- 932 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
ŞU ERMENİ MESELESİNE BİR DE BİZ DOKUNALIM BAKALIM-25-
Cumhuriyetin ilk yıllarında 293.000 olan Ermeni nüfusu bu gün niçin 50.000 bile yoktur sorusuna gelmiştik.
Maalesef yakın tarihimizde cereyan eden pek çok hadise biz Tarih Öğretmenlerine tarih eğitimi gördüğümüz yüksek okullarda bile anlatılmaz dolayısıyla yukarıdaki gibi bir soruyla karşılaşırsak ’ çekti gittiler işte ’ der kapatırız. Evet..Netice itibarıyla çekti gittiler ama neden gittiler? Ya da gerçekten de çekip gittiler mi? Dahası Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısı gerçekten de 50.000 bile yok mudur?
Bakalım bu konuda bazı tarihçiler ve araştırmacılar, hatta bizzat Ermeniler neler demiş:
Prof. Dr. Hasan Köni şöyle diyor:
“Tehcir sırasında, yerinden olmamak için ‘convert’ olan yani Müslümanlığa dönen Ermeniler de var. Bunların kim olduğunu bilemiyoruz. Sayıları 300-400 bin kişi. Ayrıca dönmüş Museviler ve dönmüş Rumlar da var. Bunları maalesef Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşlarını rahatsız etmemek için açıklamıyor. Belki de devletin içinde de yüksek rütbeye gelmiş, Ermeni kökenli dönmüş insanlarımız var.”
Hrant Dink bile kabul ediyor bunu. Tehcire kaç kişinin tabi olduğunun tartışıldığı bir toplantıda şöyle diyor:
“Aynı dönemde yaklaşık 500 bin Ermeni, din değiştirip Türk olmuştur.”
Batılı tarihçi Hans Lukas Kieser ise şöyle diyor:
“Pek çok ipucu, Kürt Aleviliğinin beşiği olan Dersim’in en azından bir bölümünün Kürtleşmiş Ermeni asıllı halklardan oluştuğunu gösterir.”
Yani Ermenilerin oldukça büyük bir bölümü Türklerin içinde Türk, Kürtlerin içinde Kürt olarak yaşıyorlardı.
Değerli Hocam Prof Dr. Yusuf Halaçoğlu Türk olarak bildiğimiz pek çok Kürt’ün aslında Ermeni kökenli olduğunu açıklamış. Tabii ki bir bilim adamı olarak bu açıklamayı yapabilmesi için elinde belge olması lazım. Öyle bir belge var mı peki? Var...Sedece Kürt olarak bildiğimiz değil Türk olarak bildiğimiz pek çok kişinin aslında Ermeni olduğuna ilişkin bir belge var. Yukarıda resim 1 de o belgeyi görmektesiniz...
Resim 1 deki belge, aslında Ermeni olan bazı vatandaşlarımızın asıl adlarını ve Türk adlarını gösteriyor bize. Peki neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulmuş? 1934 yılına gelindiğinde dünyada baş gösteren yeni bir savaş tehlikesine karşı azınlıkların verebilecekleri zararlar göz önünde bulundurularak özellikle Ermeni, Rum ve Yahudilerin sınır bölgelerinden iç bölgelere zorunlu iskanını sağlamak için. Yani 1934 yılında bir tehcir olayı daha yaşanıyor. Kimlerin tehcire tabi tutulacağı hususu ise öylesine sıkı bir disiplinle yapılıyor ki yerleşim yerlerinde yaşayan Ermeniler Türk adları almış olsalar bile devletin elinden kaçamıyorlar. Tek tek liste yapılıyor onlarla ilgili. ( Devlet o günlerde resmen fişleme yapmış . Bu fişlemeye sadece azınlıklar dahil değil. Kürtler de dahil ki bu iskandan en muzdarip olanlar onlardı. )
Yukarıda resim 1 deki liste Ordu ilinden iskan edilecek olan Ermenilerin listesi olup bu listedeki kişilerin taşıdıklar Türk isimleri karartılmıştır.
1934 teki İskan kanunu üzerine çok şey söylenebilir ama o çok şeyi söyleme yerine Ülkedeki -sadece Ermenilerin değil- diğer azınlıkların da nasıl ve neden yok olma noktasına geldiklerinin sebebini kronolojik sırayla maddeler halinde sıralayalım:
1-16 Mart 1923 de Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.” dedi.
2-Haziran 1923 de Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrimüslim azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı.
3-Eylül 1923’de Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı.
4-Aralık 1923de Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.
5-1924’te Mahsub-i Umumi Kanunu’nun 2. maddesinde değişiklik yapılarak, Birinci Dünya Savaşı için mallarına el konmuş gayrimüslimlere ödeme yapılmaması sağlandı.
6-1924’te Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum avukatların üçte biri işsiz kalmıştı. (Ermeni avukat sayısı belli değil.)
7-1 Ağustos 1926’da, devletin, Lozan’ın yürürlüğe girdiği Ağustos 1924’den önce gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi. Yahudilere yönelik ‘sadakatsizlik’, ‘nankörlük’ gibi ithamlardan bunalan cemaat önderleri Lozan Antlaşması’nın 42. maddesinden feragat ettiklerini beyan eden mazbatayı Başvekâlete gönderdiler.
8-1926 yılında ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanılmasını düzenleyen yönetmelikten sonra idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrimüslimler işten çıkarılmaya başladı. Yabancı banka ve firmalarda çalışan Türklerin oranı yüzde 75 olarak belirlenmişti. Bu yönetmelik uyarınca işten çıkarılan Rumları sayısı 5 bindi. Devlet Demiryolları İşletmesi’nin tüm gayrimüslim personeli işten çıkarılmıştı.
9-Mayıs 1927’de, Lozan’dan sonra ülke dışında olanların Türk vatandaşlığından çıkarılacağına dair kararname ilan edildi.
10-20 Şubat 1928 rejimin gözüne girmek isteyen bir grup İstanbul Üniversitesi öğrencisinin vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına ‘Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlarını asmasıyla başlayan dönemin gazetelerinde ‘Türkçe Konuş!’ hitabına tahammül edemeyen ‘sözde vatandaş’lardan söz edilmişti. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok kişi hakkında Türklüğü tahkir davası açıldı.
11-1928’de Sivas’taki Ermenilerin şehir dışına çıkmaları yasaklandı.
12-1928-1929 yıllarında Diyarbakır ve Harput’taki Ermenilere yerel yöneticiler tarafından Türkiye’den gitmelerinin kendi hayırlarına olacağını telkin edildi.
13-1929-1930 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı.
13-11 Haziran 1932’de yürürlüğe konan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını etkiledi.
14-Kasım 1932 İzmirli her Yahudi’ye Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi.
15-25 Şubat 1933 günü aralarında yazar Peyami Safa, matematikçi Cahit Arf gibi tanınmış isimlerin de bulunduğu Darülfünun ve Milli Türk Talebe Birliği öğrencileri, ceplerine irili ufaklı taşlar doldurarak Osmanlı döneminden beri yataklı trenleri işleten La Compagnie des Wagons-Lits (kısaca ‘Vagon Li’ denirdi) adlı bir Fransız/Belçika şirketinin Beyoğlu’ndaki eski Tokatlıyan Oteli binasındaki bürosu önünde toplandılar ve büyük bir protesto gösterisi yaptılar. Ardından yeni bir “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası patlak verdi ve hızla yaygınlaştı.
16-1933 Mardin’deki Süryani Patrikliği Merkezini- gizli ve açık baskılara dayanamayarak- ‘cemaatin arzusu doğrultusunda’, ‘görülen lüzum üzerine’, ‘muvakkaten’ (geçici olarak) Mardin’den Humus’a taşındı. Ancak o günden beri geri dönmek mümkün olmadı.
17- 14 Haziran 1934’te yürürlüğe giren Sevk ve İskan kanunu.
Diğer maddelere geçmeden önce bu Sevk ve İskan kanunu üzerinde durmak lazım biraz. Oldukça ilginç bir kanundur çünkü.
14 Haziran 1934’te kabul edilen, bir hafta sonra Resmî Gazete’de yayımlanan 2510 Sayılı İskân Kanunu 52 maddeden oluşuyordu. Kanunun en önemli maddelerine gelince;
2. Madde’de iskân bölgeleri tarif edilmişti: “Dâhiliye Vekilliği’nce yapılıp, icra vekilleri heyetince tasdik olunacak haritaya göre, Türkiye, iskân mıntıkaları bakımından üç nevi mıntıkaya ayrılır. 1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun tekâsüfü (yoğunlaşması) istenilen yerlerdir. 2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerlerdir. 3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri ile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamete yasak edilen yerlerdir.”
Kanun bu mıntıkalarda oturacakları da üçe ayırmıştı: “Türk kültüründen olanlar ve Türkçe konuşanlar” (Anadolu’nun etnik olarak Türk olduğu düşünülen ve Türkçe konuşan ahalisi ile Türkçe konuşan göçmenler), “Türk kültürüne bağlı olan ama Türkçe konuşmayanlar” (esas olarak Kürtler), “Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (Araplar ve gayrimüslimler).
3. Madde’de kimlere muhacir, kimlere mülteci denileceği tarif ediliyor ardından “Kimlerin ve hangi memleketler halkının Türk kültürüne bağlı sayılacağı İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu) Heyeti kararı ile tespit olunur” deniyordu. Yani görünüşte ‘bilimsel’ olmaya bile gerek görülmüyordu, ‘siyasi’ kriterler yeterliydi.
4. Madde’de “A: Türk kültürüne bağlı olmıyanlar, B: Anarşistler, C: Casuslar, Ç: Göçebe Çingeneler,D: Memleket dışına çıkarılmış olanlar, Türkiye’ye muhacir olarak alınmazlar” denerek ‘ötekilere’ yeni gruplar ekleniyordu
10. Madde ise şöyleydi: [ Bu madde ile feodalitenin kökünün kazınmasının amaçlandığı iddia edilmiştir. ]
“A: (...) Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği ve bunların herhangi bir vesikaya veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilât ve taazzuvları (organları) kaldırılmıştır.
B: Kanunun neşrinden önce, herhangi bir hüküm veya vesika ile veya örf ve âdetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlerine ait olarak tanınmış kayıtlı-kayıtsız bütün gayrımenkuller devlete geçer. Bu kanun hükümlerine ve devletçe tutulan usullere göre bu gayrimenkuller muhacirlere, mültecilere, göçebelere, naklolunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanır (...)
C: Bu kanunun neşrinden önce aşiretlere reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapmış olanları ve yapmak isteyenleri ve sınırlar boyunda oturmasında emniyet ve asayiş bakımından mahsur bulunanları, aileleri ile birlikte münasip yerlere naklettirip yerleştirmeye, icra vekilleri heyeti kararı ile Dâhiliye Vekili selâhiyetlidir.
Ç: Türk tebaasından olup da, Türk kültürüne bağlı bulunmayan aşiretler fertlerinin dağınık olarak 2 numaralı [Şark Vilayetleri dışında kalan] mıntıkalara, Türk tabiiyetli ve Türk kültürlü göçebe aşiretler fertlerini sıhhat ve yaşama şartları elverişli yerlere nakledip yerleştirmeye, Türk tebaası olmayan ve Türk kültürüne bağlı bulunmayan göçebe aşiretler fertlerini icaba göre Türkiye dışarısına çıkarmaya Dâhiliye Vekili selâhiyetlidir.”
Feodalite tasfiye edilecek ama her ne hikmetse topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak gibi bir madde yok kanunda?
Ancak bu kanunun 11. Maddesi çok çok daha ilginçtir.:
11. Madde
“A: Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri [tekeline almaları] yasaktır.
B: Türk Kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk Kültürüne bağlı olup ta Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında, harsî, askerî, siyasî, içtimaî ve inzibatî sebeplerle, icra vekilleri heyeti kararı ile Dâhiliye Vekili, lüzumlu görülen tedbirleri almağa mecburdur. Toptan olmamak şartı ile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan ıskat etmek [çıkarmak] de bu tedbirler içindedir.
C: Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye sınırları içindeki bütün nüfus tutarının yüzde 10’unu geçemez. Ve ayrı mahalle kuramazlar.”
12. Madde bu tedbirleri biraz daha açıyordu:
“1 numaralı mıntıkalara [Doğu vilayetlerine]:
A: Yeniden hiçbir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir ferdin yeniden yerleştirilmesine ve bu mıntıkaların eski yerlilerinden olsa bile Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir kimsenin avdet etmesine izin verilemez.
B: Bu mıntıkalarda ırkan Türk olup dilini unutmuş veya ihmal etmiş bulunan köyler ve aşiretler efradı ahalisi Türk kültürüne bağlı köyler ile nahiye, kaza ve vilâyet merkezleri civarında yerleştirilir.”
29.Madde:
“A: Hükümetçe iskân edilen muhacirler, mülteciler, göçebeler, ve 1 numaralı bölgelere hükümetçe yerleştirilen kimseler, yerleştirildikleri yerde en az 10 yıl oturmağa mecburdurlar. Bunlar Dâhiliye Vekilliğinin izni olmadıkça başka yerlerde yurt tutamazlar. Başka yerlere izinsiz gidip yurt tutanlar ve tutmak isteyenler yerleştirildikleri yere döndürürler.”
B: “1 ve 3 numaralı mıntıkalardan 2 numaralı mıntıkada 9, 10, 11. maddelere göre bir yerden başka bir yere nakledilenler 10 yıl sonra dahi İcra Vekilleri Heyeti kararı olmadıkça başka yerlere gidip yurt tutamazlar.” [doğrudan Kürtlere ilişkindi, daha da sertti]
Evet...Olaylar kronolojisinin diğer maddelerine geçelim:
18-21 Haziran-4 Temmuz 1934 (Trakya Olayları), Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere yapılan saldırılar sonucunda 15 bin Yahudi başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı.
19-Ocak 1937de Kayseri, Sivas gibi yerlerdeki Ermeni ve Yahudilerin ‘güvenlik gerekçesiyle şehir merkezlerine göçmesi emredildi.
20- 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında bölgedeki Ermeniler baskılar sonucu Suriye’ye göç ettiler. Göçle ilgili Yunus Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesinin 20 Temmuz 1939 sayılı nüshasındaki yazısında şöyle deniyordu: “Neden korkuyorlar? Ne var? Kendilerini yiyeceğimizi mi vehmediyorlar”
21-8 Ağustos 1939 Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 Ağustos’ta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı.
22-12 Aralık 1940 Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan ‘yüzen tabut’ namlı Salvador adlı gemi (aslında 40 kişilik bir tekneydi) Türk sularına girdiğinde artık ha battım ha batacağım durumunda olmasına rağmen bir mil bile gidecek hali olmadığı kesin olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 Aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı.
23-15 Aralık 1941 Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudisini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisine, Türkiye’nin izin vermemesi yüzünden 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra Karadeniz’e çıkarıldı. Struma, 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edildi. 24 Şubat 1942 günü, saat 02.00’de kimliği bilinmeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. (Bir Rus denizaltısı tarafından vurulduğu keinlik kazanmıştır daha sonraları .) [ Bu olaydan sadece İngilizlerin aracılığı ile bir iki Geçici Filistin vizesi bulunan yahudi ile Standard Oil Company of New York isimli bir Amerikan petrol şirketinin Romanya müdürü olan Mart’n Segal ve ailesi kurtulmuştur. Martin Segal’i Kurtaran Vehbi Koçtur. Çünkü Martin Segal’in müdürü olduğu şirketin Türkiye şubesi temsilcisidir. Arada .ok para ve rüşvetin döndüğü söylenir)(Resim 2 De Struma gemisi yolcu ve Mürettabatının gemi torpillenmeden önceki son görüntülerinden birini görmektesiniz )
24-11 Kasım 1942 Savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi çıkarıldı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrimüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise sadece yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi.
Maddeler daha devam edecek ama varlık vergisi maddesinde biraz duralım. Çünkü diğer maddeleri bu ülkede nerdeyse hiç hatırlayan, bilen çıkmaz ama Varlık vergisi hakkında en azından ’ Salkım Hanım’ın taneleri ’ Filmi dolayısıyla bir şeyler duymuş olanlarımız vardır.
Varlık vergisi günümüzde de tartışılan bir konudur. Kimilerine göre12 kasım 1942 tarihinde yürürlüğe giren varlık vergisi halkı gelirine ve mal varlığına göre vergilendirmek yerine ırk ve din farklılığı gözeterek, sınıflara ayıran bir yasa uygulamasıydı. Cumhuriyet döneminde ilk defa vergiciliğin tüm temel prensiplerine (adil, eşit vb.) ve hukuk ilkelerine aykırı bir vergi kanunu çıkarılmış ve keyfi olarak uygulanmıştı. Halk önce din ve ırklarına göre sınıflandırılmış farklı ırk ve dinden olanlar ayrı ayrı simgelenip cetveller oluşturulmuş ve ayrı oranlarda vergilendirilmişlerdi. Müslümanlar için “M” cetvelleri , Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni Rum ve Yahudiler yani gayrimüslim azınlıklar için, “G” cetvelleri, Türk asıllı olmayıp da Müslüman olanlar, dönme olarak nitelenmiş bunlar için “D” cetvelleri, Türkiye’de yaşayan yabancı uyruklu gayrimüslimler için de ecnebi sözcüğünden “E” cetvelleri hazırlanmıştı.
Varlık Vergisi takdir komisyonları bunlara alabildiğine keyfi ve farklı oranlarda vergi salmış, sonuçta Türk kökenli Müslümanlar % 5 oranında vergilendirilirken, gayrimüslimler kendi içlerinde ırklarına göre, Rumlardan % 156, Yahudilerden %179 ve Ermenilerden % 232 oranında vergi alınmıştı. Dönmeler ise ise Müslüman Türklerin iki katı oranında ,yani %10 oranında vergilendirilmişlerdi. Bu kadar yüksek vergiyi ödeyemeyenler ise yukarıda belirtilen yerlerde çalışmaya gönderilmişler, kazançlarıını yarısı ellerinden borçlarına mahsuben alınmıştı. Aşkale’nin çamur dolu yollarında kar kürüyerek ne kadar para kazanılır, bu paranın yarısı devlete verildikten sonra kalan yarısı kişinin hem kendisini hem de geride bıraktığı ailesini nasıl besler orayı hiç sormamak lazım.
Varlık vergisi hakkında en çarpıcı ifade o günlerin İstanbul Defterdarı olan Faik Öktem’den gelmiştir. Faik Öktem ’ Varlık Vergisi Faciası adlı kitabında “ Varlık Vergisi Osmanlı tarihini dolduran gasp zihniyetinin son hortlamasıdır. Bu nevi hareketler ferdi,bir insan olarak tanımayan orta çağların ve totaliter rejimlerin bir bakiyesidir. İnsanın sırf insan olarak eşitlik ve hürriyet haklarına malik olduğu kabul edilmedikçe bu nevi korkunç hadiseler daima tekrarlanır. Varlık Vergisi Türkiye Cumhuriyetinin içte kurduğu milli tesanüdü kökünden sarstığı gibi vatandaşlar arasında kolayca unutulamayacak ayrılık tohumları serpmiştir. Bu vergi aynı zamanda dış memleketlerde Genç Türkiye’nin kazandığı itibarı yıkmıştır”. Diyordu.
Ancak tabii olarak Varlık vergisini savunanlar da vardı. Dönemin genç müfettişlerinden Cahit Kayra ise II. Dünya savaşı yıllarında ülkenin içinde bulunduğu güç koşullar sebebiyle böyle bir vergi konmasının şart olduğunu, verginin her zaman vatandaşa sevimsiz geldiğini ifade eder ve o yıllarda artan karaborsa, haksız kazanç vs sebeplerle müthiş bir kayıt dışı ekonomi olduğunu belirttikten sonra bu verginin sadece gayri müslimlerden alınmadığını belirtir. Dahası Türklerin ayrıca bir de Toprak Mahsülleri vergisi ödedikleri, Varlık Vergisinin uygulamasından doğan sebeplerle ölen 219 Ermeniya karşılık 419 Türk’ün kömür madenlerinde çalışırken öldüğünü belirtir ve asıl vergiyi Müslüman-Türk halkının ödediğini ifade eder.Özet olarak ekmeğin karneye bağlandığı ( Resim 3 ) bir dönemde böyle bir vergi konmuş olmasının zorunluk olduğunu ifade eder ve İstanbul Ticaret odasına kayıtlı Tüccarların %87 sini gayri müslimlerin oluşturduğunu da ekler
Ancak bu vergi ile ilgili en çarpıcı açıklama dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlundan gelmiştir ki altı çizili cümleye dikkatinizi çekmek isterim: “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde , ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır…” Memleketteki azınlıklardan misafir olarak bahsediliyor dikkat edilirse. ( Resim 4)
Bundan sonraki dönemde 6 Eylül olayları, 1964 sürgünü gibi olaylar var ise de bunlar daha çok Rumlarla ilgili konulardır ve bir başka yazının konusu olurlar elbette.
9 - 13 Eylül 1943 tarihlerinde New York Times gazetesinde Cyrus Sulzberger imzasıyla Türkiye’deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı çıktı. Bu yazılardan hemen sonra 17 Eylül’de toplanan TBMM, henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar verdi. Aralık ayının ilk günlerinde Aşkale ve Sivrihisar sürgünleri yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine gönderildi.
Varlık vergisi aslında bir zaruretti, yok efendim zaruret değildi sırf azınlıkları ezmek kastıyla çıkarılmıştı tartışmalarını bir kenara bırakıp bir anıyla noktalayalım. Bu anının başlığı da hepimizin bildiği bir söz olsun.
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER.
Orhangazi’li bir Ermeni olan Garabet, Tokatlıyan Otelinde çalışan iyi bir garsondu.( Tokatlayan Oteli İstanbul Beyoğlu’daki Pera Palastan sonra Taksim İstiklal Caddesi üzerinde bulunan zamanın en lüks oteliydi. Bir Ermeni olan Mıgırdıç Tokatlıyan’ın damadı tarafından işletiliyordu o yıllarda. Tokatlıyan, Mustafa Kemal’in 1919 öncesi, sık uğradığı bir yerdir. Garabet’i sever, Garabet de onu sever ve sayar. Zaman zaman ,yalnız kaldığında Mustafa Kemal Garabet ile sohbet eder. Mustafa Kemal bir gün yine Tokatlıyan’a gelir İstanbul işgal altındadır. Garabet üzgün ve sıkıntılıdır. Mustafa Kemal anlar ve nedenini sorar. Garabet ilerdeki masada oturan işgal subaylarını gösterir “garip kaldık paşam” der. Mustafa Kemal Garabet’e “Merak etme garip kalmazsın” der ve devam eder: “Geldikleri gibi giderler”.
İstanbul’un kurtuluşundan sonra Mustafa Kemal, maiyeti ile yine Tokatlıyan’a gelir, Garabet de oradadır. Paşa sorar : “Garabet ben sana ne demiştim ?” . Garabet olayı hatırlar ve yanıtlar : “ Geldikleri gibi giderler demiştiniz Paşam. ”. Mustafa Kemal “Evet,geldikleri gibi gittiler ”. der.
Garabet daha Sonraki yıllarda ,devlet büyüklerimizin uğrak yeri olan Park Oteldedir. 1942 Yılında Varlık Vergisi yasası çıkar. Garabet’ten 2500 lira vergi istenir, iki katlı Evlerin 500 liraya satıldığı bir devirde , 2500 lira Garabet için büyük bir servettir. İstanbul’am gelişinde Park Otelde kalan Ankara’nın ünlü valisi Tandoğan’dan - Aşkale’ye gitmeden- çalışarak vergisini ödemek için yardım ister. Tandoğan ilgililere durumu iletir, ama yasadan kurtuluş yoktur. Garabet G sınıfından olduğu için ya vergisini ödeyecek ya da Aşkale’ye gidecektir.
Devam edecek.
YORUMLAR
Hocamyine ilgiyle okuduğum bir bölümdü bu güne kadar hiç duymadığım okumadığım bir tarihi okumuş oldum bu varlık vergisinden olacak ki babamlar koyunları eve getirmeyipte dağda mağralara sakladığını duyardım sadece çok bilgilendiğimiz yazı olduğu muhakkak kolay gelsin saygılarımla
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
gerçeten tarihimiz saptırıldığı gibi gerçek araştırmacıların tespitleri avt edıldı ..şimdiki ihanetin çemberinde olduğumuz şu günlerde geçmiş tohumların yeşeren ihanetidir ... ermeni vatandaşlarımız varki türk,üm diyen ve kürdüm böleceğim diyen ermeni soyları ve apo şunu demişti neden kürtleri çocukları köylerı yakıyorsun onlar gerçek kürt değil kürt sanılan ermeni tohumları demişti bunu bir çok kürt bilmez ..eski mit ajanı olan apo terörüst edilirken hesaplar bügünü gösterecekti bu plan yeni değil elbette prf hallaçoğlu ve sinan meydan,dan gerçek türk tarihini okumak gerekir ..sinan meydanın yalan cumhurıyet tarıhını okumak aydınlanmak gerekır her cumartesı saat 11 de halk tvde anlatıyor gençlerımız dınlemelı ülkemizdeki oynanan oyunları artık anlamalı okuma özürlü bir toplum kulaktan dolma yetileri ile alaşa gidiyor ... çok güzel bır konuya parmak bastınız ... teşekürler ... bilmıyorum okuma oranı nedir fakat en bılgılıyım dıyen bu tür yazıları okumak ıstemıyor oysa edebiyat defterınde böyle değerli yazıların okunması hit olması gerekır ...
sami biberoğulları
Bir sonraki bölümü de okumanızı sizden ayrıca rica edeceğim çünkü anladığım kadarıyla bu konulara meraklısınız.
Tekrar teşekkürlerimle selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
Amerikada tehcir olayı vardır japonlarla savaşırken,etki tepki meselesi hiç olsaydı daha iyiydi de..
Tebrik ederim saygılarımla.
sami biberoğulları
Evet hiç olmasaydı daha iyiydi ama olmuş bir kere. Başka çare yokmuş, olmuş. Olurken bazı acılar yaşanmış. Olmasaydı keşke....
Selam ve sevgilerimle.
Biraz sonra kapı açıldığında içeri günahkar bir kadın girecek.Biz onun yüzünde cehennemi göreceğiz, siz ayaklarının altında cenneti göreceksiniz.Boyu uzun, gözleri siyah, alnının tam ortasında küçük bir gül olacak. Saçları uzun teni esmer olacak.Elinde bir tepsi, tepsinin üstünde bir elma ve bir bardak şarap duracak.Ayakta beklerken asla yüzüne bakmayacak.Ve sen gel dediğinde sana doğru bir adım atacak.
Hayret sen ise bu duruma ne bir anlam katacaksın ne de bu olaydan bir haber alacaksın.Günahkar bir kadına belkide bir anda tutulacaksın.Ve belkide sen, cennet ile cehennem sınırına bir ''kadında'' bu kadar yaklaşmış olacaksın.
Ve ardından
Ah günahlarım kimden kaçtınız,kime sığındınız...Ya Tanrılar sokağından geçtiniz yada o filozoflar sofrasına meze oldunuz...Bazen uçsuz bucaksız ,bazen daracık bir odamız,bazen kelepçeli kollarımız ve sonunda mahkum olan aklımız....Hani hür kalan yanımız...?
Saygılar Değerli Hocam
sami biberoğulları
Madem ki Yüce Allah her ikisini de yaratmış o halde tüm dünyanın sadece cennet olmasını bekleyemezsin. İkisi de dolacak. İkisinin de dolması için mutlaka cehennemlikler de olması gerekiyor.
Cennet o kadar ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.
Selam ve sevgilerimle.
Yine ilgi, yine soluksuz okudum.
Bu bölüm, nedense daha çok ilgimi çekti.
Karanlık kalan yakın tarihimizi içerdiği içindir sanırım.
Her parağraf ayrı güzeldi.
Sağ ol hocam.
sami biberoğulları
Bize en uzak olan maalesef en yakın tarihimiz. Hâla üniversite firiş sınavlarında ''Aşağıdakilerden hangisi cilalı taş devrindeki gelişmelerden biridir '' Diye soru çıkar da mesela Struma Faciası, Varlık vergisi , 1934 iskanı hakkında hiç bir şey sorulmaz. Sanırım ondan daha fazla ilgini çeken bir bölüm oldu.
Selam ve sevgilerimle.