BEKTAŞİLİK
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 2
GİRİŞ 3
TARİKAT KAVRAMI VE ÖZELLİKLERİ 4
BEKTAŞİLİĞİN KURULUŞU VE GELİŞİMİ 7
BEKTAŞİLİK FELSEFESİ 9
BALIM SULTAN 11
BEKTAŞİ MUSİKİSİ 13
BENZERLİK VE FARKLILIKLARI ALEVİ-BEKTAŞİ 16
İNANÇLAR ARASINDAKİ FARKLILIKLAR 17
İNANÇLAR ARASINDAKİ BENZERLİKLER 18
ÖNSÖZ
Bu çalışmamız esnasında, yardımlarını ve desteklerini esirgemeyen, büyük bir sabır ve anlayış gösteren grup arkadaşlarımıza ve sınıf arkadaşlarımıza teşekkürü borç biliriz.
Diğer yandan çalışmanın vücut bulmasında ve planlanmasında emeği geçen değerli hocam Yrd. Dr. Metin KOPAR ile bu çalışmanın ortaya çıkmasında katkıları olan, Selahattin GÖK, Ünal Taşkın, Kevser TAŞDÖNER ve Mustafa ALİCAN, hocalarımıza yardımlarını esirgemedikleri için minnettarlığımızı sunuyoruz.
GİRİŞ
Bu araştırma konumuzda günümüzde hakkında çok fazla spekülasyon yapılan ve Alevilik ile bağdaştırılan Bektaşilik mezhebi hakkında çok detaylı bilgiler hazırlayıp, siz değerli okuyucularımızla paylaşıp kafalardaki soru işaretlerini kaldırmayı amaçladık. Ve bu nedenle Bektaşilik tarikatının kuruluşundan günümüze kadar gelen sürecini değerlendirdik. Bu konu kapsamı dahilinde Bektaşiliğin kuruluşunu, inanç ve esaslarını, Alevilik ile bağlantısını ve daha nice detaylarını öğrenme fırsatı bulacaksınız.
TARİKAT KAVRAMI VE ÖZELLKLERİ
Tarikat; Arapça’da yol, ’’ Tanrıya erişmekte takip edilmesi gereken yol’’ manasındadır, Tasavvufi yolla Tanrıya erişmek üzere kurulmuş tasavvuf ekollerine denir. Tasavvuf inanç ve görüşlerinin bir şeyh tarafından teşkilatlanmış müesseseleşmiş halidir. Tarikat bu görüşleri yaymak ve eğitimini yapmak üzere kurulmuş olan teşkilatı ifade eder.
Tarikat; aynı dinin içinde tasavvufa dayanan ve bazı ilkelerle birbirinden ayrılan Tanrıya ulaşma yollarından her biridir. Mutasavvıflar yol, hal anlamına gelen tarikat kelimesine ’’ Allah’a kavuşturan ve Allah’a varmak için izlenen yol’’ manası verir. Başlangıçta sadece ’’ Bu dünyaya önem vermeyerek yüz çevirme, nefsi terbiye, kalbi temizleme ve zahidane yaşayış şeklinde tanımlanan tarikat, tasavvufun sistemli bir şekil aldığı11.yüzyıldan sonra birbirinden ayrı şekilde zikreden, giyinen ve değişik tasavvuf görüşlerine sahip olan süfi kuruluşlara ad oldu.
Tarikat, Allah’a ulaşma gayesini güdenlerin izledikleri özel tarz, metot ve harekettir. Müslümanlıkta tarikat ve şeriat aynıdır. Şeriat esastır. Tarikat onun için yeni bir boyuttur. Mezhep gidilen yol anlamına gelirken, tarikat yollar anlamındadır. Mezhep ilim, tarikat irfan yoludur. Tarikat kelime manası itibarı ile Allah’a ulaşmak demektir. Tasavvuf dilinde ise Allah’ı bilme, bulmak ve yaklaşmak için takip edilecek ibadet yolu manasına gelir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de ’’ sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik’’ buyuruyor.
Tarikat terimi başlangıçta kişinin tasavvufta metodik formasyonunu ifade etmesidir. Müslüman’ın tarikat hayatı gece yarılarına kadar zikirde bulunma, oruçlar, dualar, ilahiler ve özel tecrübelerle karakterize olmaktır. bu sayede birey Tanrı neyi emretmişse onu yapar ve neyi yasak etmiş ise ondan uzaklaşarak yapmaz ve böylece Tanrıya yaklaşmış olur. 10. yüzyıldan itibaren öteki dünyayı kazanmak için bu dünyadan yüz çevirme, ruhu güçlendirme , nefsi ve tabii istekleri yenme, içi temizleme ve zahidane bir halk katında, bilinen İslami hükümlere ilaveten bir takım özel dini mistik kurallar teessüs ettirmiş, bir yaşayış şeklini ittihaz etmiş ve düzenli bir şekilde teşkilatlanmış cemaatları ifade etmeye başlamıştır. Tarikat cemaatlerinde zamanla merasim ve ayinlerin önemi artmıştır. Bununla birlikte tarikat kelimesinin doktrin yönü ağır basan ideal bir metot anlamını koruduğu anlaşılmaktadır.
Tarikat sabahtan akşama kadar üyesi olan cemaatin tüm hayatını tespit eden bir kuralla yönetilmesidir. Bu kural içinde bir ders sunmaktadır. İşte böylece sağlam şekilde tesis edilmiş bir cemaat hayatı doğmaktadır. Tarikat ve onun ihtiva hayat şekli ilahi dinleer içinde yeğane etkili cemaati meydana getirmektedir. yani hayatın bütün anlamlarını dini plan üzerinde yeniden inşa ederek bunu yapmaktadır.
Tarihi Gelişim İçinde Tarikatlara Genel Bir Bakış
Sözcük olarak yol anlamına gelen tarikat, kulu, Tanrı’ya ulaştıran zevk, neşe, irfan, aşk ve cezbe yoludur. Bir başka açı dan ise tarikat sofizmin kurumsallaşmış biçimidir. Tarikatların doğuşunda birinci dönemde tarikat ve tasavvuf birbirleriyle tamamen iç içe olup, bir süfi aynı zamanda bir tarikatın kurucusu, sosyal birer kuruluş olma yoluna girmeleri ve birtakım kimselerin, belirli kişiler "Tarikat Şeyhleri" etrafında toplanmaları ve bu toplanışın birtakım prensiplere bağlandığı dönemdir. İşte tarikatlar toplanışın birtakım prensiplere bağlandığı dönemdir. İşte tarikatlar sosyal fonksiyonları itibarıyla ancak bu dönemden itibaren, etkilerini her alanda göstermeye başlamışlardır.iç içe olup, bir süfi aynı zamanda bir tarikatın kurucusu, bir tarikat şeyhi olarak ta görülmektedir. İkinci dönem tarikatların sosyal birer kuruluş olma yoluna girmeleri ve birtakım kimselerin, belirli kişiler "Tarikat Şeyhleri" etrafında toplanmaları ve bu toplanışın birtakım prensiplere bağlandığı dönemdir. İşte tarikatlar sosyal fonksiyonları itibarıyla ancak bu dönemden itibaren etkilerini her alanda göstermeye başlamışlardır
Hazreti peygamber bir hadisinde "Ümmetim arasındaki fikir ayrılıkları rahmettir." "İslam ümmeti 73 fırkaya ayrılacağını ve Allah’a ulaşan yollar yaratıkların nefesi sayısıncadır."46 demiştir Tarikatların çok çeşitli olabileceğini vurgulamıştır. Ayrıca, "Bizim yolumuzda çalışanları biz yollarımıza ulaştırırız"47 ayetinde de bunu bildiriliyordu. Tarikat düşüncesinin Müslümanlar arasında ve özellikle zanaatkârlar arasında hoş görülü büyük din adamlarınca benimsenmesinin altında o çevrenin sosyal, ekonomik ve politik şartları da rol oynamıştır. İslamiyet sürekli şekilde yayılır fakat devletin başındakiler aynı zamanda dinde de son sözün sahibi durumuna gelirken, halkın manevi dünyasında bazı başka otoriteler, kendince başvurulup akıl ve yardım isteyeceği, erişebilir kimseler arayıp bulması elbette beklenir bir sonuçtur. Bu bağlamda, kalp, gönül, duygu, sığınma, ruh coşkunluğuna kadar dinî bir takım törenler ve uygulamaların dışında da görme ve yaşama isteği hâkim olmuştur. Öyle zamanlar olmuştur ki o bölgedeki ir tarikat şeyhi veya halifesi manevi güç olarak bazı siyasi ve askeri otoritenin de üstüne çıkmıştır.
Tarikatların analizinde şu iki noktanın göz önünde bulundurulması gerekir:
1. Gerçek anlamda veya tam tarikat diyebileceğimiz "Esma yolunu" esas alan tarikatlar,
2. Zikre lüzum görmeden de "Cezbe yoluyla" Allah’a ulaşabileceğini kabul eden tarikatlar, yani Melami meşrep süfilerdir. Birincilerde tam anlamıyla "pir" denilen tarikatın kurucusundan başka halifeleri ve halifelerin irşatla görevlendirdiği şeyhleri bulunur. Bu tarikatların şeyhlerine uymuş bulunan müridler ve bu müridlerle mürşitler arasında bir takım davranışların belirli ölçüde ve kurallara göre yapılması esastır.. Sosyal bir kuruluş olarak da bu tarikatlarda âsitan denen "Pir makamı" pirin yattığı tekke, hankah denen büyük tekkeler, dergâhlar, zaviyeler ve tarikat mensuplarının özel kıyafetlerinin hazırlandığı dikimhaneler ve özel vakıflar vardır. İkinci tür; zikri esas almayan tarikatlara gelince, bunlar Melami meşrep süfilerdir. Bunlar tekke kurmayı, vakıfla idare edilme sistemini, giyim kuşam gibi özel adetler ve kıyafetler taşımak suretiyle halktan ayrılmayı kabul etmeyen, çalışmayı özel yardımlaşmayı ve dayanışmayı esas alan aşk ve cezbe yoluyla Allah’a ulaşılabileceğine inanan tören ayin vb. kuralları reddeden tarikatlardır.
Allaha ulaşma yollarını bazı âlimler üç kısma ayırmaktadırlar; “1. Tarîk-ı ahyâr; zahitlerin yoludur. Bu yolu benimseyenler çok namaz kılmakla, oruç tutmakla, Kur’an okumakla hakka kavuşmak isterler. Bu yol çok uzundur ve bu yolla hakka ulaşılması zordur. Bunlar şeriata uyanlar olup tarikata asla girmeyenlerdir. 2. Tarîk-i ebrâr; mücahade ve riyazet yoludur. Önceki yollardan kısadır ve Hakka ulaşma ihtimali daha çoktur. Fakat bu yolda da riyazet ve zikrin zevkine kapılmak, böylece manevi zevk ve kerametle oyalanıp yoldan geri kalmak tehlikesi vardır. Özü sözü doğru olan süfilerdir. 3. Tarîk-i şettâr; aşk ve cezbe ile Hakka ulaşmak isteyenlerin yoludur. Bu yola girenler tevbe, kanaat, tevekkül, uzlet, devamlı zikir, bütün varlığı ile Allah’a yönelme, sabır, uzlet, devamlı zikir, bütün varlığı ile Allah’a yönelme, sabır, murakabe ve rıza adı verilen esasları dikkatle yerine getirmelidirler.
BEKTAŞİLİĞİN KURULUŞU VE GELİŞİMİ
Anadolu Aleviliğine yazılı ve sözlü geleneğimizde bir takım farklı isimler verilmektedir. Bunlarında başında ileride genişçe ele alınacak olan Bektaşilik gelmektedir. Kısaca Bektaşilik Hacı Bektaşı Veli tarafından kurulduğuna inanılan bir tarikattır. Hz. Ali ve ehli beyt sevgisi tevella ( ehli beyt’i sevenleri sevme ) ve teberra ( ehli beyt’i sevmeyenleri sevmeme ) gibi Aleviliğin temel esaslarına bağlı oluşları yüzünden Bektaşiliğe Alevilik dene bilir.
Hacı Bektaşı Veli Ahmet Yesevi ocağından ve Horasan erenlerindendir. Son derece yaygın bir şöhrete sahip olmasına rağmen hayatı hakkında bilgiler yok denecek kadar azdır. Ve olanlar ise menkıbeler ve rivayetlerdir. Onun hakkında ki en detaylı bilgiyi müritlerinin yazmış olduğunu düşündüğümüz vilayet namenden öğreniyoruz.
Vilayet nameye göre Hünkar Hacı Bektaşı Veli Horasan hükümdarı İbrahim es-sani seyyid Muhammed ile Şeyh Ahmet adlı Nişaburlu bir alim zatın kızı olan Hatem ( Hatme)’in oğludur. Asıl adı da Bektaştır. Hacı lakabı ise vilayet namede zikreden keramet sonucu ortaya çıkmıştır. Buna göre Bektaşın hocası Lokman Parende Horasandan hacca gider. Arafat’ta vakfede iken, arkadaşlarına ’’ Bugün Arife günü, şimdi bizim evimizde bişi pişirirler’’ der. Lokmanın bu sözü hünkara malum olur. hemen Lokmanın evinde pişirlen bişi den bir tepsiye koyar; göz açıp kapatıncaya kadar Arafat’a, lokman parende ye ulaştırır. Orada bunu yerler. Hac dönüşü Nişabur halkı Lokmanı karşılamaya çıkarlar ve tebrik ederler. Lokman, o zaman, ’’ asıl hacı olan Bektaş’tır’’ der ve onu tebrik eder; kerametlerini bir bir sayar böylelikle hacı lakabını alır.
Vilayet nameye göre onun baba tarafından Hz. Ali’ye mensup olduğunu bildirir ve şu şecereyi verir: ’’ Hacı Bektaşı Veli, Seyyid Muhammed İbrahim es-sani-Seyyid Musa es-sani-İbrahmin Mükerrem el-Mucab-İmam Musa el-Kazım-İmam Cafer es-sadık- İmam Muhammed el-bakır- İmam Zeyne’l- Abidin Ali- İmam Hüseyin- İmam emirü’l-mü’minin Ali’’ şeklindedir.
Hacı Bektaşı Veli Anadolu da Suluca Kara Höyük adını taşıyan bir yerde yaşamıştır ve daha sonra oranın adı Hacı Bektaş kazası olarak değiştirilmiştir
Hacı Bektaşı Veli ilk tahsilini Nişabur da yapmıştır ve Arapçayı ve Farsçayı çok iyi bir şekilde öğrenmiştir. Vilayet nameye göre onun ilk hocası Ahmet Yesevidir. Ama tarihi açıdan 1066 da vefat eden Ahmet Yesevinin onun ilk hocası olması mümkün değildir.Vilayet name bu bağlılığı Ahmet Yesevi ile Hacı Bektaş arasına Lokman Parende yi yerleştirmek suretiyle çözer. Ama yesevi ocağından feyzlendiği hususunda mevcut araştırmalar da ortak bir kanıya varılmıştır.
Hacı Bektaşı Veli Anadolu’daki halklar üzerinde ve özellikle Anadolu yu yurt edinmek isteyen göçebe Türkmenler üzerinde bayağı tesiri olmuştur ve onları şehirleştirip onlardan imanlı, şuurlu, kendini bilen yep yeni bir ’’ Türkmen toplum oluşturmuştur’’.
Hacı Bektaşı Velinin Eserleri
Hacı Bektaşı Veliye ait olduğu belirlenen eserleri şunlardır:
1. Kitabu’l Fevaid: Ahmet Yesevinin Divanı Hikmeti örnek alınarak Farsça yazılmış bu eser her nekadar üçüncü bir şahsın ardından hikaye edilmekte ise de anlatılanların Hacı Bektaşın kendi kaleminden çıktığı eserin isminin bizzat onun tarafından verildiği belirtilmektedir.
2. Makalat: Hacı Bektaşı Velinin bugün elimizde bulunan en tanınmış ve en hacimli eseridir. Eserin aslı Arapçadır. Makalat’ın kütüphanelerimizde pek çok Türkçe tercüme nüshası vardır. Eserin manzum bir tercümesi 1409 tarihinde Hatim oğlu Muhammed tarafından yapılmış, mensur tercümede molla sadedin tarafından yapılmıştır.
3. Şerhi Besmele: Manisa kütüphanesi 3536 numarada kayıtlı ve kitab-ı tefsiri besmele ma’a makalat’ı Hacı Bektaş rahmetullah başlığını taşıyan ve hicri 827 miladi 1422 yılında Cafer bin Hasan tarafından istinsah edilmiş 57 sayfa tutarında ki bu eser, Rüştü Şardağ tarafından ilmi neşir kaidelerine bağlı kalmaksızın yayımlanmıştır. Hacı Bektaşı Veli bu küçük fakat anlamlı eserinde Allah, Rahim ve Rahman adlarını zikretmenin ve bunların hepsini bünyesinde toplayan Besmelenin her işte söylenmesinin büyük yarar ve yüceliğinden söz eder.
4. Şathiyye: İki sayfa kadar tutan bu Şathiyye hicri 1091 miladi 1680 yılında Enveri mahlaslı Hurufi ve Nakşi bir muellif tarafından nazım ve nesir karışık olarak Tuhfetus-Salikin adıyla şerh edilmiştir.
5. Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen diğer eserler: Fatiha suresi tefsiri, makalat-ı gaybiyye ve kelimat-ı ayniyye, hurde-name, üssü’l-hakika gibi bazı eserlerinde Hacı Bektaş Veli ye ait olduğundan söz edilirse de, bunların ona aidiyeti henüz ortaya konula bilmiş değildir.
BEKTAŞİLİK FELSEFESİ
Bilindiği gibi Bektaşilik tarikatının kurucusu Hacı Bektaş Veli dir. (Bektaşi) veya (Nazenin), kâmil insan demektir. Bektâ şilik dış (zâhir) yüzünden halka ve iç (bât ın) yüzünden Hak’ka bakan iki yönlü büyük bir kavşak (berzah) ı noktasıdır. Bektaşilik bâtın manayı sembol da misal aleminden bildirir 2 . Bektâşilik, gereçeği anlatabilme yolunda her dille konuşur ve her renk ile renklenir. Her şeyi kendisinde ve kendisini de her şeyde görür ve gören de görünen de (Benim) der.
Bektâş iler başlıca iki kola ayrılırlar:
1—Anadolu Bektâş ileri ki bunlara (Çelebi Kolu) denir.
2—Rumeli Bektâş ileri ki bunlara da (Babagân Kolu ) denir.
Çelebilerde veraset vard ır. Çelebi’lik babadan evlada geçer. Bunlar, çoğunlukla cahil olup Tasavvuf ve Tarikat yolunda hemen hemen hiç eserleri yoktur. Babagân Kolu ise Balım Sultan tarafından Hz. Pirin ruhaniyetine müsteniden ictihad edilen ayin ve enkan ın mutasarrıfı ve (Tarikat-ı Bektâşiye) diye anılan gerçek Tarikatın sahibirdirler ki bu yol Balım Sultandan Cumhuriyet Türkiyesine kadar tesellsül edip gelmiştir
Hz. Ali ve ehli beyt sevgisi tevella ( ehli beyt’i sevenleri sevme ) ve teberra ( ehli beyt’i sevmeyenleri sevmeme ) gibi Aleviliğin temel esaslarına bağlı oluşları yüzünden Bektaşlik ve Alevilik bu esaslar üzerinde ortak özellik göstermektedir.
Bektaşilik felsefesini Hacı Bektaş Veli şu şekilde açıklamaktadır: İnsanoğlu nefsinin hırslarının ve zaaflarının esiri olmaktan kurtulmadıkça hürriyetini elde edebilmesi, insanni eşitliğe ve yüceliğe ere bilmesi söz konusu olamaz. Bu bakımdan o, ne kadar haklı sebeblere dayanırsa dayansın, neticede ’bozguncu’ sıfatını almak yerine, hikmet, irfan ve sevgiden örülü şuurlu dayanışma, basiretli görüş, dengeli davranış, şeref, namus, hak ve adalet ölçüleriyle mücahid-i fi-sebilillah olmayı, en büyük cihadın da insanın kendi nefsiyle savaşı olduğunu yaşayarak göstermeyi hayat felsefesi kılmıştır.
Vilâyet-nâme’leri sadece birer yazılı belge olarak değerlendirmemek gerekir. Bunların büyük bir bölümü sözlü gelenekten derlenerek yazıya aktarılmışlardır. Çoğu birer halk tarihidir. İçinde masalımsı unsurlarla karşılaşılsa bile onlardaki gerçeklik payını göz ardı etmemek gerekir. Bu noktadan bakıldığında Yesevî’nin görüşlerinin benimsendiği, onun Hacı Bektaş’ın en azından manevi piri olduğu, halkın Yesevî’ye büyük bir sevgi ve saygı duyduğu görülür. Anadolu’da Yesevî’nin veya Yesevî’nin bir dervişinin Türkistan’dan fırlatarak gönderdiği bir ucu yanmakta olan dut ağacının toprağa dikilip yeşertilmesi aslında bir semboldür. Hacı Bektaş Vilâyet-nâme’sinde geçen dut dalı sembolik de olsa günümüzde Hacı Bektaş Velî Türbesi önünde yeşermekte, meyve vermektedir. Bu ağacın yaprak veya kabuklarının hastalıklara iyi geleceğine inanılmaktadır. Halkın kurmuş olduğu bu gönül köprüsü geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaşamaktadır. Söz konusu inanışın temelinde İslâmiyet öncesi inanç unsurları olsa da Yesevî ile ilgili rivayetler ona ayrı bir değer vermektedir. Bununla, Hacı Bektaş Velî aracılığı ile Yesevî’nin düşünce dünyasının halka yansımış olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Yesevî’nin Türkistan’da sistemleştirdiği ilkeler, Anadolu’da bu düşünceleri kendine ilke edinen Hacı Bektaş Velî’nin yol göstericiliği ile yeni bir yapı kazanmıştır. Kurulan bu yapı, örgütlü ve sistemli niteliği ile günümüzde de yaşamaktadır. Tekkede kadınların da yer alabilmesi, cem törenlerinde kadınların da erkeklerle bir arada bulunması, törenlerin saz eşliğinde şiirlerle devam etmesi, törenler esnasında semah dönülmesi, kurban kanının ve kemiklerinin toprağa gömülmesi gibi uygulama ve inançlar İslâm öncesi inanç sisteminin birer unsuru olarak devam edebilmişlerdir. Türkistan’da Yesevî tarikatında görülen bu unsurların birçoğu, Türkiye’de Bektaşî tarikatında görülmektedir.
Yesevî tarikatının sürdürücüleri, eski kam-ozan tipinin devamı durumundaki baba ve atalardır. Anadolu’da bu fonksiyonu Bektaşî dede ve babaları sürdürmüşlerdir. Bektaşî inancında dünya ve insan Tanrı’dan ayrı değildir. Tüm varlıklar Tanrı’nın bir yansımasıdır. İnsan Tanrı’nın yeryüzündeki halifesidir. Tanrı’nın özü insanda gizlidir. Tüm varlıkların Tanrı’nın yansıması olarak görülmesine “cem” denir. Bu cem törenlerini, Türkistan’da kam-ozan tipinin bir benzeri olarak Anadolu’da dede, baba olarak adlandırılan ve soylarını ve ocaklarını Yesevî’ye oradan da Hz. Ali’ye ve Hz. Muhammed’e dayandıran kişiler yürütmektedir. Seyyidlik veya dedelik soydan geçmektedir.
BALIM SULTAN
Mensuplarınca Hacı Bektâş-ı Velî’den sonra ikinci pîr (pîr-i sânî) kabul edilen Balım Sultan’ın asıl adının Hızır Balı olduğu ileri sürülür. Yaşadığı dönemden kalma doğrudan kendisiyle ilgili hiçbir belge bulunmadığından hakkında bütün bilinenler yazılı ve sözlü Bektaşî geleneğine dayanır. Ancak bu gelenekteki rivayetler de bazan birbirini tutmaz. Belki de bu yetersizlik yüzünden günümüze kadar bu önemli şahsiyet hakkında herhangi
bir monografi yayımlanmamıştır
Balım Sultan, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin yanında bulunan türbesindeki kapı kitabesinde Hacı Bektaş’ın soyundan Resul Balı’nın oğlu olarak gösterilmişse Balı’nın değil Mürsel Balı’nın oğlu olduğu ve üstelik Hacı Bektaş’ın evliliği söz konusu olmadığından ancak "yol oğlu" olabileceği inancındadır. Buna karşılık geleneğin Çelebiler kolu, yani Hacı Bektaş’ın evlendiği ve dolayısıyla kendilerinin onun neslinden geldiği iddiasında olanların temsil ettiği kol ise Balım Sultan’ın gerçekten Hacı Bektaş soyuna mensup bulunduğunu, zira Bektaşîler’in soyuna mensup bulunduğunu, zira Bektaşîler’in pîr soyundan gelmeyen hiç kimseye "sultan" demediklerini ileri sürmektedir.
Baha Said, Manisa Vâlide Camii Kütüphanesi’nde rastladığını söylediği 1315 (1897-98) tarihinde istinsah edilmiş bir yazmadan naklen Balım Sultan’ın Bektaşî şeyhlerinden Sersem Ali Baba’nın Dimetoka’da evlendiği bir Sırp prensesinden doğma olduğunu iddia etmektedir
Bugün için bu rivayetlerden hangisinin gerçeğe dayandığını tesbit etmek imkânsız gibidir. Ancak burada önemli olan, Balım Sultan’ın nesebi meselesinden ziyade onun XVI. yüzyıl başlarında Bektaşîlik tarikatının gelişmesinde oynadığı rol ve buna paralel olarak Osmanlı- Safevî mücadelesinin kızıştığı bir dönemde Osmanlı yönetimi ile olan dikkate değer ya kın ilişkileridir. Rivayetler, Hızır Balı yahut Balım Sultan’la Osmanlı Sultanı II. Bayezid’i sıkı bir ilişki içinde göstermektedir. Bu ilişki, Dimetoka’da doğduğu için eskiden beri buradaki büyük Bektaşî tekkesi Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Zâviyesi’ne ilgi duyan II. Bayezid’in o zaman şeyh olan Balım Sultan’la tanışması sonucu doğmuştur.
Yine söz konusu rivayetlere göre Safevî propagandası Anadolu’da faaliyete geçtiği zaman II. Bayezid Balım Sultan’ı Dimetoka’daki tekkeden alarak Hacı Bektaş Dergâhı’nın başına getirmiştir. Böylece 907 (1501) tarihinde Balım Sultan resmen Osmanlı yönetimi tarafından Bektaşî tarikatının Bu ilişki, Dimetoka’da doğduğu için eskiden beri buradaki büyük Bektaşî tekkesi Seyyid Ali . Baha Said’in, II. Bayezid’in bu işi Anadolu’daki Bektaşîler’i ve belki kısmen kızılbaşları (Alevî) bu propagandanın tesirinden korumak maksadıyla yaptığını söylemesi son derece mantıklıdır. Nitekim Bektaşîler kendileriyle pek çok noktada müşterek olan kızılbaşlar gibi Safevî yanlısı olmak yerine Osmanlı yönetimi yanında kalmayı tercih etmişlerdir. Herhalde bunda Balım Sultan’ın payını unutmamak lâzımdır. Bu sebeple Bektaşî geleneği II. Bayezid’in Balım Sultan’ın müridi olduğu inancındadır.
Balım Sultan’ın iş başına gelir gelmez Bektaşîliği yeni bir ıslahat ve teşkilâtlanmaya tâbi tuttuğu bilinmektedir. Bektaşîliğin başlangıçta Sünnî eğilimli bir tarikat olmasına rağmen Balım Sultan tarafından bugün bilinen hüviyetine kavuşturulduğu, yani gayri Sünnî bir yapı kazandığı tezinin tarihî bir dayanağı yoktur. Bu görüşün yanı sıra bazı Bektaşî çevreler, özellikle Çelebiler koluna mensup olanlar, Balım Sultan’ın tarikatta birtakım yenilikler yaptığını kabul etmekle beraber ne mücerred’lik erkânını ne de dede-babalığı kabule yanaşmazlar. Bununla beraber mücerredlik erkânı başta olmak üzere Bektaşîlik’teki on iki imam kültü ve "Hak-Muhammed-Ali" şeklinde ifade edilen ulûhiyyet telakkisi ile on iki post erkânının Balım Sultan zamanında düsturlaştırıldığı bir gerçektir. Balım Sultan, XV. yüzyıldan beri tarikat üzerinde etkilerini göstermeye başlayan Şiî ve Hurûfî unsurları Bektaşîliğin bünyesine uygun bir şekilde ve Safevî propa- gandası ile politize olmasına imkân vermeden kaideleştirmeyi başarmış bir kişi olarak Bektaşîlik tarihinde büyük bir rol oynamıştır. Bu yüzdendir ki ona duyulan minnet ve saygıyı en iyi şekilde ifade etmek üzere Bektaşîlik’te "Balım niyazı" denilen bir erkân geliştirilmiştir.
BEKTAŞİ MUSİKİSİ
Esas geleneklerini Anadolu köy ve kasaba Alevîliğinden alan Bektaşî tarikatı törenlerinde icra edilen bu mûsiki Mevlevi mûsikisinden sonra en zengin tarikat mûsikilerinden biridir.
Alevîlik Orta Asya’daki eski Türk geleneklerinin uzantısıyla karışık olarak kasaba ve köy kesiminde yaşadığı halde halde Bektaşîlik genellikle daha yüksek bir yaygınlaşmıştır. Ayrıca şehir Bektaşîliği ile kasaba ve köy Bektaşîliği arasında klasik kültür-halk kültürü farklılığına bağlı değişiklikler görülmektedir. Bektaşîlik’te gerek törenlerin gerekse bazı davranış biçimlerinin Alevîliğin bir uzantısı olduğu şüphe götürmese de şehir Bektaşîlerinin mûsikisi, ortaya çıkış ve uygulanış bakımından Alevî mûsikisiyle bazı farklılıklar gösterir. Bunların başında üslûp ve tavır farklılıkları gelir. Ancak Anadolu’da ve Balkanlar’da yaşayan köy Bektaşîlerinin mûsikisiyle Alevî mûsikisi arasında birbirinden ayırt edilemeyecek derecede benzerlikler bulunduğu muhakkaktır.
Bektaşî mûsikisinin en yaygın türlerinden ve en önemli unsurlarından biri olan nefesler Rifâîlik, Kadirîlik, Halvetîlik vb. Sünnî tarikat mûsikisindeki ilâhilerden üslûp, konu, melodi karakteri ve az da olsa usul bakımından ayrılır. Tarikatın kaideleri, yol büyükleri ve tasavvuf anlayışı gibi Alevîlik ve Bektaşîlik’le ilgili hemen her konuyu işleyen küçük usullerle bestelenmiş nefesler, beste olarak daha ziyade halk mûsikisinin etkisi altında kalmıştır. Bunu mersiye, nevrûziyye, düvâz gibi diğer türler için de söylemek mümkündür. Ancak kültür merkezleri ve onlara yakın bölgelerdeki şehir Bektaşîliğinde klasik Türk mûsikisi tesiri daha hâkimdir. Bir nefesin birkaç ezgiyle söylendiğine rastlamak mümkün olduğu gibi aynı bestenin değişik güftelerde tekrarlandığı da görülür. Nefeslerin ağır usullerle söylenenlerine oturak, yürük usulle söylenenlerine de şahlama denir. Şahlamalar "semah nefesi" olarak da bilinir.
Muhabbet sofrası (Ali sofrası) kurulduktan bir müddet sonra mürşidin izniyle önce üç tane nefes, ardından içinde on iki imamın adı zikredilen "düvâz" veya "düvâzde imam" denen manzumeler okunur. Zâkir, âşık, sâzende, gûyende veya güverde denilen nefes okuyucularına bazan bir, bazan da birkaç kişiden meydana gelen saz heyeti eşlik eder. Bu heyeti meydana getiren kişiler de aynı adlarla anılır.
Bektaşî mûsikisinde kullanılan temel saz bağlamadır. Bağlamanın ebat olarak hemen her boyu kullanılır. Yörelere göre değişik isimler alan bu sazlar çöğür, ruzba, ırızva, bulgarî, cura, tambura ve divan sazı olarak adlandırılır. Mûsikinin bir heyet tarafından icra edilmesi durumunda bağlamaya kabak kemane, eğit, ud, cümbüş gibi yaylı ve mızraplı sazlar da eşlik edebilir. Şehir Bektaşîliğinde ise klasik mûsiki sazlarına daha çok rağbet edildiği görülmektedir. Muhabbete başlarken sazların çaldığı ilk parçaya "peşrev" (peşref) denir.
Bektaşî nefesleri hece vezniyle ve bu veznin özellikle 6 + 5 = 1 l’li duraklı veya 8’li, 7’li, S’li duraksız şekillerinde yazılmıştır. Bu şiirlere aruz pek az ve sonradan girmiş olup aruzla yazılmış olanlar çoğunlukla şehir Bektaşîler’inin eserleridir. Elde mevcut olan birtakım Bektaşî nefeslerinin şairleri biliniyorsa da çoğunun bestekârı meçhuldür. Bunda Bektaşî mûsikişinaslarının adlarını giz lemelerinin (sırretme) rolü büyüktür. İstanbul ve çevresinde okunan nefeslerde beste ve melodik yapı bakımından klasik Türk mûsikisi etkisi görülür. Rumeli ve Anadolu’da okunan nefesler ise saz şairlerinin besteleri niteliğinde, t ü r k ü vb. halk mûsikisi özelliklerini taşıyan, bütünüyle mahallî motiflerle meydana gelmiş eserlerdir.
Nefeslerde kullanılan Bektaşî raksı, Bektaşî raksanı ve Bektaşî devr-i revânı adlı tamamen bu mûsikiye mahsus usullere Anadolu ve Rumeli âşık mûsikisinde de rastlanmaktadır. Değişik düzüm şekilleriyle karşımıza çıkan bu usuller Bektaşîlik’le âşık mûsikisinin birbirleri üzerinde ne kadar etkili olduğunu gösterir. Bu karşılıklı etki Bektaşî mûsikisiyle halk mûsikisi arasında da mevcuttur. Bektaşî mûsikisinde ayrıca curcuna, aksak, düyek, devr-i hindî, devr-i tûran, yürük semâi, Türk aksağı, sofyan ve nîm-sofyan gibi klasik Türk mûsikisinde kullanılan usullere de sıkça rastlanmaktadır.
Elde mevcut Bektaşî mûsikisi örneklerinde hüseynî, uşşak, rast, karcığar, hicaz vb. basit makamların daha fazla kullanıldığı görülmektedir. Birleşik makamlardan, az da olsa sabâ, nihâvend, segâh, hüzzam gibi makamlar kullanılmıştır.
Semah adı verilen tasavvufî rakslar ise tarikat ve "yol kardeşleri" arasında daha dinî bir hava içinde, "yola girmeyen" lerin katılamayacağı Cem törenlerinde (bezm-i Cem) yapılır. Başka bir ifadeyle bunlar gizli yapılan kutsal törenlerdir. Mürşidin huzurunda ve mürşide niyaz etmekle başlayan semahlar iki, dört, altı, sekiz, on ve on ikişerli gruplar halinde kadın erkek bir arada icra edilir. Bu sayı yörelere göre değişiklik gösterebilir. bir bölümle başlar. Bunu "yeldirme" (yellendirme, yürütme, yeğinme ) denilen daha hareketli bölüm takip eder. Bu esnada semahlar için bestelenmiş nefesler ve deyişler okunur. Semah nefeslerinde mısra ortasında ve sonunda "şah yâ şah, hû, eyvallah" ve benzeri eklemeler yapılır. Bunlar zâkirlerin dışında toplantıda bulunan diğer kişiler tarafından da söylenebilir.
Temcfd, münâcât, ilâhi, durak, salât, tekbir gibi diğer dinî mûsiki örneklerine rastlanmayan Bektaşî mûsikisinde Hz. Ali sevgisi ifrat derecede ileri götürüldüğünden münâcât ve na’t-ı peygamberîler de bulunmamaktadır. Buna karşılık Hz. Ali’yi öven na’t-ı Alî’lere çok sık rastlanır. Ayrıca sözleri Şah İsmâil’e (Hatâî) mal edilen "Mevlid-i Alî" de sazsız olarak sık sık okunan eserler arasındadır. Mi’râciyeler ise Bektaşîlik’te Hz. Ali ön plana çıkarılarak okunur.
Bugüne kadar Bektaşîlik üzerine yapılan araştırmalarda törenler ve gelenekler üzerinde etraflıca durulduğu halde mûsiki konusuna çok az yer verilmiştir. Bunda törenlerin gizli olarak yapılması ve törene katılanların "sırrı saklama" kaygısının büyük tesiri vardır. Bektaşî mûsikisiyle ilgili nota neşriyatı ise yok denecek kadar azdır. Bunların içerisinde en önemlisi, Ali Rifat Çağatay, Rauf Yektâ, Zekâizâde Ahmet Irsoy ve Suphi Ezgi’den oluşan İstanbul Belediye Konservatuvarı Tasnif ve Tesbit Heyeti tarafından tesbit edilen seksen sekiz adet Bektaşî nefesinin yayımlandığı iki ciltlik eserdir.
BENZERLİK VE FARKLILIKLARI ALEVİ-BEKTAŞİ
Bektaşîlik ve Alevîliğin bağımsız birer din mi yoksa İslam’a bağlı birer tarikat/mezhep mi oldukları hem teorisyenler arsında hem de konuyla ilgilenenler arasında sürekli bir tartışma konusu olmuştur.
Her ne kadar bu iki topluluk “pir” olarak Hacı Bektaş’ı görüyor ve aynı kökten geldiklerine inanıyorlarsa da erkânları ve bazı konulardaki görüş ayrılıkları bu iki topluluğun farklı olduklarını göstermektedir. Alevîler aralarında “yol bir sürek bin bir” diyerek birçok farklı kollara ayrıldıklarını ifade ederler. Ama bu farklılık keskin çizgilerle ayrılmış belirli farklılıklar arz etmemektedir
Bektaşîlik ve Alevîlik konusu üzerinde inceleme yapan araştırmacıları bekleyen en önemli problem, bu iki terimin sıkça birbiriyle karıştırılması ve birbirinin yerine kullanılmasıdır. “Her Alevî Bektaşî’dir, fakat her Bektaşî birbirinin yerine kullanılmasıdır. “Her Alevî Bektaşî’dir, fakat her Bektaşî Alevî değildir” sözü bu kesimler tarafından kullanılsa da müşterek inanç esaslarına sahip olup bu esasları yerine getirme konusunda farklı yöntemler kullanan bu iki zümre, aradaki küçük uygulama farklarına rağmen aynı yolu kullanan aynı hedefe yönelen rehberleri ve çıkış yerleri aynı zümrelerdir.
Bektaşîlik genellikle Alevîlikle karıştırılmıştır. 19. asırdan itibaren - özellikle 1826’dan sonra- Bektaşîlik ve Alevîlik terimleri birlikte anılmış, bugün, “Alevî-Bektaşî” diye anılan bir terim ortaya çıkmıştır. Bazı araştırmacılar “1826’da Bektaşîlik yasaklanınca köy Bektaşîliğini Alevilikle birleştirmişler ve 1925’te tarikatların kapatılmasıyla da Bektaşîliği, Alevîlik içinde ele almışlardır”
İnançlar Arasındaki Farklılıklar
Alevîlik-Bektaşîlik şeklindeki isimlendirme, biraz da şartların zorlamasıyla birbirine benzeyen, ancak birbirinin aynısı olmayan iki farklı sosyolojik oluşumun birlikte anılması neticesinde ortaya çıkmıştır.
Alevîlik-Bektaşîlik konusunda bilimsel çalışmalarıyla ve objektif değerlendirmeleriyle karanlıkta kalmış bir çok noktayı açıklığa kavuşturan A.Yaşar Ocak ise 1925’te bütün tarikatların kapatılmasına bağlı olarak Bektaşîliğin bütünüyle Alevîlikle karıştırıldığını ifade etmektedir.
Alevîlik ve Bektaşîlik, inanç bakımından birçok ortak özellik taşır. Bununla birlikte Bektaşîlik, temel prensip ve âyinleri olan sufî bir tarikat olduğu halde Alevîlik, Hz. Ali soyundan olmaya önem veren bir kimliktir. Bektaşîlik önceleri herkese açık bir tarikatken, Alevîlik gizliliği esas almıştır. Alevîlikte soy önemlidir. Alevî bir aileden olmak gerekir. Sonradan Bektaşî olunduğu halde Alevî olunmaz. Alevîlikte dede olmak için belirli bir ocağa veya soyca Hz. Muhammed’e veya Hz. Ali’ye bağlanmak gerekir.
Tarikatta isteyen istediği şeyhe intisap edebildiği halde, Alevîlikte şahsın babası hangi ocağın talibi ise oğul da o ocağın talibidir, başka bir ocağa intisap edemez. Ocakzadelikte bir sosyal kast ortaya çıkmaktadır. Ocak, babadan oğula kalıtım yoluyla intikal etmektedir. Dedelerin, Bektaşîlikte olduğu gibi seçimle gelmemesi, bu zümre içerisinde belli bir eğitim programının olmayışı dedelik müessesinin çok ilkel bir seviyede kalmasına neden olmuş, bu da Alevîlerin kapalılık-gizlilik felsefesinin oluşmasını hızlandırmıştır.
Bektaşîlikte “Dede” veya “Baba”, yetenekli, yol’un eğitimini ve terbiyesini almış kişiler arasından seçilirken, Alevîlik’te babadan oğula geçer. “Dedeliğin babadan oğula geçmesi uygulaması şamanlıktan Alevîliğe geçmiştir”. Bektaşîler dedelere “nezir”,3 Alevîler “humus” derler. Bir Bektaşî, Alevî’ye kız verebilir; yeter ki nasip almış olsun.
Bektaşî olmak isteyen herkes bir tekkeye başvurur, giriş töreninde ikrar verip Bektaşî olabilir ama Alevî, “daldan, budaktan gelmez, kökten ürer”. Özetle Alevîlik soy esasına bağlıdır, atası Alevî olmayan sonradan istese de Alevî olamaz. Bu özellik Alevîliğin en belirgin ayırt edici yönünü oluşturmaktadır.
Bektaşîler, sadece Hacı Bektaş Veli’yi pir olarak tanırken; Alevîler Hacı Bektaş Veli yanında nesebi Hz. Muhammed’e kadar gittiğine inanılan birçok piri kabul ederler.
Bektaşîler bağlı oldukları Türkmen boylarından zamanla koparak tarikat düzenini oluşturmalarına rağmen, Alevîler gelenek ve göreneklerine daha bağlı olup tarikat düzeni içerisinde yapılanmamışlardır. Birçok araştırmacı bu görüşlere katılırken Hasan Onat, meseleye daha ılımlı ve olumlu yaklaşmakta, Alevîliğin kendini ifade ediş biçiminden yola çıkarak Alevîliği “tarikat formunda” yapılanmış gibi göstermektedir. Yazara göre, “cem, musahiplik, görgü ve düşkünlük erkânları, dört kapı kırk makam” kavramları sadece Alevîlikte değil pek çok Sünnî bilinen tarikatta da vardır
İnançlar Arasındaki Benzerlikler
Bektaşiliğin her şeyi, on iki İmama’a nisbetle on iki mertebe üzerine tertib olunmuştur. Post on ikidir, ayin on ikidir, hizmet on ikidir, tâc on iki dilimlidir, teslim taşı on iki köşelidir ve özellikle, talibler de bilgi bakımından on iki dereceye bölünmüştür. Sırra da, ancak, bu on iki makamı geçtikten sonra ulaşılabilir.
Bektaşilik, Anadolu’nun bir çok yerlerini (Alevilik) şeklinde, kap kaplamış, özellikle, bütün Rumeli’ye de (Nazenin) adı altında yayılmıştır.
Bektaşiler, (Ca’feri) mezhebindedirler. Bununla beraber on iki İmam’ı da takdis ederler. Dolayısıyla, (Alevi) veya (Caferi) diye de adlanırlar.
Bu inanç, tarihi, sosyolojik ve kültürel bakımdan zengin bir kültür zemini üzerine yerleşmiştir. Temelini hoşgörünün oluşturduğu bu anlayış zamanla birçok farklı inancı bünyesine adapte edebilmiş, değişik birçok inanç Alevî-Bektaşî inancı şeklinde değerlendirilmiştir.
Alevîlik, Bektaşîlikten ayrılmaz. Çünkü her iki terim de aynı olguya, Türk İslâm olgusuna bağlıdır. Alevîlik ve Bektaşîlik, inanç, ahlak esasları ve edebiyatları bakımından temel olmayan farklılıklar dışında ortaktırlar.
KAYNAKÇA
TATLIOĞLU, Durmuş, ’’ Tasavvuf ve Tarikatlara Sosyolojik bir bakış’’ Dini Bilimler Akademik Araştırma Dergisi, c.9 Samsun , 2009
FIĞLALI RUHİ, Ethem, ’’ Türkiye’de Alevilik- Bektaşilik’’ İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları İzmir ,2006
SUNAR, Cavit, ’’ Melamilik ve Bektaşilik ’’ Ankara-1975
BAŞ, Eyüp, ’’Ahmet Yesevinin Bektaşilik, Alevilik üzerindeki etkileri ve Osmanlı Dini Hayatındaki izleri’’ Ankara üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi’ Ankara-2011
OCAK, Ahmet Yaşar, ’’’ Balım Sultan ’’ Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Balaban-Beşir Ağa Ankara : TDV, 1992
ÖZCAN, Nuri, ’’ Bektaşi Musikisi ’’ Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Ansiklopedisi Balaban-Beşir Ağa Ankara : TDV, 1992
ACAR, Birol, ’’Benzerlik Ve Farklılıklar Ekseninde Alevi- Bektaşi İnançları Üzerine Bir Değerlendirme’’ İlahiyat Fakültesi
ÖZCAN, Hüseyin, ’’ Bektaşiliğin Sosyo-Kültürel Çevresi’’ Fatih Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
YORUMLAR
"...günümüzde hakkında çok fazla spekülasyon yapılan ve Alevilik ile bağdaştırılan Bektaşilik mezhebi... "
Bonapart Napolyon, sefere çıkacak.. ordunun durumunu merak ediyor haliyle?!... Çağırıyor Feldmareşalini ve soruyor.
-Nedir durumumuz?
Cevap:
-Efendim ben çıkardım eksik ve noksanlıklarımızı, arzedeyim.
Çıkıyor huzura ve saymaya başlıyor.
Bir.. barutumuz yetersizdir, yoktur.. iki süvari ve atlar...
Napolyon, saymaya devam eden komutanını elini kaldırak susturur,
- Sayın Mareşalim diğerlerini saymaya gerek yok zaten... Barut yoksa savaş yoktur !...
İşte o hesap, alıntı yaptığım yerdeki başlangıç cümlenizle siz bu işe girmeyin değerli yazarım, ya da bu yazıyı geri çekip tekrar ince ayardan ve şöyle iyiden iyiye bir gözden geçirin.
Yerel, ulusal ve evrensel, ve bilimsel, sınıfsal ve kültürel temellerine bir kez daha bakın, isterseniz yazdıklarınızın !..
Öneridir.. yine de siz bilirsiniz.
Eğer bu yorumu beğenmezseniz, silme seçeneğini hazırda tuttuğumu da bilmenizi isterim.
Esenlikle...
Göktürkmen tarafından 6/22/2014 1:23:45 PM zamanında düzenlenmiştir.