırnak gibiydiler. Ya Sarıkız’ı, Kocaoğlan’ı, tosunları… Bir kere bile sopayla dürtmeye kıyamadığı can yoldaşlarıydı onlar… Ama Asiye’nin hayâli, bütün bu düşüncelerinin üzerindeydi onun için. Nasıl olsa başlarını sokacakları iki göz yuvaları duruyordu. Irgatlık yapar, rızkını yine çıkarırdı. Hele, Asiye’nin eli değdiğinde, sevgiyle kaynaşan emekler, bu evi sıcacık bir yuva yapmaya yeterdi mutlaka…
Bir iki gün sonra tarla ve hayvanlar Yusuf’un talep ettiği fiyata satıldı, muhtar işlemi yapmış, parayı da Yusuf’a teslim etmişti. Şimdi iki göz evinden başka hiçbir şeyi kalmamıştı ama Davut Ağa’nın istediği başlık parası avucunun içindeydi artık. Hattâ şöylesine bir köy düğününe yetecek kadar bir şeyler de kalıyordu geriye…
O gece hep, Asiye geldiğinde evin şirin görünmesi için neler yapabileceğini düşündü. Anacığının vefatından beri elini sürmediği tahta sandığın içinden al yorganı bulup çıkardı ve o yorgana ne kadar yakışacağını düşündü mutlu gecelerinin…
Ertesi gün başlık parasını tekrar tekrar saydı, bir gazete kâğıdına sardı ve o akşam Rüstem Emmi’nin elinde para paketi, Yusuf’un elinde köy bakkalından aldığı şeker ve bir dünya dolusu mutluluk umudu, tuttular komşu köyün yolunu…
Davut Ağa’nın kapısını tıklattıklarında kapıyı Asiye açtı. Yusuf bir an devrileceğini sandı, âdeta Rüstem Emmi’ye yaslanarak zor durdu ayakta. Ne zamandır düşlerini süsleyen, yüreğini kavuran o güzeller güzeli karşısındaydı ve ona bakmaktaydı… Yusuf, artık hiçbir şeyi görecek, duyacak, fark edecek durumda değildi. İçeri nasıl girdiler, sofraya nasıl oturdular, ne yendi, ne konuşuldu hiç ama hiç görmedi, duymadı… Sadece bir ara, Rüstem Emmi’nin verdiği para paketini, Davut Ağa’nın açıp teker teker saydığını ve el sıkıştıklarını gördü. Sonra kapıdan çıkıp, Rüstem Emmi’nin sırtına vurarak’’Gözün aydın, oldu bu iş, hayırlı olsun’’dediğinde ayıldı Yusuf, biraz da soğuk havanın etkisiyle. Sarıldı Rüstem Emmi’nin ellerine, öptü, öptü, başına koydu…
XXXXXXXXXX
Asiye anasının, babasının tek kızıydı. Daha üç yaşındayken, annesinin ona bir kardeş getireceğini söylemişlerdi kulağına... Köylük yerde, herkesin kardeşleri vardı zaten. Asiye, bu habere çok sevinmiş, minicik dünyasında hep kardeşiyle oynayacağı oyunları, ona ablalık etmenin tatlı taraflarını hayâl etmişti. Fakat bir gün, annesinin tarlaya giderken geçirdiği küçük kaza, onun bu hayallerine son verdi. Annesi, sadece bebeğini kaybetmekle kalmamış, bir daha doğum yapmak şansını da kaybetmişti. Bu olay, onun küçük dünyasındaki ilk hayal kırıklığı oldu. O günden sonra, içine kapanık ve yalnız yaşamayı seven bir çocuk olmuştu. Bu durum, genç kızlığında da devam etti. Akranları, bazen bir araya gelir, köyün delikanlılarından konuşur, gülüşürlerken, o hiç aralarına katılmaz, bazen evlerinin bahçesindeki ceviz ağacının dibinde oturur, bazen de komşu köyle aralarındaki derenin kıyısına gider, yanık türküler söylerdi kendi kendine.
Yıllar onu çok güzelleştirmiş, kapkara gözleri, simsiyah, beline kadar uzanan saçları ile köyün en güzel kızı olmuştu. İçinde henüz tanımadığı, adını koyamadığı bazı duyguların oluşmaya başladığı günlerde, köylerinde yapılan yağlı güreşler sonunda başpehlivanlık ödülünü kazanıp, sırtına vurduğu koç ödülüyle köyüne dönmekte olan aslan gibi bir yiğit gördü... Uzakça olmasına rağmen, onun ay parçası gibi yüzüne, aslan yelesi gibi saçlarına, servi boyuna ve geniş omuzlarına vuruluverdi birden. Köyün kızları fısıldaşırlarken duydu ki, bu, komşu köyün en yakışıklısı, tüm kızların hayran olduğu Yusuf adında bir yiğitmiş. O günden sonra, bahçedeki cevizin dibinde hayal kurup otururken, yaktığı türküleri, hep o yiğidi düşleyerek söyledi yanık yanık...
Artık yaşı, köy törelerine göre gelinlik çağına yaklaşıyordu.
Köyün delikanlılarından bir iki kez talibi çıksa da, babasının istediği başlığın miktarı, hepsinin gözünü korkutmuş olmalı ki, taliplerin arası uzamıştı. Asiye bu durumdan şikâyetçi değildi. Böylece o, gönlündeki yiğidini hayal ederek düşlerinde mutlu olmaya devam edebiliyordu...
Bazen de, derenin kenarına gider, başındaki yazmayı çözüp rüzgârın saçlarını uçurmasından duyduğu haz içinde, söğütlerin suya uzanan dallarını izleyerek düşünürdü gönlündeki yiğidini...
Yine br gün dere kıyısında dolaşırken, içinde, sanki biri onu gözlüyormuş gibi garip bir his uyandı.
Bir başka gün ise, korkunç suratlı, dev gibi bir adamın onu izlediğini farketti ve ağzından kaçıveren bir çığlıkla koşarak döndü evine. Kimseye bir şey demedi ama bir süre hiç gitmedi dere kıyısına...
Epey zaman sonra, çok dikkatli bir şekilde etrafını izleye izleye dereye gittiğinde, o korkunç yaratığın orada beklediğini ve kendisine yaklaşmakta olduğunu gördü. Avazı çıktığınca bağırıp, zor kaçtı oradan...
Bir daha da gitmedi günlerce dere kıyısına.
Bir gece, babası Davut Ağa annesine söylerken işitiverdi; bu kez iyi bir kısmet çıkmış kendine ve ertesi akşam istemeye geleceklermiş. Asiye buna çok üzüldü, fakat bir yandan da, kimsenin, nasıl olsa babasının istediği başlığı veremiyeceğini düşünerek teselli etti kendini.
Ertesi akşam, kapı çalındığında, karşısında, o, dere kenarında gördüğü korkunç adamı görünce, yüreciği dışarı fırlayacak gibi oldu. Üstelik, babası paraları sayıp, el sıkıştığında, dünya başına yıkıldı Asiyenin. Misafirler gittikten sonra, saatlerce, başını anacığının kucağına koyup, hiç durmadan ağladı Asiye. Fakat, göz yaşlarının hiç faydası yoktu, bu evde Davut Ağanın dediği olurdu...
Asiye, o gece, herkes yattıktan sonra saatlerce, hem ağladı, hem düşündü kendi kendine... Babası, resmen satmıştı onu, o insan azmanı çirkin yaratığa. Bir yandan, böyle, eşya gibi satılmayı onuruna yediremiyor, bir yandan da, o korkunç yaratıkla ömür boyu aynı evi, hele aynı yatağı paylaşmayı gözü yemiyordu. Göz yaşları tükenmişti sabah ezanına yakın, ve o korkunç yüz gitmiyordu gözünün önünden, kimbilir yüreği de ne kadar çirkindir, parasına güvenip kendine körpecik bir kızı karı olarak almaya çalışan bu adamın, diye düşündü. Belki de başka karıları da vardı bu zalim adamın, belki de kuma gidecekti onların arasına...
Sonunda, aniden fırladı döşeğinden, kararını vermişti,
Ölürüm de gitmem ona... Diye söylendi kendi kendine...
XXXXXXX
Yusuf, ertesi sabah erkenden kalktı, önce evi sildi, süpürdü, sonra etrafta ne kadar çiçek varsa toplayıp, bir bahçe gibi süsledi evi… Sonra çıkıp, davulcu ve zurnacıyı nikâh için de caminin imamını buldu, konuştu. Rüyası artık gerçek olmuştu…’’Devrisi gün biter bu iş’’ diye düşündü ve yürekten bir ‘’Elhamdülillah’’ deyip derin bir nefes aldı.
İşte ne olduysa tam o sırada oldu… Rüstem Emmi’nin sırtını sıvazlamasıyla geri döndüğünde, onun nemli gözleriyle karşılaştı.
‘’Hayırdır Emmi? ’’ diyecek oldu ama Rüstem Emmi, bir iki yutkunduktan sonra konuşabildi;
‘’Metin ol evlât, haber hayır değil, başın sağ ola’’ dedi… Yusuf önce şaşırdı, çünkü yıllardır kimi, kimsesi yoktu. Birden aklına hiçbir şey gelmemişti. ‘’Kim ki Emmi? ’’ diyecek oldu. Ve az sonra da sorduğuna, soracağına, hattâ doğduğuna, doğacağına pişman oldu. Koca dünya başına yıkılıvermişti sanki… ’’Asiye’’ diyebildi Rüstem Emmi sadece, sonra gözünde deminden beri gizlediği damlayı tutamadı ve ekledi:’’Sabah, bahçelerindeki ceviz ağacının yanındaki kuyuda …’’ Arkasını ya o getiremedi, ya da Yusuf duyamadı… Yusuf zaten o andan sonra hiçbir şey duyamadı.
Delice sevdiği ve uğrunda her şeyini feda ettiği Asiye’sinin, aslında kuyuya düşmediğini, sırf kendinden nefret ettiği için canına kıydığını, belki de hiç öğrenemedi. Çünkü o günden sonra ne dinleyecek, ne anlayacak, ne de düşünecek durumda olamadı bir daha.
O günden beri her gün iki köyün arasında, o Asiye’yi ilk gördüğü ağaçlıklarda, köyün içinde, her yerde, sabah akşam bir şarkı söyleyip dolanıp durdu meczuplar gibi, bazen aç, susuz… Adı Deli Yusuf a çıktı… Şimdilerde, kimi ona bir lokma ekmek veriyor, bazen de onu tanımayan çocuklar ’’Deli, deli’’ diye ardından seslenip taşa tutuyorlar onu… O ise, bunları hiç duymuyor ve ağzında hep o şarkı, güftesi; tek kelime ‘’Asiye’’ olan şarkıyı söyleyip dolanıp duruyor yollarda… Asiye ise, ona gitmemek için canına kıydığı kişinin, genç kızlık yılları boyunca sevgisini bir kara sevda gibi yüreğinde taşıdığı kişi olduğunu bilmeden, genç bir servinin dibinde, taze bir mezarda, belki halâ gözlerinde o ışık, belki halâ yüzündeki umutla ve belki halâ o simsiyah saçlarındaki parlaklıkla sanki halâ canlı gibi yatıyor sanırım.
Çünkü Yusuf’un sevgisi, her yağmurda, yağmur damlalarıyla birlikte topraktan süzülüp onun cansız bedenine ulaşıyor mutlaka…
Ünal Beşkese
YORUMLAR
Hüzünlü bir hikaye, Anadoludan bir masal gibi ama kederli...Kader bazen öyle oyunlar oynar ki insanların çakışan hayatları birbirini tüketir.
Kaleminize sağlık...
ünal beşkese
saygılarımla,
Ü.B