- 871 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gurbetçi
Saat şu an sabahın 3.55’i. Beş dakika sonra saatin alarmı çalacak ve kadın sıcacık yatağından güçlükle kalkacak, fakat biz şimdilik bırakalım onu biraz daha uyusun ve şu bir kaç dakika da onun hakkında üç beş kelam edelim.
O bir gurbetçi. Ekmek davası onu doğduğu topraklardan koparıp; dilini, dinini, kültürünü bilmediği yabancı topraklara sürükledi. Yıllarca gurbet ellerde tek başına hayata tutunmaya çalıştı. Yaralı bir kuş ne kadar tutundu ise hayata, o da o kadar tutundu. Kocasından ayrılalı yıllar olmuştu ya da terk edilişi desek daha doğru olacak. Diğer odada melekler kadar güzel kızı uyuyordu. Zaten kızı da olmasa bu gurbet ellerde ya intihar ederdi ya da adı kaybedilmiş hayatlar listesine eklenirdi.
Küçücük bir evde yaşıyorlardı. Eni boyu 40 m2; iki oda, mutfak, oturma odası, banyo ve tuvalet... Olsun yine de kendi eviydi; sıcacık…
Evet, şimdi saat tam 4.00… işte saatin alarmı çalıyor.
Odanın loşluğunda masaya uzanan bir el saatin alarmını susturdu. Gözlerini zoraki açtı. Üzerinde yoğun bir ağırlık vardı. Mahmurlu gözler önce beyaz tavandaki siyah lekelere takıldı. Uykusuz gecelerde bu lekeleri şekilden şekle sokardı; kâh uzakları yakın eden devasa bir uçak ya da uzayıp giden tren rayları kâh hiç bilmediği babasının çiçeklerde bezenmiş mezarı.
Masa saatinin fon resminde bir çiftlikte anne tavuk civcivlerine yem yediriyordu. Tavuğun başı otomatik olarak tik tak eşliğinde inip kalkıyordu. Odanın duvarları kutsal mekânların fotoğraflarıyla süslüydü. Saati de, Kabe’nin, Mescid-i Nebevinin fotoğraflarını ve mutfakta kullandığı alet edevatı da hep izin dönüşü memleketten getirmişti.
Gece yağan kar dinmiş şimdi dışarıda fırtına vardı. Fırtınanın sesi önce pencerelerin pervazlarında sonra kulaklarında uğuldadı. Sıcacık yatağında titreyerek buz kesmiş havayı hissetti. Yorganına sıkıca sarıldı. Yatağından hiç kalkmak istemedi.
Az sonra yapacağı işler birer birer aktı hafızasından. Çayı demleyip termosa doldurulacak, ekmek arasına yağ sürüp üzerine peynir ve domates koyacak, bir kutuya da üç beş siyah zeytin; işte bütün günün menüsü. Bir bardak çay eşliğinde birkaç lokma yedikten sonra gecenin karanlığında havanın dondurucu ayazında arabanın motoru homurtuyla çalışacak buzlanan camlar kazınacak, kazınıp yollara düşülecekti. Tam vaktinde fabrikaya varılacaktı. Giriş kartı basılıp kulaklarına kulaklığı, ellerine sarı eldivenleri takacak ve adına akort dedikleri seri çalışma şekliyle kafada binlerce düşünce olduğu halde hiç konuşulmadan çalışacaktı.
Çocukluğunu düşündü. O zamanlar da böyle gecenin bir yarısı uyanırlardı. O zamanlar yüreğinde tarifi imkânsız neşeli duygular vardı. Bu neşe yüzüne yansır gülümseyerek yataktan fırlar ve annesinin boynuna sarılarak ayazda üşümüş meyveler gibi semsert yanağından öperdi. Annesinin soba üzerinde karıştıra karıştıra pişirdiği üzerinden buharlar tüten mis kokulu tarhana çorbasını içerler ve kardeşleriyle el ele tutuşarak gecenin karanlığında tarlanın yolunu tutarlardı. Sabahın soğukluğunda tütün kırarlar, kırdıkları tütün yapraklarını uzun çubuklara dizerler sonra da kuruması için yükselen güneşin sıcaklığına bırakırlardı.
O zamanların zor günler olduğunu bilirdi. Bunu annesinin gözlerinden okuyabiliyordu ancak ne fakirlik ne yokluk ne de günün on dört saati güneş altında çalışmak hiçbirisi mutluluklarına engel değildi. Hiç birine üzülmeye değmezdi. Yalnız bir şeye üzülüyordu o da hayal meyal hatırladığı babasını hiç göremeyecek olmasıydı. Bir gün annesine sormuştu:
“babam dönecek mi anne?”
“hayır yavrum dönmeyecek”
“neden dönmeyecek.”
“çünkü o şehit oldu.”
“şehit ne demek.”
“vatan, din, namus ve mukaddesat için can veren kişidir yavrum.”
“babamın mezarı nerede anne?”
“uzaklarda hem de çook uzaklarda.”
“bizim tarladan da mı uzak?”
“evet yavrum tarlamızdan da hafta da bir gittiğimiz pazardan da uzakta.”
O zamanlar bir şey anlamamıştı. Sadece anlamış gibi boynunu bükmüş ve elini dudaklarına götürmüştü.
Sonradan anlayacaktı babasının Kore diye bir ülkede şehit olduğunu. Bir seferinde çekik gözlü bir kız taşınmıştı alt daireye. Onun Koreli bir üniversite öğrencisi olduğunu öğrenince evine davet etmiş elleriyle hazırladığı dolmalardan, mantılardan, tatlılardan yedirmiş ve ona gurbet ellerin yalnızlığını hissettirmemişti. Koreli kıza babasından bahsetmişti. “Babam ülkenizde şehit oldu” demişti. “Keşke mezarını bilseydim” demişti. Koreli kız okulunu bitirip ülkesine döndüğünde bir posta göndermişti. Kargonun içinde video kaseti ve fotoğraflar vardı. Bunlar Kore’deki Türk Şehitliği ve babasının mezarına ait görüntüler ve fotoğraflardı. O an gökten bir vahiy inmişti sanki, heyecandan yüreği kaburga kemiklerini dövüyor, sevinç gözyaşlarına hakim olamıyordu. “Keşke bunları annem de gösterebilseydim.” dedi. Sonra annesinin babasıyla el ele cennet bahçelerinde dolaştıklarını düşündü.
Şimdi bir genç kızdı. İsteyenleri çoktu. Evlerinde her akşam bir dünürcü ağırlarlardı. Bunlardan bir tanesi de Almancılardı, zengindiler. Uzaktan aile dostları imiş. Genci hiç tanımıyordu. Ondan “ecnebi” diye bahsediyorlardı. Kılık kıyafeti, hareketleri buranın insanlarına pek benzemiyordu. Sahiden de bir yabancıydı o. İzne geldiğinde köyde pek durmaz şehirlere eğlence yerlerine giderdi.
O gece uzun uzun annesinin nasihatlerini dinlemişti. O gece annesinin nasihatleri yüreğine işlemişti. “Bak kızım” demişti annesi. “Gideceğin yerde belki çok rahat edeceksin, elin sıcak sudan soğuk suya değmeyecek, temiz caddelerde gezeceksin, büyük mağazalardan alışveriş yapacaksın belki arabalardan hiç inmeyeceksin ama tüm bunlar mutlu olmak anlamına gelmez. Yalnız kalacaksın, horlanacaksın, sana küçümseyen tavırlarla bakacaklar. Sabırlı, metanetli ve akıllı olmalısın. Şimdi annesine ne kadar hak veriyordu. Söyledikleri bir bir çıkmıştı. Nice günler konuşup dertleşecek kimse bulamamıştı yanında, sıcak bir dost tebessümüne hasret kalmıştı. Oysa hayattaki tüm imkânlar insanın mutluluğu için değil miydi? Burada ise her şey çok farklıydı. Burada karanlıklar aydınlığa aydınlıklar karanlığa karışmış ve karanlıklar tüm haşmetiyle insanların kalpleri üzerine çökmüştü. Buralarda her şey soğuktu; havalar, insanlar, kalpler, binaların cepheleri bile buz gibiydi.
Derin bir iç çekti yalnız geçen yıllarına ama pişman değildi, zira annesinin bilge sözlerini kendine rehber edinmiş sabır ve metanetle hedefine yürümüştü.
Yan odada uyuyan hayatta biricik dayanağı ciğerparesi kızını düşündü. Onun da kaderinin kendi kaderi gibi olmasına yüreği dayanamazdı. Ona tıpkı annesi gibi nasihatler vermek isterdi ama kendinde annesinde bulunan kararlılık ve etkileyiciliğin olmadığını biliyordu. Yüreği bir kuş yüreği gibi titredi. Kadere hep inanmış ve kader karşısında boynu kıldan ince idi. “Hayatın örümcek ağını insanın kendisi örmüyor bilakis insan bu ağda sadece bir telden ibarettir” dedi.
Yatağından kalktı. Yastığı, yorganı, çarşafları bir asker gibi titizlikle düzeltti. Sıkıca giyindi. Fırtınanın artan şiddetinden camlar şıngırdıyordu. Kızının yatak odasına yöneldi. Kapıyı yavaşça araladı. Uyuyordu. Nefes alış verişi düzenliydi. Uzun siyah saçları yastığa dağılmış elleri aşağıya sarkmıştı. Yanına sokuldu. Alnından öptü:
“her insan kendi kaderini kendi yaşıyor, bazen kimseler olmuyor yanında. Hayatın sarp ve dik yokuşlarını tırmanmaya bu nazik ve zarif bedenin dayanacak. Bu yolculukta en büyük yardımcın ve rehberin yüreğinde taşıdığın iman ve sabır olacak. Ben annemin çektiği sıkıntıları yaşamadım sen de benim sıkıntılarımı yaşamayacaksın. Sen okuyacaksın. Kendi kararlarını verebilme cesareti göstereceksin. Yıllardır kaderimiz olmuş işçilik ve hizmetçilik anlayışını yıkacaksın. Benim gibi okuma yazma bilmeyen cahil insanlara öncülük ve önderlik edeceksin.”
Çantasını eline aldı, arabayı gecenin karanlığını doğru sürdü.
YORUMLAR
Çok etkileyici bir yazı.
Geçmiş ve geleceği aynı anda harmanlıyor insan yazının hoş cümleleri arasında gezinirken.
Ne demeli?
umarım ve dilerim,
mışıl mışıl uyuyan o küçük kıza,
yaşadığı ülke insanlarına tanınan tüm haklar tanınır ve
sorunsuz bir tahsil hayatından sonra,
başarılı bir yer edinir toplumda.
Ama şu bir gerçek ki;
oldukça zor ve mücadele gerektiren bir durum bu.
Allah, yollarını aydınlık etsin.
Hem annenin, hem yavrusunun.