OSMANLI KLASİK DÖNEMDE EĞİTİM VE BİLİM
OSMANLI KLASİK DÖNEMDE EĞİTİM VE BİLİM
Eğitim açısından, öncesindeki oluşum ve kurumsallaşma aşaması hakkındapek fazla bilgi sahibi olamamamız sebebiyle yaklaşık 10. yüzyıldan başlayıp 18. yüzyıl sonuna kadar devam eden bu uzun döneme klasik dönem adını vermemizin nedeni, içeriğini ve farklı düşünce okullarını tartışma konusu yapmaksızın, kurum ve yöntemiyle birlikte dinî dünya görüşü çerçevesinde şekillenen bir eğitim anlayışının uzun süre varlığını sürdürebilmesinden kaynaklanmaktadır. Bir diğer nedeni de, İslâm bilim ve düşüncesinin klasik çağı olarak da ifade edilen 8.-16. yüzyıllar1 arasında gelişerek ve geleneğini oluşturarak olgun dönemini
yaşayan bu eğitim anlayışı ve kurumlarının, zaman zaman tartışmalı veya sorunlu süreçler yaşasa da kültürel ve medeneyitsel anlamda etkinliğini, bir başka ifadeyle taşıyıcılığını ve öncülüğünü modern dönemin ve aydınlanmanın şekillenmeye başladığı aşamaya, 18. yüzyıl sonlarına gelinceye kadar devam ettirebilmesidir.
7-9. yüzyıllar arasında çok farklı kültür ve coğrafyaları etkisi altına almaya başlayan İslâm medeniyeti, ilme ve öğrenmeye yaptığı açık vurguyla birlikte2 eğitimi, adil ve evrensel bir toplumsal düzenin gerçekleşmesini sağlayacak en etkin hedef olarak belirlemişti. Bu amacı gerçekleştirmek için yapılı veya yapılı olmayan hem temel, hem yüksek seviyede eğitim veren kurumlar ve kurumsallaşmalar hızlı bir şekilde yaygın hale gelmiştir. İslâm düşünce ve kültürünün biçimlenme dönemine çeşitli şekillerde katkıda bulunan ilim insanlarının çoğunluğunun, aynı zamanda birer öğretmen olduğunu gözlemlemek şaşırtıcı gelmemelidir. Bu öğretmen alimlerin eğitim faaliyetleri, dönemi ve doğası gereği bireysel, ancak dışa vurum ve ifade açısından entelektüel nitelikte olmuştur.3 Nihayet bu sürecin
örgün eğitimsel kurumsallaşmasının ise 9.-10. yüzyıllardan itibaren medreselerin oluşumuyla gerçekleştiği bilinmektedir.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ortaya çıkan siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimleri, kültürel ve siyasal dinamiklerden kaynaklanan özgün boyutlar bazan farklılıklar ortaya çıkarsa da bu klasik dönemin yapılı eğitim kurumu medresenin Eğitim anlayışında ciddi bir değişiklik modern dönemlere gelinceye kadar yaşanmamış; din bilimleri, özellikle fıkıh ve kelâm ağırlıklı olarak eğitim programlarının felsefesini ve ufkunu belirlemiştir.
Her kültür ve medeniyet, gerek Avrupalı gerekse Asyalı olsun, kendi sosyal
ve kültürel tarihlerinde ve eğitim deneyimlerinde nasıl farklı aşamalardan geçmiş, evrimler yaşamış, özgün eserler ortaya koymuşsa, Türkler de eğitim tecrübelerinde tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren benzer aşamalardan geçmişler, bir yandan başkalarından öğrenmeye kendilerini açık tuttukları gibi diğer yandan da eğitim içeriğinden kurumlarına, öğretim yöntemlerine varıncaya kadar kendilerine özgü başarılı deneyim ve örnekleri üretmekten geri
kalmamışlardır.
Sınıfsal farklılıkların derin olmadığı, hayat boyu elde edilen deneyim ve birikimin öne çıktığı, mücadele ve eşitlik anlayışının özel bir yer tuttuğu Türkler’in Orta Asya dönemlerinde, yoksulların da aynı imkanlarda yetişerek erdemli, onurlu ve cesur bir şekilde hayata katılabilme fırsatlarının bulunduğu anlatılmaktadır. İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı ünlü Dîvânu lügâti’t-Türk adlı eseri Türkler’in eğitim anlayışından da izler taşırken, hayatta “sadelik, tevazu, mertlik, cömertlik ve güzel huyluluk” öne çıkan ilkeler olarak göze çarpar. Yusuf Has Hacib ise Kutadgu Bilig’de “Bilgiyi büyük bil ve anlayışı ulu; bu iki şey yükseltir seçkin kulu,” veya “Anlayış ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan açık dilin kıymetini bil!”4 gibi algı inşa edici sözleriyle klasik dönem Türk eğitim anlayışının şekillenmesinde önemli katkılar yapmıştır.
10. yüzyıl ortalarına doğru İslâmiyet’e giren Karahanlılar’ın Bağdat’taki eğitim kurumlarından esinlenerek İslâm kültürü ve düşüncesinin bölgeye nüfuzu ve yaygın hale gelmesinin yanı sıra eski inançlarla da mücadele etmek için Türkistan ve İran bölgesinde eğitim kurumları açtığı bilinmektedir. Tarihte ilk medresenin kavramıyla birlikte ne zaman ve nerede ortaya çıktığı tam olarak tespit edilemese de asıl gelişimini ve yaygınlaşmasını 11. yüzyılda Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün öncülüğünde başardığını belirtmek gerekir.
12. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan medreseler ve bunları besleyen
vakıf düzeni, sadece İslâm dünyasının önde gelen, bir uçtan diğer uca uzanan kentlerine yayılmakla kalmamış, komşu kültür ve medeniyetler üzerinde de etkili olmuştur.
Doğu ve Batı dünyasında yüksek eğitim kurumlarının doğuşunu mukayeseli bir
şekilde inceleyen George Makdisi, Müslümanların açmış olduğu eğitim ve bilim kurumlarının, örneğin medrese ve rasathanelerin, Avrupa’daki yüksek okul ve üniversite sisteminin gelişmesine, hatta doktora ve kürsü gibi uygulamalara da kaynaklık ettiğini ortaya koymuştur. Charles H. Haskins’e göre Batı üniversitesi, Atina ve İskenderiye’nin değil Paris ve Bologna’nın mirasçısıdır.
13. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu’nun kuzey-batısında küçük bir beylikle
başlayan ve farklı coğrafya, kültür ve yaşam geleneğine sahip toplulukları içine alan ve uzun yıllar yaşatabilen bir devlet ve yönetim anlayışıyla temayüz eden Osmanlılar, aynı zamanda bu tecrübeyi inşa eden, bu birikimi mümkün kılan üstün bir eğitim anlayışı ve uygulamasının varlığına da işaret ediyordu. Gerek kurumlaşmış, örgütlü sıbyan, medrese ve Enderun12 ile gerekse yaygın ve daha esnek olan kütüphane, cami, dârüşşifâ, rasathane, muvakkithâne, dergah, tekke gibi yarı dinî yarı eğitimsel ve kültürel kurumların yanında “Ahî teşkilatı”
ve “Loncalar” şemsiyesi altında teşkilatlanan oldukça geniş meslekî eğitim kurumları, Osmanlı İmparatorluğu’nu yüzyıllarca beslemiş ve modern zamanlara kadar taşımıştır.
Eğitim anlayışı ve kurumları dinî ağırlıklı olmakla birlikte, bilginin diğer alanlarında,
felsefe, matematik ve astronomi gibi alanlar da zaman zaman medrese müfredatında yer bulmuş, bazan da dışlanmıştır. 17. yüzyıl ortalarında felsefî ilimlere karşı özellikle merkezdeki önde gelen medreselerin ortaya koyduğu dışlayıcı tavır ve medrese müfredatındaki yozlaşma, gerek medrese dışından gelen, fakat medresede okutulan veya okutulmayan pek çok eseri özel halkalarda çeşitli hocalardan okuyan Kâtib Çelebi (ö. 1657), gerekse medrese içinden gelen Hafâcî (ö.1659) gibi dönemin entelektüelleri tarafından dile getirilmiştir.15 Mantık, medrese eğitiminde modern eğitimde matematiğin gördüğü işleve benzer bir işlev gördüğünden dolayı bütün disiplinlerin, özellikle de nazarî hikmetin aracı
olarak kabul edilmiş, Ali Kuşçu’dan itibaren medrese müfredatının ayrılmaz bir dersi haline gelmiş ve bu konumu 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.
Modern anlamda sınıf düzeninin bulunmadığı, daha çok okutulan kitap ve hoca merkezli bir eğitim anlayışının uygulandığı ve seviyelerin buna göre belirlendiği medreselerdeki derslerde takip edilen öğretim seviyelerine bakılırsa genellikle üç aşamanın öne çıktığı görülebilir: giriş (iktisâr), orta (iktisâd) ve ileri (istiksâ) seviye.18 Bazan 7, bazan 10, bazan da – Süleymâniye Medresesi’nde olduğu gibi – 12 seviyeye çıkan medrese yapılanmasında bu aşamalar, öğretim düzeninde belirleyici olmuştur.
Öğretilen içeriğin doğası, medreselerde öğretim yöntemlerini de genel hatlarıyla belirlemiştir: ezberleme, tekrarlama, anlama, müzâkere ve not tutma.
OSMANLIDA MEKTEPLER
Modernleşme çabalarıyla açılan askeri okullar ve mekteplerden önce Osmanlı Devleti eğitim kurumlarının başlıcalarını sıbyan mektepleri(Mahalle Mektepleri), medreseler, Enderun Saray Okulu, Şehzadegan Mektepleri gibi kurumlar oluşturmaktadır. Medreseler eğitimin odağındaydı.
Medreseler ve Öğretim Yöntemleri
Asırlar boyunca İslam dünyasında talim- terbiye, öğrenimle ilgili prensipleri Talimü’l Müteallim isimli pedagojik eser belirlemişti. Bu esere göre tahsilde müzakere, münazara ve mutaraha (Birbirine söz söyleme) gibi metotlar bulunmaktaydı.
Medreselerde kullanılan öğretim metodu da dedüktif karakterde idi. Bu metodun esasını meseleleri nasslara ve otoritelere dayandırmak teşkil etmektedir. Bu metot, ilk zamanlarda ezberi esas almıştır. İlk önce Kuran’ı ezberlemek ve mümkün olduğu kadar çok sayıda hadis öğrenmek gerekiyordu.
1594 tarihli bir darülhadis vakfiyesinde öğretim usulleri konusuna temas edilmektedir. Buna göre müderrisin dersini anlatmadan önce o konuda iyi bir araştırma yapması ve etraflıca düşünmesinin yanı sıra ayrıca, talebelerden her birinin dönüşümlü olarak müderrisin huzurunda dersi takrir ederek konunun soru- cevap ve tartışma usulleriyle tedris edilmesi gerektiği ifade edilmektedir
Bir müddet sonra imla metodu gelişmeye başlamıştır. Buna göre talebeler ders esnasında hocanın karşısında halkalar halinde oturarak dersi takip etmekte ve gerektiği yerlerde not tutmaktadır. Bu not tutma yöntemi Kuran-ı Kerim hariç hemen bütün derslerde uygulanmaktadır.
Talebeler medresede öğrendiklerini medrese yakınındaki mescit ve camilerde halka anlatmakta veya tatil zamanlarında ülkenin dört bir yanına dağılarak halka bildiklerini anlatmak suretiyle bir nevi staj da yapmış olmaktaydılar.
1730’larda İstanbul’da elçi olan Fransız Marguis de Villeneuve’ün hükümetinin isteği üzerine Osmanlı Devleti’nden o sırada Türkiye’deki öğretim yöntemi ile okutulan bilimlere ilişkin bir rapor istediği de görülmektedir.
Kendisine Osmanlı hükümeti tarafından sunulan Kevakib-i Seb’a adlı risalede de o sırada Türkiye’deki öğretim yöntemi ile okutulan bilimlere ilişkin bilgiler verilmiştir. Bu risalede öğretim yöntemleri şöyle sıralanmaktadır: Faydalı bilimler(Akaid, Fıkıh, Arap Dili ve Edebiyatı,Matematik, Astronomi, Anatomi ve Tıp) üç aşamalı okutulur:
a. Muhtasar(Yüzeysel ve özet): Konular davasız ve ispatsız verilir. Bunun adı istiksardır.
b. İktisat Yöntemi: Konular daha ayrıntılı yenilenir.
c. İstiksa Aşaması: Her konu ve mesele enine boyuna ve kanıtları ile okutulur.
İlerleyen dönemde devletin işleyişinde ve kurumlarında meydana gelen durgunluk ve gerileme eğitim kurumlarını da etkilemiştir. Medresedeki öğretim metodu da daha sonraları müşahede, tecrübe, tetkik ve tenkide yer vermeyen, sadece ayetlerin, hadislerin veya diğer metinlerin Aristo mantığına göre şerh ve tefsirine inhisar eden bir metot halini almıştır.
Manadan ziyade lafza kıymet veren, yazı öğretimine önem vermeyen skolastik bir nitelik halini kazanmıştır.
SIBYAN MEKTEPLERİ
Osmanlıların ilköğretim seviyesindeki okullarına genel olarak "sıbyan mektebi" veya "mahalle mektebi" denilmektedir. Sıbyan mekteplerine “mekteb” veya “küttab”, yoksul çocuklar için açılanlara da “küttab-ı sebil” veya “mekteb-i sebil” de deniyordu. Bu okullar, Selçuklulardan ve öteki _slam ülkelerinden devralınmıştı. Bu okullara “darüttalim” , “mektephane”, “muallimhane” veya “darülilm” de deniyordu. Küttab veya mekteb, “yazı ögretilen yer” anlamına gelir, burada önceleri sadece yazı öğretiliyordu. Ancak sonra temel islâmî bilgiler de bu okullarda verilmeye başlanmıştır.
Sıbyan mektepleri, okuma-yazma, bazı dinî bilgiler ve basit hesap islemlerinin verildigi ilkokullardır. Hemen her mahallede bulundugu için "Mahalle Mektepleri" veya tas bina olarak insa edildigi için "Tasmektep" de denilen bu okullar örgün egitimin ilk basamagını olustururlardı. Okuma-yazmanın yanında ahlâkî terbiye verilmesi de amaçlanıyordu. Çocugu serden sakındırmak ve hayra sevk etmek, Osmanlı cemiyetinin
egitim felsefesiydi. Sıbyan mekteplerinde bugünkü gibi sınıf, ders saati ve teneffüs ayarlaması yoktu. Sabahtan ikindiye kadar ders verilir, yalnız ögle paydosu yapılabiliyordu .
Çocukların sıbyan mektebine baslama yası, 5-6 civarında idi. Bitirme ise 13-15 yasları arasında, bulug çagında olurdu. Baslama, özellikle Osmanlılarda "amin alayı" denilen, çocukların ve ögretmenlerin katıldıgı, ilahiler okuyarak o yerlesim yerinde yürüyüs yapılan bir törenle olurdu. Okul genelde tek bir dershane seklinde olup farklı seviye ve yaslarda çocukları barındırırdı. Bu ortamda dayak olayları da fazlaca olurdu.
Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdıgı bir programa göre, Eyüp ve Ayasofya medreselerinde sıbyan mektebi ögretmeni olmak isteyen ögrenciler genel medrese programlarından ayrı bir program izleyecektir. Bu programda Tartısma Kuralları ve Ögretim Yöntemi vb. dersler bulunacak, Fıkıh gibi medreselerin en temel ve zor derslerinden biri yer almayacaktır. Ancak Fatih’in yaptırdıgı bu program bir süre sonra kaldırılmıs, yüz yıllarca geleneksel biçimde sıbyan mektebi ögretmeni saglama düzeni sürüp gitmistir. Geleneksel düzene göre sıbyan mektebi ögretmeni olarak asagıdabelirtilen kisilerden biri olmak yeterliydi.
-Cami imam ve müezzinleri,
Biraz okur yazar olan, orta yaslı ve agırbaslı kisiler,
Ölen bir ögretmenin uygun nitelikleri tasıyan oglu,
Bazı hafız ve okumus kadınlar.
Sıbyan mekteplerinde ödüllendirme ile ilgili belgelere ilk zamanlarda rastlanmaz.
Akyüz’ün arastırmasına göre, ögrencilerin ödüllendirilmeleri ile ilgili ilk yasal belge, Tanzimat döneminde, muhtemelen Nisan 1847 tarihli olarak sıbyan mektebi ögretmenlerine hitaben yayınlanan, bir Tâlimat’tır.
Bu Tâlimat ile “falaka” dinde olmadıgı için kaldırılmakta, ögrencilerin cezalandırılma biçimleri yumusatılmakta, ödüllendirme olarak da ögretmenin çocuga övücü sözler söylemesi, onu yanı basında oturtması vs., gibi bir uygulama getirilmektedir.
Hâdimî Medresesi
Kaynaklara göre Hâdimî, Hadim yakınlarındaki bir zâviyede Nakşibendî şeyhi
olarak faaliyet gösterdi. O, 1176/1762’de vefat ettiğinde üzerinde hâlâ, Tabl-bâz Zâviyesi’nin zâviyedârlığını bulunduruyordu.11 Sözkonusu zâviye, onun vefatından sonra, kendileri de birer Nakşî olan oğullarına geçti.12 19. yüzyılın ortalarına kadar oğulları tarafından yönetildiği sanılan bu zâviyenin sonraki tarihi hakkında henüz bir bilgimiz yoktur. Ancak Tabl-bâz zâviyesinin, Nakşibendiliğin Müceddidiyye kolunun Anadolu’daki önemli merkezlerinden biri olduğunu ve adı geçen tarîkatın Hadim’den Konya ve diğer şehirlere yayılmasına önemli ölçüde katkılar sağladığını tahmin ediyoruz.
Hâdimî’nin tasavvuf erbabı üzerindeki etkileri sadece Hadim’le sınırlı kalmadı.
Başta kendi oğulları olmak üzere Hadim’de yetiştirdiği diğer müritleri vasıtasıyla Nakşibendîliğin İç Anadolu bölgesinde hızla yayılmasına önemli ölçüde katkıda bulundu. Müritleri, 19. yüzyılda Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî (öl. 1242/1827)’nin görüş ve uygulamalarından ortaya çıkan Nakşibendiyye Hâlidiyye kolunun Anadolu’da taraftar bulması ve kök salmasında büyük rol oynadılar. Bunların başında gelen Muhammed Kudsî Efendi (öl. 1268/1852), Hâdimî’nin talebelerinden İbrâhim Efendi’nin öğrencisidir. Bu zat aynı zamanda Hâdimî’nin oğullarından da ders almıştır.13 Hâlidiyye’nin Anadolu’daki en
önemli temsilcilerinden biri olan Muhammed Kudsî’nin müritleri, gittikleri yerlerde medrese ve tekke gibi kurumların kurulmasına öncülük etmişlerdir. Yalnızca Konya’da 19. yüzyılda Hâlidiyye şeyh ve müritlerince kurulan onlarca kurum tespit edilmiştir.
Mesela, Konya’da 19. yüzyıl Konya valilerinden Ebubekir Sami Paşa tarafından
kurulan ve daha sonra Paşa Dayiresi olarak bilinen medrese, bir Nakşî-Halidî kurumudur. Burada Hâlidî şeyhler ders vermişlerdir. Medresenin son hocalarından biri olan Bahaaddin Efendi (öl. 1324/1906), yukarıda adından bahsettiğimiz Muhammed Kudsî Efendi’nin oğludur.
Zâviye’nin aksine Hadim’deki medresenin tarihî gelişimi hakkında iki önemli
vesika bulunmaktadır. Her ikisi de 1137/1725 yılına ait bu belgelerden ilki, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde mevcut 1137 numaralı bir berât sûretidir. Diğeri ise 74 numaralı Konya Şer’iyye Sicil Defteri’nde yer alan bir belgedir. 1999’da Yusuf Küçükdağ tarafından yayımlanan bu vesikalar, Hadim’in, Hâdimî ve çocukları tarafindan nasıl bir eğitim, ilim ve kültür merkezi haline getirildigine dair önemli bilgiler ve ipuçları veriyor.
Hâdimî adı geçen mezraaları mezraadâr olarak köylülere (kiraya) veriyor, buraların
ekilip biçilmesinden elde edilen gelir üzerinden ödenmesi gereken vergileri tahsis ediyordu. Öşür vergisinden doğan gelirler ise, medresedeki tedrîs vazifesine karşılık kendisine tahsis edilmişti. Bu, Hâdimî’nin projeleri, eğitim ve din-tasavvuf faaliyetleri açısından son derede önemli bir destek ve maddî kaynak demekti.
Bu vesikalar, ayrıca Hadim’de Muhammed Saîd ve Mustafa Efendi tarafından
bir medresenin binâ edildiğinin şimdiye kadar bilinen ilk kanıtıdır. Berât belgesini yayımlayan Yusuf Küçükdağ bu iki şahsın Hâdimî ve babası olduğunu belirtmektedir. Belgeden, yukarda zikredilen mezraaların öşür gelirlerinin devlet tarafından Hâdimî`ye tahsis edildiğini öğreniyoruz. Adı geçen mezraaların büyüklük ve verim durumlarına dair bir bilgi ve belge bulunamadığından, elde edilen yıllık öşür gelirlerinin ne kadar olduğunu da kesin olarak bilemiyoruz. Bununla beraber, dört mezraanın öşürlerinin Hâdimî ve medresesi için önemli bir kaynak teşkil ettiğini tahmin ediyoruz.
Hâdimî, 1725 yılında aldığı müderrislik vazifesini bazı istisnalar dışında vefat
ettiği 1762 senesine kadar sürdürmüştür. Biyografların belirttikleri gibi, medresesi
kısa zamanda, eğitim, ilim, edebiyat v.b. faaliyetlerinin Anadolu’daki en önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Bu, Hadim ve çevresinde yaşayan müslüman halkın çocukları için, mektep üstünde eğitim alabilecekleri yeni bir imkân demekti. Hâdimî de birçokları için, kendisinden çeşitli ilimlerin öğrenilebildiği bir âlimdi.
Mevcut kaynaklara göre medrese, Hâdimî’den sonra mütemadiyen gelişmiş ve 20. yüzyılın başlarına kadar gelebilmiştir. Anadolu’nun önemli eğitim merkezlerinden biri olma özelliğini koruması için sonraki dönemlerde de gereken hassasiyet gösterilmiştir. Tanzimat döneminde bile bu kurumun yaşatılması ve geliştirilmesi için büyük çaba sarfedildiği gözlenmektedir. 1285/1868 yılına ait bir vakfiye bunun kanıtıdır
Hadim Kütüphanesi
18. yüzyıl ortalarında kurulduğu sanılan ve daha sonra Hâcegân-ı Divân-ı Hümâyun’dan Osman Şehdi Efendi’nin vakfettiği kitaplarla zenginleşerek gelişen kütüphâne, 18. yüzyıl Anadolusu’nun günümüze kadar gelen ve bugün hâlâ hizmet veren müstesna kurumlarından birisidir.61 Kütüphâne, daha Hâdimî zamanında, o dönem bir ilim erbabı için gerekli olan hemen hemen tüm eserleri barındırıyordu. Hatta denebilir ki, bu kütüphâne ile ilim Hadim’e taşınmış, İslâm bilimlerinin bütün temel eserleri burada ilim ehlinin hizmetine sunulmuştu.
18. yüzyıl Osmanlı bürokrasisinin en tepe noktalarında bulunarak devlet yönetiminde belli ölçüde söz sahibi olan Osman Şehdî ile Hâdimî arasında iyi bir ilişkinin olduğu anlaşılıyor. Bu ilişkinin ne zaman, neden ve nasıl kurulduğunu bilmiyoruz. Fakat kaynaklar, Osman Şehdî’nin kitap vakfetme yoluyla Hâdimî’nin (özellikle) eğitim faaliyetlerini desteklediğini gösteriyor. Gerçekten de Osman Şehdî, Hâdimî ve onun talebeleri için ayrı tarihlerde iki defa yüklü kitap vakfetmiştir. Vakfiyelerden ilki 447 cilt kitabı kapsıyor ki bu rakam bir taşra kütüphânesi için oldukça yüksektir.
Osman Şehdî Efendi tarafından vakfedilen kitap vakfiyesi, Hadim’de okunduğu
ve okutulduğu tahmin edilen telif, şerh, hâşiye v.b. metin ve eserlerin neler olduğu hakkında ipuçları verir.64 Vakfiyede, kitapların müderris ve talebe için, özellikle Hâdimî’nin eğitim-öğretim faaliyetleri için vakfedildiğinin belirtilmesi bu tahmini kuvvetlendiriyor. Öyleyse vakfedilen kitaplara ve hangi alanlara ait olduklarına bakmak yararlı olacaktır.
Hacı Beşir Ağa’nın yardımıyla yapıldığı belirtilen Hâdimî Kütüphânesi, bu vakfiye ile çok daha gelişmiş ve hatta büyük şehirlerin birçok ünlü kütüphânesini aratmayacak zenginliğe kavuşmuştur. İslâm bilim ve kültür tarihinde 18. yüzyıla kadar üretilip nakledilen bilgi birikimi böylece Hâdimî ve öğrencilerinin hizmetine sunulmuştur. Hadim ve civarındaki taşralı bir öğrenci artık, İstanbul’a gitmek zorunda kalmaksızın İslâm ilimlerine ait literatürü kullanma ve istediği ilim dalında üretilen bilgiye ulaşma imkanına sahip oluyordu.69 Bu gelişmenin en önemli sonucu, Hadim kazasının önemli bir İslâm eğitim, ilim ve kültür merkezi haline gelmesi ve giderek büyüyen bir üne kavuşmasıdır. Bundan dolayıdır ki Hadim’e 18. yüzyılın ilk yarısından 19. yüzyılın sonlarına kadar uzak yakın, büyük küçük şehir, köy ve kasabadan önemli öğrenci göçleri olmuş ve hoca-talebeler arasında büyük sosyal ilişki ağları kurulmuştur.
Saray Mektepleri
Osmanlı Devletinde, halk çocuklarının devam ettikleri sıbyan mektepleri ile ulema ve devletin çeşitli kadrolarına kalifiye eleman yetiştiren medreselerden başka, saraydaki çocukları okutmak, padişahın hizmetinde bulunacak memurları ve müstahdemleri yetiştirmek, saray halkını eğlendirecek ve güldürecek saz söz ehliyle oyuncuları eğitmek ve bunlardan da
önemlisi güvenilir devlet adamı ve asker yetiştirmek üzere saray içerisinde bulunan bazı mektepler vardı. Bunlardan en önemlisi ise Enderun Mektebi idi.
Osmanlı Devletinde XI. yüzyılortalarından itibaren medrese dışında en önemli resmi eğitim kurumu niteliği taşıyan Enderun, ilk teşkilatı II. Murad’a kadar çıkan, fakat düzenlemesi ve gelişmesi II. Mehmet48 ile başlayan bir mekteptir. Mektepte daha ziyade mülki ve askeri idareciler yetiştirilmekteydi.
Genellikle aileleriyle hiç bir ilgileri kalmayan, devşirmeso yoluyla sağlanmış çocukların Enderun’a alınmadan önce belli bir hazırlık eğitiminden geçmiş olmaları gerekiyordu. Hristiyan ailelerden ~devşirilen çocuklar öncelikle müslüman Türk aileleri yanında Türkçe’yi, Islami esasları ve adabı öğrenir!, daha. sonra Edirne, Galatasaray, İbrahim Paşa saraylarında Sı bedeni ve ruhi kabiliyetlerini geliştirecek dersler ve talimler görürlerdi. Bunlara "acemi oğlanları"s3 denirdi. Acemi oğlanları, buradaki belirli talim ve terbiyeden sonra "çıkma"S4 adıyla ayrılarak çeşitli askeri birlikler içerisine dağıtılır, üstün yetenekli olanlar ise daha yüksek seviyede bir eğitime tabi tutulmak üzere Enderun’a alınırdı.
Enderun mektebi, 5’i hazırlayıcı, 4’ü meslek egitimi verici oda biçiminde örgütlenmişti. Bu iki grup mektep hem ayrı eğitim kurumlarıydı, hem de beraberce bir mektep bütünü meydana getiriyorlardı. Hazırlayıcı odalardan üçü sarayın dışında bulunuyordu. Bunların ödevi Küçük ve Büyük oda denilen yukarı kısma öğrenci hazırlamaktı. Küçük ve Büyük odalar da öğrenciye meslek eğitimi veren üç odaya öğrenci veriyorlardı. Bu odalar Seferli Oda, Kiler Odası ve Hazine Odası idi. Bu üç odayı da başarı ile bitirenler padişahın özel işlerini gören Has oda ya alınırdı.
Temel prensiplerinden birisi disiplin olan Enderun mektebinde eğitim- öğretim 14 yıl sürerdi. Bunun 7-8 yılıS8hazırlık mekteplerinde geçerdi. Mektebin öğrenci kaynağını teşkil eden ve savaş tutsakları ve devşirme çocukları titizlikle seçilirdis9. Enderun’da dersler niteligine göre, ünlü Ders-i am müderrisleri, sarayelemanları ve hatta yabancı hocalar tarafından verilirdi. Enderun mektebi öğrencileri öğrenimIeri boyunca mekteplerinde
yatıp kalkıyorlar, yeyip içiyorlar, ayrıca birinci yıldan başlayıp, her sınıftan artarak aylık alıyorlardı. Her mektebin disiplini ile meşgul bir ağası vardı.
Enderun mektebinde öğretimi yapılan dersler genellikle medreselerde okutulan dersleri ihtiva ediyordu. Fakat buradaki dersler medreselerden dört bakımdan far!dılaşıyordu. Birinesi Türkçe ve edebiyat konusunda verilen derslerdi. Ikincisi bir asker ve yöneticinin bilmesi gereken konuları da kapsamasıydı. Coğrafya, h.~ita yapımı, tarih siyaset ve muharebe
sanatı vb. konuları içeriyordu• Uçüncüsü hattatlık, cilt, tezhip, oymacılık, minyatür yapımı, mimarlık vb. güzel sanatlar etkinliklerini bünyesinde bulundurmasıydı • Dördüncüsü ise musiki eğitiminin musikişinaslar, hanendeler, musiki aletlerini çalan sanatkarlar yetiştirmek
için teşkilatlanmasından geliyordu. Bu çok geniş eğitimi gerçekleştirmek için oldukça esnek bir program izleniyor, öğrencilerin yeteneklerine göre dallara ayırımalarına imkan tanınıyordu. Türkçe okuma-yazma64, Kur’an ve din dersleri tüm öğrencilerin okuduğu derslerdi • Ayrıca Enderun mektebi öğrencileri kendilerine ayrılmış saray bahçelerinde ata binmek, kılıç kullanmak, top ve tüfek atabilmek, cirit oynamak, vücutlarını kuvvetlendirmek
üzere sürekli talim yaparlardı66• 7-8 yıllık bir zorunlu eğitimden sonra uzmanlık alanlarına ayrılırlardı.
Saray mektepleri içerisinde ikincisi, saray içinde şehzadelerin ilköğretimine mahsus ve programı sıbyan mekteplerininkiyle aynı olan Şehza de doğan mektebi idi.
Saray mekteplerinin üçüncüsünü ise yetenekli iç oğlanların musiki öğrendikleri Meşkhane idi.
Osmanlı Devletinde, yukarıda anlatılan üç saray mektebi kadar önemli olmamasına rağmen, askeri ve mülki alanların alt kademelerine eleman yetiştirmek amacıyla kurulmuş bazı kurumlar da vardır. Bunlar, topların yapıldığı ve bununla ilgili bilgilerin öğretildiği Tophane , ordunun araç ve gereç ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş Kılıçhane, Tüfekhane, Humbarahane ve bir musiki mektebi olan Mehterhane dir. Ayrıca, Devletin mülki kadrolarına elemanlar yetiştiren Bab-ı ve Bab-ı Defterdar, Bab-ı Fetva ve Bab-ı Seraskerin gibi mektepler de vardı.
KAYNAKÇA
FATİH DEMİREL, ’’ OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNİN MODERNLEŞMESİ SÜRECİNDE HİYERARŞİ’’ ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ
İBRAHİM CANER TÜRK, ’’ OSMANLI DEVLETİNDE ÖĞRETİM YÖNTEMLERİNİN GELİŞİMİ’’ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ SAYI,3 2009
RECAİ DOĞAN ’’ OSMANLI EĞİTİM KJURUMLARI VE EĞİTİMDE İLK YENİLEŞME HAREKETLERİNİN BATILILAŞMA AÇISIDNAN TAHLİLİ’’
SEYFİ KENAN, ’’ OSMANLI EĞİTİM VE DÜŞÜNCE DÜNYASI’’
SÜLEYMAN KARATAŞ, ’’ OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE BATILILAŞMA’’
ÜNAL TAŞKIN, ’’ KLASİK DÖNEM OSMANLI EĞİTİM KURUMLARI’’ FIRAT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
YAŞAR SARIKAYA, ’’ OSMANLI ANADOLUSUDNA PARLAYAN BİR EĞİTİM MERKEZİ: HADİMİ MEDRESESİ VE KÜTÜPHANESİ’’
ZÜLFÜ DEMİRTAŞ, ’’ OSMANLIDA SIBYAN MEKTEPLERİ VE İLKÖĞRETİM ÖRGÜTLENMESİ’’ FIRAT ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ CİLT 17 SAYI,1
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.