- 531 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARAYIŞ
Kimlik insan için önemlidir. Çocukluk yaşından itibaren dünyada kendimize bir yer edinmeye çalışmak yaşamın temellerindendir. Sosyoloji, psikoloji insanın bireysel ve toplumsal olarak dünyada var olma mücadelesini bize anlatmaya çalışır. Ancak sosyoloji, psikoloji kalıpları batı kaynaklı olduğu için, normları doğu insanını, daha doğrusu Müslümanları tarif etmeye yetmez. Her ne kadar insan doğulu da batılı da olsa, insan insandır desek de, her toplum insanın hayat algısı, hayata bakışı farklıdır.
Aile, akrabalar, mahalle, semt, şehir,ülke, kıta somut değerler olarak insan kimliği üzerinde önemli etkiler oluşturur.
Okur yazarlık, kitap, dergi, gazete, belgesel, görsel medyayı takip insan kimliği üzerinde önemli etkiler oluşturur.
Tercih etmek, taraf belirlemek insan iradesinin özgürlüğünü ifade eder. Ancak bazı tercihlerimiz vardır ki, iradi özgürlüğümüzle ilgisi yoktur.
Aile, akraba, soy, kavim, kabile, ırk seçimleri biçim elimizde değildir. Anne babanın, kardeşlerin, akrabaların, soyun,kavmin, kabilenin, ırkın seçimleri elimizde değildir.Bir aile, akraba, soy, kavim, kabile, ırk içine doğarız. Doğmadan önce veya anneye hamile kalmadan önce tercih yaptığımızla ilgili hiçbir bilgimiz yoktur.
Ancak bu tür tercihsizliklere, gerektiğinde irademizle karar verip, anneyi, babayı, kardeşleri, akrabaları ret edebiliriz. Tamamen ilişkiyi kesebiliriz. Soyumuzu, kavmimizi, kabilemizi, ırkımızı terk edebiliriz. Tamamen ilişkiyi kesebiliriz. Hatta kültürel olarak, aile, soy, ırk geleneklerinin tam tersine yaşam oluşturabiliriz. Bu durum yaratılıştan gelen tercihsizliğimizi değiştirmeyecektir.
Çoğunluk olarak doğuştan gelen tercihsizliğimize, doğduğumuz ailenin, toplumun kültürünü, dinini, ideolojini de ekleriz. Pek azımız, doğduğu ailenin, toplumun, kültürünü, dinini, ideolojini terk ederek, kendi iradi seçimleriyle farklı bir kültürü, dini, ideoloji benimser.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, üstün, güçlü devletler, kültürlerini, dinlerini, ideolojilerini başka toplumlara dayatıyorlar. Asimile etmek; güçlü ülkelerin kendi kültürlerini, dinlerini, ideolojilerini başka topluluklara kabul ettirmektir. Dünya kültüründe felsefi olarak asimilasyona karşı düşünceler olsa da, asimilasyon gerçeği insanlığın gerçeğidir. Her güçlü ülke kendini dayatırken, güçlü olmayan ülke insanlarından çoğu, güçlü ülkelere karşı sempati duymak, onlar gibi olmak yarışındadır.
Yaşadığımız ülke Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren batıya karşı kendi kültürünü, ideolojini, dinini kaybeden, inanç, yaşam, kültür açısından batılı olmaya çalışan görünümüyle asimilasyona razıdır. Hatta ülke yöneticileri bu yönde temel ilkeler oluşturmuşlar. Ülkelerini batılılaştırmak amacıyla, batıdan tercüme ettikleri yasaları uygulamışlar. Karşı çıkanları da sert tedbirlerle yok etmişlerdir. Bir ülkenin düşüncesi, anayasası, yasaları, ülke insanın gerçeklerinden değil de, çevirilerden oluşmuşsa, orada özgürlükten değil, asimilasyondan söz etek gerekir.
Kıtalarda yaşayanların genel görüntüsü vardır. Asya, Avrupa, Afrika, Avustralya, Amerika, tarihsel gelişimde farklılıklar içerir. Asya ülkeleri kendi dışındaki ülkeleri sömürme, güçlerini kabul ettirme gibi espri yaşamazken, Avrupa ve onun uzantısı Amerika, kendilerini dünyanın efendisi görerek, dünyayı biçimlendirmeyi, dünyada yaşayan bütün ülkeleri sömürmeyi hedefleyen yaşamlar oluşturmuşlardır.
Sömürü düzeni, ayaklarını güce, sermayeye, asimilasyona dayandırır. Batı dünyası, dünyayı sömürmek için yola çıktığında, gücünü, sermayesini, asimilasyon dayatmasını öne çıkarır. Amerika’yı oluşturan batılılar, aynı anlayışı Amerika’ya taşıdılar.
18.yüzyıldan itibaren batının sömürge anlayışı değişti. Batılılar önceki dönemlerde dünyayı sömürmek için uyguladıkları ülkeleri işgal etmeyi bıraktılar. Ülkeleri işgal yerine, ülke yöneticilerini kendi çıkarları doğrultusunda hareket edecek noktaya getirdiler. Ülke yöneticilerinin batılılar tarafından kendi çıkarlarına hareket etme noktasına getirilmesi değişik versiyonlarla sağlandı. Ya sömürecekleri ülkelerin içinden bazı siyasi, askeri liderlerle anlaşarak, ülkede darbe yaptırdılar. Yeni bir düzen kurdurup, destekledikleri liderlerden istediklerini aldılar. Ya da, askeri, ekonomik, siyasi olarak güçlü birlikler oluşturarak, zayıf ülkeleri bu birliklere belirli vaatlerle kabul ettiler. Dünya üzerinde yalnız, zayıf kalan ülkeler, güçlü ülkelerin himayesine girmek zorunda bırakıldı. Böylece himayeyi kabul eden ülkeler batılıların istediklerini vermek zorunda kaldı. Bazı batılı politikacılar sömürgecilikte yeni uygulanan bu metodu farklı bir örnekle sunuyorlar. Onlara göre; sömürgecilikte ülkelerin işgal edilmesi, işgal eden ülkelerin, işgal ettiği ülkelerle evliliği gibidir. İşgal eden ülke kendisi erkek, işgal ettiği ülkeyi kadın kabul eder. Nasıl evlilikte erkek, eşi kadının, ailesinin, çocuklarının bütün sorumluluğunu üstleniyorsa, işgal eden ülke de, işgal ettiği ülkenin sorumluluğunu üstlenir. İşgal ettiği ülke insanının, giyimi, geçimi, eğitimi, hastalığı, yaşatılması işgal eden ülkeye aittir. Batı dünyası sömürgecilik anlayışını değiştirerek evlilik ilişkisi olarak kabul ettiği, işgal mantığını kaldırarak fahişe metodunu sömürgecilikte uygulamaya başlamıştır. Fahişe metodu, kadına ihtiyaç duyan erkeğin, ihtiyacını gidermek için kadını ihtiyacı orantısında satın almasıdır. Bir kadını fahişe olarak satın alan erkek, kadının giyimi, yemesi, içmesi, çocukları, hastalığı, yaşamasıyla ilgilenmez. Zira satın alabileceği kadın çoktur. Biri olmaz ise diğeri olur. Batı dünyası 19. Yüzyıldan başlayarak sömürge anlayışında fahişe metodunu uygulamış. Ülke yöneticilerini satın alarak ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlamıştır. Satın alamadığı liderler olursa, ülke içinden satın aldıklarıyla ülkelerde darbeler, devrimler meydana getirerek, ülkelerin rejimini değiştirmiş. Yeni yöneticilerle ilişkisini sürdürmüştür. Günümüzde başta Amerika olmak üzere, Avrupa’nın sömürgecilikte uyguladığı model, fahişe metodudur.
Tarih içinde Asya ülkelerinin dünyayı sömürmek için yola çıktıklarından söz edilmez. Afrika ülkeleri de dünyayı sömürmek için yola çıkmamışlardır. Bugünün Afrika’sının zayıf olduğuna bakmayın. Afrika geçmişte kurduğu üstün medeniyetler ile, Yemen, Habeş, Mısır imparatorlukları dünyada zenginliği, gücü ile tanınan, bilinen ülkelerdir.
Asya’da en büyük nüfusa sahip olan ÇİN, HİNDİSTAN gibi ülkelerin kendi aralarındaki savaşların dışında, dünyayı istila etmek, sömürmek için yola koyuldukları bilinmiyor. Orta Asya’da yaşayan Hunlar, Türkler, Moğollar batıya doğru yürüyüşleriyle bilinirler. Temeli kuraklığa bağlanan yürüyüşlerin ne kadar doğru olduğu tartışılabilir. Girdikleri ülkeleri işgalden çok talan ederek, yakarak, yıkarak tahribat vermişlerdir. Güçleri tükenince de kaybolup gitmişlerdir. Bugünün Macaristan’ı hunların uzantısındır ancak, artık hunlarla herhangi bir ilintisi kalmamıştır.
Ortadoğu ülkeleri, bir kısım Afrika’dan, bir kısım Asya’dan, bir kısım Avrupa’dan oluşan bu ülkeler, geçmişte dünyanın merkezini oluşturmuşlar. Etrafındaki bütün kıta ülkelerinin dikkatini çekmişlerdir. Bugün de öyledir. Ortadoğu her nedense, Amerika, Avrupa ve Asya’nın dikkatini çekiyor.
Avustralya İngilizlerin işgalinden bu yana uzun yıllardır İngiliz eyaleti gibi yönetilmektedir. Yerli halkı Aborjinler uzun dönem insan yerine konulmadan yaşamışlar. Hala daha Avustralya üzerinde herhangi bir egemenlikleri yoktur. İngiliz kültürüyle asimile edilseler de, ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtulamamışlardır.
Batı dünyası, geçmişte Fansız, Roma, İspanya, Portekiz, İngiltere imparatorlukları dünyayı sömürmek üzere hareket ettiler. Eski yunan sömürgeciliğiyle ünlü bir yarım ada olarak, doğuda Hindistan’a kadar bütün ülkeleri rahatsız etti. Kendini batıya karşı korumak için yola çıkan Farslar, bir dönem Anadolu’nun batısına kadar işgal ederek, kendilerini Avrupa’dan korumayı hedeflediler.
Eski Anadolu halklarından olan, Hititler, Frigler, Urartulular, Lidyalılar, Arzavalar uzun yıllar önce batılılar tarafından asimile edilerek tarihten silinmişlerdir. Belki soy olarak, günümüzde bu halklara dayalı insanlar vardır ama, kimi Rum, kimi Ermeni, kimi Kürt, kimi Türk kimliğinde yok olup gittiler. Şimdi hiç kimse çıkıp, benim atalarım Hititlerdir, Friglerdir, Urartululardır, Lidyalılardır deme lüksüne sahip değil.
İnsan yaşamında din, kültürel, felsefi, ideolojik olarak her zaman yerini almıştır. Özellikle Ortadoğu ülkeleri sanki dinler medeniyetinin ortak noktası gibidir. İlahi dinler olarak kabul edilen, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın Ortadoğu’dan yayılmış olması, diğer kıtalardaki neredeyse bütün dinlerin pagan dini olarak nitelendirilmesi bu çağrıyı anımsatıyor.
İlahi dinler serüvenine baktığımızda, bir resulün Allah tarafından gönderilen topluma dinin gönderilmesinden itibaren gelişen seyir ilginçtir.
Bugün için Ortadoğu’dan kaynaklanan üç din, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik incelendiğinde ilginçlik önemlidir.
Yahudilik, Hıristiyanlık ırksal olarak Yahudilere aittir. Musa ve İsa Yahudi toplumlarının peygamberi olarak tarihte yerini alır. Musa; İsrailli olarak Mısır Firavununun ailesi içinde yetişmiş sonra İsrailli kölenin çocuğu olduğu ortaya çıkmış. Mısır’dan sürülmüş. Uzun süre sonra Mısır’a peygamberlik göreviyle dönerek, Firavunların köleleştirdiği İsrail oğullarını kurtarmıştır. İsa ise Yahudi toplumunda doğmuş, resullüğünü iddia ettiğinde Yahudiler tarafından yalancılıkla suçlanmıştır. Müslümanlık ise Arabistan’da Hz. Muhammed’in tebliğiyle başlamıştır.
Bu üç dinin özelliğini incelediğimizde, Yahudilik Musa’dan sonra İsrail oğullarının, yani Yahudi ırkçılığının uzantısına dönüştürülmüştür. Yahudilerin gelenekleri, yaşam biçimleri, Musa’ya bildirilen dine eklenmiş, Yahudi geleneklerine aykırı olanlar ayıklanmış. Böylece ortaya Allah’ın Musa’ya gönderdiği din yerine, YAHUDİLİK doğmuştur. O nedenle, Yahudilik, Allah’ın Musa’ya gönderdiği din değil, Yahudi geleneklerinin ilahileştirilmesinden ibarettir diyebiliriz.
Hıristiyanlık ise, Roma imparatorluğunun egemenliğinde olan Yahudi toplumu içinde doğmuş. Yahudiler İsa’yı yalancı peygamber ilan etmiş. Roma imparatorluğuna şikayetleri sonucu çarmıha gerilmiştir. Bu olaydan sonra İsa’ya inananlar ile Yahudilerin arası açılmış. İsa’nın havarileri Yahudilerden uzak, Roma İmparatorluğunun topraklarında yaşamlarını sürdürürken, etraflarındaki toplumlara inançlarını yaymışlardır. Roma ile İsa’ya inananlar arasında uzun mücadeleler olmuş. Daha sonra Roma Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Roma’nın Hıristiyanlığı kabulü, İsa’nın tebliğ ettiği dini kendi inancına, yaşamına, geleneklerine göre asimile etmesinden ibarettir. Bugünkü Hıristiyanlık, Roma döneminde batıya göre asimile edilen Hıristiyanlıktır. İsa’nın tebliğ ettiği dinle ilgisi yoktur. Batının ilkel dini tanrılar efsanesi, ZEUWS’UN gökyüzündeki krallığı, eşleri, çocukları felsefesi, günümüz Hıristiyanlığında, gökyüzünün kıralı Allah, karısı Meryem, oğlu İsa olarak batılılarca özetlenmiştir. Böylece Allah’ın İsa ile gönderdiği din OLYMPOS dini olmuştur.
Muhammed’in Arabistan’da tebliğ ettiği din olan Müslümanlık, Muhammed’in ölümünden sonra Arap geleneklerini dinin içine alarak, ilk önce ARAP MÜSLÜMANLIĞI haline dönüştürülmüştür. Böylece Allah’ın ayetlerine göre şekillenecek olan din, düşünce ve yaşam olarak, Arap geleneklerine göre şekillenmiştir.Müslümanlık Arabistan dışına çıktıkça, olaya FARSLAR, TÜRKLER, HİNTLİLER, BERBERİLER dahil oldu. FARSLAR, İranlılar. TÜRKLER Orta Asya’dan batıya göç eden Orta Asyalılar. HİNTLİLER, bugünkü PAKİSTAN, BENGLADEŞ ülkelerinde yaşayan aslı HİNTLİ olanlar. BERBERİLER ise kuzey Afrika’da yaşayan topluluklardır. Berberilerin Araplarla ilgisi yoktur. Hatta Mısır’ın dahi Araplarla ilgisi yoktur. EGYPTI, eski Mısır’ın, GYPTI eski Mısırlıların adıdır. Müslümanların Afrika’ya İslam’ı yaymalarından sonra toplumlar eski kültürlerinden bağlarını koparmadılar. Türkler, İranlılar, Hintliler, Berberiler, Müslüman olduktan sonra kendi kültürlerini İslam ile birleştirerek, TÜRK İSLAM’I, FARS İSLAM’I, HİNT İSLAM’I, KUZEY AFRİKA İSLAM’I ürettiler. Böylece Allah’ın ayetleriyle oluşturulması gereken Müslümanlık, toplulukların kültürüyle renklendirilmiş. Toplumların ırksal kültürleriyle birleşerek farklı Müslümanlıkları ortaya çıkarmıştır. Osmanlı imparatorluğu üç kıtaya hakim olan devlet olarak, özellikle hilafeti ele geçirdikten sonra, din anlayışını dünyadaki diğer Müslüman ülkelere yaymıştır. Bugün dünyadaki Müslümanlar arasında genel benzerliğin oluşması, farklılıkların görüntüde az görünüyor olması, Osmanlı egemenliği nedeniyledir. Osmanlı kendi din anlayışıyla, diğer Müslüman toplulukları asimile etmiştir.
Tarihte oluşturulan “dört mezhep haktır” düşüncesi, mezheplerin bilimsel incelenmesi sonucu, Müslüman bilginler tarafından yapılan bir tespit değil. Osmanlının siyasal uzantısıdır. Osmanlı hilafetini kabul eden mezhep tabilerini hak, kabul etmeyenleri batıl ilan etmiştir. Bugün İran merkezli Caferiliğin “hak mezhep dörttür, beşincisi Caferiliktir” esprisiyle değerlendirilmesi de Osmanlı’nın siyasal uzantısıdır. Osmanlılar ile İranlılar arasında en ciddi savaş Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında yapılan Çaldıran savaşıdır. Savaş her ne kadar İran ile Osmanlı arasında veya Türkler ile Farslar arasındaymış gibi görünse de, aslında Şah İsmail Türk kökenli olarak İran’ı ele geçiren, Osmanlıya karşı çıkarak güç gösterinde bulunandır. O nedenle Çaldıran savaşı, iki Türk kökenli liderin savaşından ibarettir. Türklerle İranlılar arasında değildir. 600 yıllık Osmanlı sultanlığı döneminde İran ile Osmanlı arasında Çaldıran savaşı dışında, küçük sınır çatışmaları haricinde herhangi bir ciddi savaş olmamıştır. Bu nedenle, Osmanlı din anlayışının uzantısı olarak, Osmanlı uleması, “hak mezhep dörttür, beşincisi Caferiliktir” tekerlemesini uydurmuşlardır. Caferiliğin batıl değil de, beşinci mezhep kabulü, İranlıların Osmanlılarla savaş değil, barış içinde oluşlarıdır. Eğer İranlılar Osmanlı ile savaş içinde olsalardı, Caferilik asla beşinci mezhep olarak kabul dilmeyecekti. Osmanlı siyasal politikalarıyla dört mezhep anlayışıyla yeni bir din üretmiştir. Osmanlının ürettiği dört mezhep dini, Müslümanlık adına çıkan mezheplerin, kendi yaşam, ırk, tarih, toplum geleneklerine bağlı figürler içerse de, Osmanlı’ya tebaa oluşlarının simgesidir. Değilse; Kur’an açısından incelenip, hak oluşu tespit edilen mezhepler değildir.
İşte konunun başında söylediğimiz ilginçlik buradadır. Bütün toplumlar, ilahi dinleri ancak, ya siyasi egemenliklerini kabul esasıyla, ya da kendi gelenekleriyle kabul etmişler. Kendi siyasal güçlerini, kendi geleneklerini dinden saymışlar. Böylece ilahi dinlerin tebliğ edildiği bütün toplumlar, kendi siyasi anlayışlarını, kendi geleneklerini dinden sayarak ilahileştirmişlerdir. İnsani olan siyasal erkin, insani olan geleneklerin, Allah’ın dininden sayılarak ilahileştirilmesi, ortaya büyük bir sorun çıkarmıştır. Ortaya çıkan sorun, kabul edilen dinin ismi aynı da olsa, toplumlara göre, siyasi erklere değişken olmasıdır. Güçlü topluluklar gelenekleriyle bütünleştirdikleri veya geleneklerine teslim aldıkları İlahi dini, DİN olgusunda egemen oldukları bütün ülkelere dayatmışlar. Zayıf toplumlar güçlü toplumların dinini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Müslümanların tarihine baktığımızda, Müslümanlığın tarih içinde, resul döneminden sonra, EMEVİ MÜSLÜMANLIĞI, ABBASİ MÜSLÜMANLIĞI, OSMANLIĞI MÜSLÜMANLIĞI, FARS MÜSLÜMANLIĞI olarak tezahür ettiği, günümüze bu uzantılarla damgasını vurduğu, bu anlayışlara karşı olan düşüncelerin de KARŞIT MÜSLÜMANLIK DİNİ oluşturduğundan söz edebiliriz. Müslüman toplumlarda çağımızda oluşan KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI, HADİSLERE DAYALI SELEFİ MÜSLÜMANLIĞI, oluşan, oluşturulan tarihsel din anlayışlarına tepkiden ibarettir.
Yahudiler Süleyman’dan sonra, uzun yıllar İmparatorluklarını oluşturamadılar. Hıristiyanlar ise Roma İmparatorluğu sırasında, geleneklerine teslim aldıkları İsa’nın tebliğ ettiği dini, HIRİSTİYANLIK adıyla dünyaya yaydılar. Osmanlı’nın Roma’yı yıkmasından sonra, gücünü kaybeden batılılar, Afrika’nın güneyinden Asya’ya, Amerika’nın keşfiyle Amerika’ya doğru harekete geçerek, kültürlerini, dinlerini, ideolojilerini oralarda yaşayan toplumlara götürdüler.
Müslümanlar ise en güçlü dönemini Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşadı. Ancak Osmanlı’nın dünyaya yaydığı din, Allah’ın Muhammed’e tebliğ ettirdiği din değildi. Osmanlı Eski Türk geleneklerini, Türklerin eski dini ŞAMANİZM’İ, Müslümanlığın genel çerçevesi yaptı. Kabul ettiği İslam’ı zaman içinde, gelenekleri ve eski dini Şamanizm içinde eritti. Günümüzde bazı kesimlerin ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI dedikleri şey, Türklerin İslam’ı kendi potalarında erittiği, yok ettiği, İslam’dan kaynaklanan kavramların yeniden şekillendirdiği yeni bir dindir. Allah’ın ayetleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Osmanlı uzun dönem BEKTAŞİ tarikatları aracılığıyla yaptığı bu asimilasyonla, İslam’ı yok edip, aynı ROMA’NIN HIRISTİYANLIK adıyla yeni bir din doğurduğu gibi, Osmanlı da kültürel olarak ANADOLU MÜSLÜMANLIĞINI, siyasal olarak DÖRT MEZHEP MÜSLÜMANLIĞINI doğurdu. Anadolu Müslümanlığın üç uzantısı var. SÜNNİLİK, BEKTAŞİLİK, ALEVİLİK. Sünnilik, Türk gelenekleri ile Arap geleneklerinin sentezidir. Dört mezhebi hak kabul eder. Zira dört mezhebin anlayışı Osmanlı’yı tasdik eden anlayıştır. Anadolu Sünniliğinin içinde var olan, türbeler, yatırlar, evliyalar, mumlar eski ŞAMANİZM dinine aittir. Mevlitler, kandiller Osmanlı’nın topluma hediye ettiği, kuran dışı uygulamalardır. Osmanlı döneminde Araplardan sentez edilen ve Müslümanlık yaşamının değerleri kabul edilen, sarık, sakal Arap gelenekleridir. Anadolu Müslümanları, Osmanlı’nın son zamanında başlayan, Cumhuriyet dönemiyle devam eden batılılaşma hareketiyle, batının ideolojisi, yeni dini olan DEMOKRASİYİ, LAİKLİĞİ, inanç ve yaşam biçimlerinin temeli saydılar. Dinsel yaşamlarını geleneklere bırakmışlardır. Müslümanlığı, demokrasi ve laiklik kavramlarında asimile ettiler. Böylece Cumhuriyet döneminde Anadolu’da yeni bir Müslümanlık üretilmiş oldu. DEMOKRASİ, LAİKLİKLE BİÇİMLENDİRİLEN MÜSLÜMANLIK.
Musa’ya, İsa’ya, Muhammed’e gönderilen dinin temel özelliği insanların Allah’ın kulları olmasıdır. Allah’a kul olmak nedir diye sorguladığımızda karşımıza çıkan şey, insanın Allah’tan gelen ayetlere göre yaşam oluşturmasıdır. Ancak görünen o ki, sözü geçen peygamberlerden sonraki toplumlar, Allah’ın ayetlerine göre yaşam oluşturma yerine, toplumsal inanç, ideoloji ve geleneklerine göre, Allah’ın ayetlerini yorumlayarak yeni bir din oluşturmuşlardır. Oluşturdukları dinin Allah’ın diniyle ilgisi yoktur. İnsanların oluşturdu dinlerin temel özelliklerini söyle sayabiliriz. Peygamberler her ne kadar insan olsa da, tanrısaldırlar. Hatasız, günahsızdırlar. Peygamberlerin varisleri olan insanlar vardır. Onlara Erenler, Evliyalar, Alimler, İmamlar, Ayetullahlar, hahamlar, papazlar, Rahipler denir. Peygamberlerin varisleri de hatasız, günahsızdırlar. Toplumlar hatasız, günahsız insanlar saydıkları hakkında bir sürü hikaye uydururlar. Müslümanların kültüründe uydurulan hikayele menkıbe denir. Uydurulan her hikaye insanları ilahileştirmeye yöneliktir. Toplumlar dini yaşam olarak, kendi geleneklerini yaşamaya devam ederek, ayetlerle süslemişlerdir. Bu olgular günümüzdeki, Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların temel görüntüsüdür. Her üç toplumun Allah’tan gelen ayetlerle herhangi bir bağı yoktur. Bu toplumlar, Allah’tan gelen ayetlere göre dini öğrenmeyi, yaşamayı öne çıkaranları, kafir, sapık ilan etmişlerdir. İlahi kitapların sonuncusu Kur’an, toplumların bu yozlaşmasına, yozlaşarak yeni bir din oluşturmasına, EHLİ KİTAPLAŞMA demektedir.
Fransız kültür devriminden sonra toplumlara sunulan bireysellik, laiklik anlayışı, insan yaşamının tümünde somut olarak var olan dini, sosyal ve psikolojik olarak soyut noktasına indirgemiştir. Bireyselliğe göre, din bireyi ilgilendirir, toplumu ilgilendirmez. Toplum; yaşamını dine göre değil, din dışı yasalara göre oluşturur. Laiklik anlayışına göredin, insan yaşamını düzenleyen somut bir olgu değil, insan psikolojisini, ahlakını düzenleyen soyut bir olgudur. Dolayısıyla somut değere ulaşamayarak soyutta kalan dinin hiçbir kuralı insan yaşamını düzenleyemez. İnsan yaşamı somut değerlerle düzenlenir. Somut değerler ise, akıldır, bilimdir.
Fransız kültür devriminden sonra ortaya konan bu anlayış bugün, Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların temel / genel anlayışıdır. Her toplumda, yani Hıristiyanlar, Yahudiler, Müslümanlar arasında, “din soyut değil, somuttur, insanın, toplumun yaşamını düzenler” diyenler marjinaldir. Artık bu üç toplumda da, somut değer kabul edilmeyen din, insanda, toplumlarda kültürel bir değer olarak varlığını sürdürür. Kültürel değerler yasalaştırılamaz. Böylece yasalaşmayan din hükümleri, insanların bireysel toplumsal yaşamını oluşturamaz. Cumhuriyet kurulduktan sonra, cumhuriyetin felsefesini oluşturan fikir adamlarından Ziya Gökalp, üst kavram olarak milleti esas alırken, dini, milleti oluşturan kültürel değerlerden biri olarak kabul eder. Böylece Ziya Gökalp; batı tipi laikliğin, din anlayışının ülkemizde yapılanmasına, Cumhuriyetin temel fikri olmasına zemin hazırlamıştır. Ziya Gökalp’e göre İslam dini, Müslüman’ın, Müslüman toplumun yaşamını düzenleyen değil, millet olmasında soyut değerlerden ibarettir.
Yahudiler İsrail devletini, Hıristiyanlar Vatikan’ı, Müslümanların Sünni kesimi Arabistan ve bazı Arap ülkelerini, Şia İran’ı genelden ayırarak, dinin yasalarıyla toplumu yönetmektedirler. Ancak onların dinin yasalarıyla toplumu yönetiyoruz dedikleri yasalar, Allah’ın resulleri aracılığıyla tebliğ ettirdiği din değil, toplumların gelenekleriyle oluşturdukları dindir. Yani Vatikan, İsa’ya gönderilen dinle değil, Latin dünyasının gelenekleriyle oluşturduğu HIRİSTİYANLIKLA yönetilir. İsrail, Musa’ya gönderilen dinle değil, Yahudi gelenekleriyle oluşturulan YAHUDİLİĞE / MUSEVİLİĞE göre yönetilir. Bazı Arap ülkelerinin dinsel yönetimleri , Muhammed’e gönderilen dinle değil, Arap gelenekleriyle oluşturulan SÜNNİ MÜSLÜMANLIĞA göre yönetilir. İran’ın son yüzyılda kurduğu din devleti, Muhammed’e gönderilen dinle değil, ŞİA’NIN CAFERİ KOLUNUN Fars gelenekleriyle oluşturduğu ŞİA MÜSLÜMANLIĞINA göre yönetilir.
Din dışı ideolojiler olarak geçen, 19. yüzyılda gerçekleştirilen ve günümüze egemen olan KAPİTALİZM, SOSYALİZM / KOMÜNİZM, bireyin, toplumun çıkarlarını esas alarak dünyaya şekil vermeye çalışır. KAPİTALİZM’İ uygulayan KAPİTALİSTLER, KOMÜNİSTLERDEN / SOLCULARDAN daha başarılıdır. Zira çıkar yarışında insan, kendini daima öne çıkararak, toplumsal çıkarı düşünmez. Bireysel çıkarın önünü açan liberalizm, “bırakın yapsınlar” felsefesiyle, tolumda güçlü sermayeler oluşturmuşlardır. Oluşan güçlü sermayeler toplumları köleleştirmiş. Sermayelerin tüketici sınıfı haline dönüşen toplumlar, sermayeye muhtaç hale getirilmişlerdir. Kapitalizm hızla gelişirken, toplumsal çıkarı savunan KOMÜNİZM uygulandığı ülkelerde kısa zamanda çökmüştür. Solu uygulayanların neredeyse tümü, SERMAYEDARLAR / KOMPRODORLAR sınıfına dahil olmuşlardır.
Allah’ın ayetlerinde söz etiği dünyevileşmek, yani dünyevi çıkarlara göre hareket etmek, çağımızda iki ideoloji tarafından yarışırcasına uygulamaya sokulmuştur. İkinci dünya savaşından sonra, bireysel çıkarı savunanların lideri Amerika, toplumsal çıkarı savunanların lideri RUSYA, birlikte dünyayı bölüşerek, eski imparatorlukların sömürgecilik anlayışını sürdürdüler.
Henüz ne Hıristiyanlar, ne Yahudiler, ne de Müslümanlar, Allah’ın ayetlerinde ifade edilen, yeryüzündeki bütün nimetler insanlara verilmiştir. Her insan hak ve adalet içinde, sevgi, saygı, paylaşıma dayalı olarak nimetlerden yararlanmalıdırlar ilkesini anlayıp hayata sokamadılar.
Hıristiyan dünyası bugün Hıristiyanlığı sevgi dini olarak dünyaya yayarken aynı zamanda dünyayı sömürmekte, sömürüyü başarabilmek için kana bulamaktadır.
Yahudi dünyası, güçlü sermayeleri ile, ticaretlerine bakmakta, geleneklerinde söz edilen vaat edilmiş büyük YAHUDİ DEVLETİ için çalışmaktadırlar
Müslüman dünyası henüz batının asimilasyonuna karşı bir çözüm üretememiştir.
Asya ve Uzak Asya ülkelerinde yaşayanlar, yerel dinlerini gelenekleştirmişler, bireysel, toplumsal yaşamlarını LAİK anlayışa göre şekillendirerek,dinlerini SOMUTLUKTAN, SOYUTLUĞA dönüştürmüşlerdir.
Böylece 19.20. ve 21. Yüzyıl liberalizmin, laikliğin yılı olmuş, hükümranlığını hala sürdürmektedir.
Kendisine akıl verilen insanın önünde kimliğini bulması için bir çok seçenek vardır.
- Atalarının yolundan giderek, aklını, iradesini geleneklere teslim etmek
- Çıkarları peşinden giderek, liberalizmi, laikliği yaşamının gerçeği saymak
- Güçlü ülkelerden yana olarak, onların arasında yaşayarak, bireysel olarak güçlenmek
Veya Allah’ın kendisine verdiği aklı, muhakemeyi, iradeyi öne çıkararak kendini köle kılan bütün düşüncelere, kurallara, yaşamlara karşı çıkmak.
Neye göre karşı çıkacaktır?
Sorunun kısa cevabı doğrulardan yana olarak karşı çıkmaktır.
Peki kime, neye göre dorudur? Doğruların ölçüsü nedir?
Her akla göre doğru farklıdır.
Her topluma göre doğru farklıdır.
Her ideolojiye göre doğru farklıdır.
Her düşünceye göre doğru farklıdır.
Her dine göre doğru farklıdır.
Hatta; her bilimsel bulguya göre doğru farklıdır. Zira bugün tespit edilen bilimsel bulgular, yarın yenisiyle değiştirilerek, eskisine yanlışmış dedirtmektedir.
Dünya tarihine baktığımızda doğruları belirleyen iki taraf vardır.
Birinci taraf insandır.
İkinci taraf Allah’tır.
Dine dair mesajların temeli, yaratıcı varlık Allah’ın (veya Tanrının) yeryüzünde yaşayan insanlara yaşamın doğrularını belirterek, belirttiği doğruların kurallarına göre yaşamalarını istemesidir. Yani Allah insanlardan birini resul seçtiğinde, resulleri aracılığıyla insanlara ayetleriyle seslenir. Allah’ın ayetlerle belirttiği doğrular, insanın dünyaya gelişi, dünyada yaşama nedeni ile yaşama kurallarından ibarettir.
İnsan Allah’ın bildirdiği nedenlere inanmadığında, kendine göre dünyadaki varlık nedenini, yaşama nedenini felsefeleştirir. Böylece dünyadaki varlığına bir anlam kazandırdığına inanır. Allah’ın yaşama kurallarını kabul etmeyerek kendisi yaşam kuralları oluşturur.
Ancak bu ikilemde, laiklik kaypaktır. Laiklik; insanın dünyaya gelişi, dünyadaki yaşama nedenini dine göre algılar. Fakat yaşama düzenini kedisi oluşturup, dini somutluktan, soyutluğa indirger. Böylece; bir taraftan Allah’a “sana inanıyorum” der, diğer taraftan “dünyama karışma, dünyamı ben düzenlerim” der.
Allah’ın gönderdiği ayetler, kendine inanmayanları inanmamalarından, inandığını söyleyenleri de, kurallarına göre yaşayıp yaşamadıklarından hesaba çekeceğini söyler. Böyle iki kesimi de sorumlu tutar.
Sonuçta karşımıza din açısından üç insan tipi çıkmıştır.
Birincisi; Allah’ın bildirdiği doğrulara göre inanan, kurallarına göre yaşayan.
İkincisi; Allah’ın bildirdiği doğrulara inanmayan, kurallarını kendisi oluşturan.
Üçüncüsü; Allah’ın bildirdiği doğrulara inanan ama yaşamın kurallarını kendisi oluşturan.
İnsan din açısından üçünden birini seçer.
Dine karşı tutumundan üç insan tipi ortaya çıkar.
Birincisi; Allah’ın gönderdiği dini olduğu kabul eden.
İkincisi; Allah’ın gönderdiği dini hiç kabul etmeyip, ya dinsiz, ya da kendinin uydurduğu dine göre yaşayan. Paganlar, putperestler gibi.
Üçüncüsü; Allah’ın gönderdiği dinin içeriğini değiştirip, kendi gelenekleriyle, kendi inançlarıyla, siyasi ekonomik güçleriyle yeni bir din oluşturan. Oluşturduğu dine Allah’ın dini diyen.
Sömürgecilik açısından üç insan tipi ortaya çıkar.
Birincisi; insanları, toplumları, ülkeleri sömüren.
İkincisi; sömürgeciliğe karşı çıkan.
Üçüncüsü; sömürülen ülkelerde yaşayıp sömürgeciler tarafından satın alınan.
Asimilasyon açısından üç insan tipi ortaya çıkar.
Birincisi; gücünü kullanarak insanlara, toplumlara inancını, kültürünü, yaşamını dayatarak asimile eden.
İkincisi; her türlü asimilasyona karşı çıkıp, kendi inançlarını, kültürünü, yaşamını koruyan.
Üçüncüsü; asimilasyon karşısında tamamıyla asimile olup yok olan.
Her insan; kendi kimliğini oluşturma noktasında yerini bulur. Ancak şu var ki, siyaset sosyolojisine göre insanların neredeyse %80-90’nı, bu konularla ilgilenmeyerek güçlü insanları takip ederler. Yani başkalarının kimliğine bürünürler. Yani kimliksiz olup, takip ettikleri kimliklerin taklidini yaparlar.
Mesela; Müslümanların kültür dünyasına baktığımızda, bir müridin şeyh karşısında kimliği yoktur. Mürit şeyhinin kimliğinde varlığını yitirmiştir. Bir mezhebe bağlı olanın, mezhep imamı karşısında kimliği yoktur. Mezhep imamının kimliği karşısında varlığını yitirmiştir. Bir cemaate üye olanın kimliği yoktur. Cemaat liderinin kimliği karşısında varlığını yitirmiştir.
Olaya siyasi olarak baktığımızda, bir partiye bağlı olanın kimliği yoktur. Partiye bağlı olan, parti liderinin kimliğinde yok olmuştur.
Kimlikli olmak demek, inancını, düşüncesini, yaşamını kendi iradesiyle biçimlendirmesi demektir. Başkaları tarafından biçimlenenlerin, biçimlendirdikleri bir kimlikleri yoktur.
DEMOKRASİ; kimliklilerin, kimliksizlere kendini kabul ettirme düzenidir. Yani, akli, iradi, mevki makamla, sermayeyle güçlenenler, toplumda kendilerini kabul ettirirler. Kabul ettirme sadece siyasi anlamda olmayabilir. Her ne kadar demokrasi kelimesi siyasi anlamda kabul ediliyorsa da, aslında, sosyal, ekonomik, psikolojik bütün alanlarda, kimliklilerin kendisini kimliksizlere kabul ettirmesidir.
Konuyu biraz ayrıştırırsak. Psikolojisi üstün olanlar ortaya çıkıp dalaştıklarında, psikolojisi zayıf oldukları için kimliklerini ortaya koyamayanlar dalaşanlardan birine taraf olarak kimlik kazanırlar. Zengin kelimesinin anlamının topluma yerleşmesi, ZENGİNLİK KAVRAMLARI, toplunun fakirlerince kabul edildiğinde, fakir kimliğini kaybetmiş, zenginin kimliğinde erimiştir. Sosyal anlamda ise, tolumda değişik nedenle oluşturulan kavramlar vardır. AŞİRET, AĞALIK,BURJUVA, DEMOKRAT, BÜROKRAT, AYDIN, ÜLEMA, ALİM, ŞEYH, İMAM, AYETULLAH, DALAI LAMA, HAHAM, PAPA, PAPAZ, RAHİP, LORD, KONT, KRAL, PADİŞAH, ÇAR, FİRAVUN, İMPARATOR, BAŞKAN vesaire. Bütün bu kelimelerle tanımlanan sosyal biçimlendirmeler kimliklerdir. Bunları benimseyen, tabi olanlar kimliklerini kaybetmişlerdir. Bu kavramlarla oluşan kişilere koşulsuz bağlıklarını sürdürülenler de kimliklerini kaybetmişlerdir.
Allah’ın ayetleri insanlara “Allah’tan başka ilah yoktur” kavramı içinde, “ey insan, senin kimliğinin üzerinde sana hükmedecek sadece benim” der. Yani bir Müslüman veya gerçekten İsa’ya, Musa’ya inanan Hıristiyanlar, Yahudiler, Allah’ın bu sözüne inandığında, Allah’tan başka hiçbir varlığın kimliğinde yok olamazlar. Zira Allah katında bütün insanlar eşittir. Her insan kendi kimliğiyle var olmak hakkına sahiptir. Allah katında kendi kimliğiyle var olmaktan da sorumludur.
Zira Allah’a göre kimliksizlik, insanın insana köleliğinden ibarettir. Müslüman; geleneklere göre değil de, ayetlere göre, bilgiyle bilinçle Müslüman olduğunda, bütün insanlarla eşit hale gelerek, kendi kimliğiyle konuşan insan haline gelir.
Bu şu demek değildir. Kendi kimliğini insanlar önüne çıkaran insan, bencillik etmiş, insanlara saygısızlık yapmıştır. Hayır; aksine, kimliğini öne çıkaran insan, başka insanların kimliğini de kabul ederek kendini eşitlemiştir. Bu ona Allah’ın öğrettiği bir doğrudur. Ancak bu doğruyu insanlar insana öğretmez. İnsanların insanlara öğrettiği doğru, çıkarcı, açıkgöz, aklı üstün, sermayesi üstün, mevkii, makamı üstün, güçlü insanların kimlikli olduğu, diğerlerin onlara tabi olması gerektiği, hatta demokrasi çerçevesinde onları seçerek kurumsallaştırmasıdır.
Kimliğini arayan insan, doğruda hangi doğruyu seçeceğini bilgiyle, bilinçle bilen insandır. Dünya ömrünün kısalığında, fazla söze gerek kalmadan, insanca yaşayıp, Allah’ın huzuruna sorumlulukları yetiren getirmenin bilinciyle gidebilmek, kimlikli olmanın bir sonucudur.
Allah çağırıyor. Kimlikli olun. Kimsenin kimliğinde kaybolmayın. Kimseye kendinizi ezdirmeyin. Kimse sizi sömüremesin. Kimse sizi kendi inançları, gelenekleri doğrultusunda asimile edemesin. Kimse sizi dünyanın gösterişiyle kandıramasın. Onurlu, dik durun. Aranızda,sevgiyi, saygıyı, paylaşımı yayın. Rabbinizin bildirdiği doğruları aranızda hakim kılın. Allah’ın size verdiği nimetleri aranızda pallaşın. Unutmayın yaşamınızdan sorumlusunuz.
Bu çağrıya karşılık olumsuz cevap verenler de, olumlu cevap verenler de olacaktır. Ancak hangi cevap olursa olsun, önemli olan insanın kendi kimliğiyle cevap vermesidir. İster evet desin, ister hayır. Baskı altında kalmadan, başka insanların etkisinde kalmadan cevap versin. Allah’ın istediği budur. Zira her insan Allah katında eşittir. Eşit olarak bütün insanlar sorumluluklarını kendisi üstlenmek zorundadır. Kimse kimseye sorumluluk yükleyemez. Kimse kimseyi sorumluluktan kurtaramaz.
İnsan, sorumluluklarını üstlendikçe insandır. Sorumluluklarını başkalarına yıkan asalaktır. Asalaklık ise insan için onur kırıcı bir tanımdır. Asalaklık insan kimliğinin dibe vuruşudur.
Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Allah insana sesleniyor. Rabbinizi dinleyin. İnsanlara tabi olarak kul olmayın. Kendiniz olun. Kimliğinizi başlarını takip ederek, başkalarının kimlinde yok olarak kaybetmeyin. Allah sizi siz olduğunuz için sever. Allah size aklı, muhakemeyi, iradeyi kendiniz olun diye vermiştir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.