- 717 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Köprünün Işıkları
Köprünün ışıklarında bir ileri bir geri gitmek gibi yaşama meydan okumam;
Yazmayı henüz çözemedim, ezbere karaladığım ama kimseden kiralamadığım cümlelerim var
En işlek, olaylı, oynak, bol kazalı, bekleme yapmadan akan zaman, park ve atlamak yasak
tabelaları...
Artık hiçbir şey inandırıcı gelmiyor
Ben bir tek bu trafikte yaşama meydan okuyorum ama ölümü doğduğum gibi ezbere biliyorum, doğarken fark ettim ölmeye çabaladığımı...
Bu ışıklar tüm canlı böcekleri ölüme çağırıyor gibi, içimi yarsanız, ikiye bölseniz beni, içim çıkmaz, içim gitmez, erimem bir şeye, sadece kırmızı şiirler dökülür denize, kimsenin okuyamadığı, sadece onun görebildiği, gördüğüyle ölçmeyip, başka âlemlerde tartmayı dener her okuduğunda, herkes memnun halinden, memnun olmamaya üşengeç bir milletin insanlarıyız, mutlu, mesut gülümsemeler yayıyoruz etrafına bu şehirde, köprünün ışıklarıyla birlikte ve onlar kadar, ışıklar sönse sanki her şey bitecek, o gözlerimizdeki ışık da sönecek, sanki biz bir tek o ışığa bağlıyız, geceleyin aydan çok o ışıkları seyrettik, daha mı yakındı bize, daha mı uzak bilmeden, mesafeleri hesaplamadan âşık olduk uzaklardaki ışıklara, daha bir romantik olduk, daha bir yalnızlığımızı hatırladık, daha da duygusallaştık, karanlığa sığındık her gece. Karanlık sanki yırtıyordu yüzümüzdeki o görünmez maskeyi, gülümsemelerimizi yastığımızın altında saklıyorduk, sabaha tekrar takmak üzere.
Az daha inanıyordum düşlerimin gerçek olduğuna!
Biraz daha gitmesen hep yanımda kalacağına inanmıştım, çoktan. Işıklar varken inanmak daha zordu, oysa karanlıkta hele gecede her şeye daha kolay inanıyoruz. Gerçi sen beni inandırmak için bir çaba da harcamamıştın, kendiliğinden olmuştu, belki de ben belamı aramış, cezamı bulmuştum. Şimdi görüyorum da, seni her gördüğümde, aslında gerçekten göremediğimi düşünüyorum ve bunu gördükçe senden uzaklaştığımı, benden zaten uzaklaştığını…
Görüyorum, düşler hiçbir zaman gerçek olmuyor, gerçeği düşte yaşadığımız için bu kadar hayalperestiz.
İçmeden ayakta tutabiliyorum her şeyi, düşlerimi, acılarımı, sızılarımı, özlemlerimi ama içersem, o uyuşukça rahatlığın içinde sallandırabilirsem ruhumu, işte o zaman tüm ağrılarım inler. Ayaklanır tüm sızılar, zaten zor tutuyorum kendimi ağzımdan düşmemesi gereken kelimeler var, zor zapt ettiğim.
Yüreğimin buruşturduğu tek ortalı ilkokul defterimi dirseklerimin düzeltmeye çalışması daha çok yıprattı, dizlerim acıdı, dirseklerim acıdı, herhangi bir şeyi eklemenin, ataçlamanın da faydası olmadı hiç, daha fazla ağırlık yaptı üzerimde, eksilen bir boşluğu başka şeylerin doldurmaya çalışması ancak yıpratır, yıprattı, bize düşen de yıpranmak oldu hep. Yıprandık.
Kendine küçük gelen dünyada
Büyümeye çalışmak nasıl bir tezattır?
Korkuyorum, benzemeyi istemediğim her şeye benzeyeceğimi tahmin ettiğim için, tahminler korkutuyor insanı, doğruluk payı daha yükseklerdeyse…
Her bardakta aynı dudak izi, ayrı efkâr, işte yalnızlığımızı belgeleyen bunlar. Yazmadan, çizmeden belgelenen şeyler var hayatta, dillendiremediğimiz ama dillere düşmeden daha fazla hissedilebilen telaşlarımız var hayatla ilgili, koşturmacalarımız var, oturup düşündüğümüzde hiçbir manası olmayan. Bu koşturmacanın içinde, yerleşme telaşlarımızı erteliyoruz, kendimizi nereye sıkıştıracağımızı bilemiyoruz, bir yere ait değiliz, olamıyoruz.
Gidemiyoruz, kalamıyoruz.
Kimseye yakın olamıyoruz yabancı da olamıyoruz. Tarifi mümkün olmayan, kelimelerin anlamı olmayan zamanları yaşıyoruz, anlatamıyoruz. Tam tamına körebe gibi oyunlar oynuyoruz…
Daha az ağrılı zamanlar geçirmeliyim, daha çok cevaplar verebilmeliyim hayat üzerine, üzerinde yaşarken bulunmuyor hiçbir cevap biraz kopmak lazım belki de ışıklardan. Işıkları görebilmek için, biraz karanlıkta yaşamak gerek. Gözlerimi verdiğim o ışık, ellerimden tutmuyor, düşüyorum köprüden aşağıya, kimsenin görmediği bir kuytuda boğuluyorum.
Çağın yapay çiçekleri betonların arasına özenle dikilmiş, doğal değil ama güzel duruyor, sulama gibi derdimiz yok, ama nasıl yapmacık, nasıl sahte duruyor, çağımıza uyum sağlamakta ışıklardan daha fazla yetenekli değiller. Sen yanımda olunca unutuyorum ışıkları, sahte olan her şeyi boş veriyorum ve her taraf biraz fazla samimiyet kokuyor, yapay çiçekler bile kokacak neredeyse, az daha su veriyordum onlara. Sen yanımda olunca sanki artıyorum eksildiğim yerden, her şey biraz daha hayat oluyor, oysa ölüyoruz her gün, eksiliyoruz, derme çatma hayallerle süslüyoruz süse ihtiyacı olmayan o lüks evlerimizi. Yapay sıcaklık, gerçeğe yakın gülümsemelerle susuluyor ve artık sahtelikler çoğalıp her yere bulaştığı için, kimse farkına varamıyor sahte sıcaklıkların.
Kilden oyulmuş yüzüm temiz, ellerim fazla beyaz kötü şeyler yazmak için, ne zaman kötü hissetsem kendimi, iyi şeyler yazıyorum. Kötü mü olmak gerekir ya da kötü hissetmek? Bizi tabiatla uyandıran şeylerin yerine artık teneke rengi zamanlara uyarlanıyoruz, elimiz, yüzümüz, tenimiz pek bir benziyor zamane ışıkların altında kör bir ressamın çizdiği resimlere, aynalar bile yalanları haykırırken yüzümüze, kendimizi görebileceğimiz bir yer yok artık evlerimizde, köprünün altından zamanla birlikte geçen suya bakmalı, su yolunu bulur ama yalan söylemeden. Zaman gerçekten çok değişti, önceden renkler içten gelirdi, içten içe renklenirdik, şimdi renkler yapay sadece, bu yapaylık tamamen yalnızlığını hissettiriyor insana. Üzerine birisi öylesine yağlı boyayla çizmiş gibi kaygan, ucuz ve yüzeysel.
Güneş varken, köprünün ışıklarında gerçeği arıyoruz, su varken aynalarda ve kendimizi tanıdığımız halde karşımızdakinden tanımasını, anlamasını istiyoruz. Büyük bir sükûnetle oluyor tüm bunlar, herkes birbirine sessizce sarılıyor içinde kıyametleri koparırken. Erken ve gelecek zaman birbirine karıştı, köprünün altından hâlâ çok sular akıyor, devam da edecek, ışıklar da yanmaya devam edecek dünyadaki elektrik tükenmediği sürece, eğer tükenirsek belki o zaman gerçekleri görebiliriz.
Biriktik bir ayrımda, atlamaya az kalmıştı, atıyorduk sadece. Tam da toplandığımızı zannettiğimiz anda dağılıyorduk o ufacık aralıktan sızıyordu içimiz. Işıklar evimize kadar giriyordu her gece, bir de ay vardı, kimse ona bakamıyordu, aydınlanamıyorduk. Sabit karanlık bir tabaka yerleşti çünkü yüreğimize, o tabaka kalkmadan hiçbir köprünün ışıkları aydınlatamaz bizi, dünyanın tüm ışıkları dile gelip konuşsa da, biz susmaya devam ederiz.
Otuz Haziran İki Bin On Dört 15 00
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Ah kırmızılı kız...Kırmızı başlıklı kız...Ölüme nanik yaparcasına tutunuyorsun ya hayata, yüreğin avcunda, dilinde zafer şarkılarıyla her akşam ufkumuza bir güneş gibi doğuyorsun ya, "iyi ki tanımışım benim küçük Jean Darc'ım seni..." dediriyorsun ya okurlarına "aşk olsun çocuk sana aşk olsun."
Sende bir tuhaf hüzün var, yazdıklarında ince, naif bir acı...Fakat bu acı soylu, acınası değil...Çok farklı bir üslupla:"Hey kalantorlar,burnu büyükler, komunuküs aşiretleri, Boğaz'ın dallamaları!...Duyun ülen ben geliyorum Türk Edebiyatına...Parlak bir yıldız gibi geliyorum, dokunduğum her dalı altın tozuna bulayarak imgelerimdeki devrimcilerle, iğdiş edilmiş Doğulu kızların beddualarıyla, kötünün yüzüne tükürmeye geliyorum!" der gibiydi yürekli sesin....
Çok beğendim sevgili Nevin...
İnan bu beğeni seni tanıdığımız için değil...
İçimden gelmeyene zinhar tek kelime yazmam.
Sende umut var, sende dehşet bir dil, derya bir hayal dünyası var.
Sen bu dünyaya yazmaya gelmişsin güzelim, nolursun yazmayı bırakma.
Bunları düzenle bastıralım.Hangi yayınevine gitsen basarlar bu denemeleri.
Tekrar kutluyor gözlerinden öpüyorum kırmızı başlıklı kızı:))
KUVVA tarafından 7/1/2014 2:18:21 AM zamanında düzenlenmiştir.
Kıpkırmızı
Duygulandım, teşekkür ederim ve yüreklendim.
İyi ki varsınız,