- 510 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gölgeler Vardı
Yorgundu adam. Gölgeler vardı çevreleyen her şeyi. Göreceli şeylerden biri de onlardı: Gölgeler… Güzellik gibi tıpkı, anlamlı olup olmamak gibi…
İşte adamın gölgeleri de aynen öyle, var olup olmaması bakış açısına göre değişen; görebilenler için bir duvar, ağaç ya da kadın kadar gerçek, neredeyse dokunabilecek kadar yoğun şeylerdi.
Elindeki poşeti dolduran yiyecek malzemelerinin bir tür dışa vurumuydu onlar. Yarım kiloyu anca bulmasıydı mesela kıymanın. Bir türlü bir kiloya tamamlanamayışı… Ya da malzemelerin tek bir poşete sığışabilmesindeki derin kuyulara benzeyen o anlam…
Evet, derin bir kuyuydu elindeki yarı boş poşetin havada savrulup durması pervasızca… Onu yerinde tutacak; ağırbaşlı bir şekilde, yanında tıpış tıpış ilerlemesini sağlayacak ağırlıktan yoksun oluşu, kendini de ağırlığı olmayan bir adam haline getiriyordu sanki. Öyle ki şimdi karşıdan biri ona doğru yaklaşsa ve yüzüne biraz dikkat etse anında anlayacaktı sanki; cüzdanında ne kadar para kaldı, şimdi nasıl bir eve doğru yol alıyor, elindeki poşette neler saklı...
Anlaşılmaz olmak istiyordu oysa tam da şimdi. Biraz kendinden sıyrılmak, şekilsiz şemalsiz alabildiğine yayılmak istiyordu boşlukta. Evet, bir boşluk istiyordu kendine. Nefes alabileceği, insansız bir alan açmak istiyordu geçtiği yerlerde. Bunun için de yabancı yüzlere ihtiyacı vardı. Kendisini ona hatırlatacak küçücük bir tanıma belirtisi bile boğmaya yetiyordu onu. Bu yüzden bir an önce kurtulmalıydı saklanmasına engel olan her şeyden.
Poşeti yanından geçtiği bir ağacın önüne koydu hemen. Kuş gibi hafiflemişti şimdiden. Ceketini, kravatını çıkardı sonra; aynı ağacın bir dalına bıraktı. Adım adım eksiliyordu kendinden… Ama başka bir açıdan bakınca da aksine asıl şimdi tamamlanıyordu belki. O poşetin ve giysinin kendine giydirdiği zoraki kimlikten çok öte bir kimliğe ulaşıyordu böylece. Gönüllü olarak giyindiği, ruhuna cuk diye oturan, çok aşina ve eski…
Bir parkın önünden geçiyordu tam da. Ne isabetli bir tesadüftü bu! Tam da fazlalıklarından arınmış, kuşlar gibi özgür hissederken kendini, etrafını bir anda kuş cıvıltıları sarmıştı. Bu parkı hatırlamıyordu. Demek ki kendine dönüş yolculuğu sırasında, onu aslından uzaklaştıran her zamanki o dünyadan epey bir uzağa düşmüştü farkında bile olmadan. İyi de olmuştu. Çünkü tanıdık bir sokak, bir levha, bir çocuk yüzü; ceketini o ağacın dalından çekip üzerine geçirirdi yine. Şimdi kendisini kimsenin tanımadığı bu parkta, koca bir ağacın altına saklı bu bankta mırıldandığı şiir donup kalırdı dudaklarında birden. Cemal Süreya çok uzaklara savrulur, şiirsiz bir dünyaya mahkûm olurdu yine… Gölgeler sarardı her yeri.