- 481 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Demokratik Deliler Devleti (3D) -1
-Delilerle ilgili masalları ancak ve ancak bir deli anlatırsa inanın.
-Sanki, masal anlatayım diye de insanlar deli oluyordu!
**
Bir masal anlatacağım, deli masalı. Masalların hayal ürünü olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Ama olsun, ben gene de söyleyeyim de bazıları üzerine alınmasın.
Masallarda olağanüstü olaylar ve olağanüstü kahramanlar vardır. O nedenle de dinleyicinin aklını zorlayıp hayal gücünü kullanmasını sağlar. Bizim kahramanlarımız bu özelliklere sahip mi? Doğrusu bilmiyorum, en iyisi bu konuda kararı siz verin!
Bizler masallarla büyüdük. Çoğunlukla dedelerimiz, ebe(nine)lerimiz bazen de anne ve babalarımız bize masallar anlatırlardı. Hele soğuk kış günlerinde sıcacık sobanın başında o masalları dinlemenin zevki bir başkaydı. Bir de yanında soba üzerinde kızaran kestanemiz ya da patlamış mısırımız varsa, gel keyfim gel! Kestane ve mısır bulamadığımızda ya bütün olarak patatesi sobanın sıcak külüne gömerdik ya da ince ince kesip sobanın kızgın sacına yapıştırıp kızartırdık. Şimdikilerin cips dediklerini biz yıllar önce zaten keşfetmiştik. Üstelik bizim cipsimizde gram yağ yoktu ve tabii ki o nedenle de sağlıklıydı. Hiçbir şey bulamazsak mangaldan küçük bir köz alıp bir kesmeşekerin üzerine koyardık ve eriyince de yerdik. Şimdilerde galiba buna karamel deniyormuş.
Aynı masalı defalarca dinlediğimiz halde gene de bıkmazdık. Aksine bir kere daha, bir kere daha anlatması için dedemizi, ebemizi sıkıştırırdık. Bu sıkıştırma ya da ricayı sadece onlara yapabilirdik, anne ve babamıza değil. Çünkü nazımızı ancak içlerinde torun sevgisi olan, bazen torunun çocuğundan da daha çok sevildiğini söyleyen bu yaşlı insanlar çekerdi.
Kaf dağının arkasına, periler padişahının ülkesine gitmekten hiç bıkmazdık. Beyaz atlı prens, pamuk prenses, cüceler, kırmızı başlıklı kız, süpürgesinin üzerine binerek uçan kötü kalpli cadı, insan başlı yılan, bir dudağı yerde diğer dudağı gökte olan dev, yedi başlı canavar, gülyabani, şahmeran, Zümrüdüanka, çizmeli kedi, keloğlan adeta bizimle beraber yaşardı. Bazılarından korkardık, bazılarını severdik, bazıları gibi olmak isterdik…
Pamuk Prenses’e o zehirli elmayı veren Kraliçe’den daha doğrusu cadıdan nefret ederdik. Pencereden bakan Pamuk Prenses’e zehirli elmayı uzatırken sanki sesimizi duyacakmış sanıp “Sakın alma! O elma zehirli.” Diye bağırırdık. Alınca da “ah, vah” çekmeye başlardık. Kırmızı Başlıklı Kız’ı da hain kurttan kurtarmak isterdik ama gene başarısız olurduk. Kurdun kızcağızı bir lokmada yutuvermesi karşısında ne yapacağımızı şaşırırdık. Neyse ki bu üzüntü ve şaşkınlığımız Kırmızı Başlıklı Kız’ın ve büyükannesinin bir avcı tarafından kurdun karnı yarılarak çıkarıldığını duyduğumuzda sevince dönüşürdü.
“Bir varmış, bir yokmuş” tekerlemesiyle masala başlardı büyüklerimiz; “evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken” diye de devam ederlerdi. Bunlar anlatılırken küçücük pirenin nasıl berberlik yapabildiğini daha doğrusu o kocaman makası nasıl tutabildiğini düşünürdük. Ya devenin tellallığına ne demeli? Kim bilir ne gür çıkıyordur sesi? Belki de yeri göğü inletiyordur! Doğrusu tellallık için iyi bir seçenek… Ninemizi beşiğe sığdırmak ise hiç de zor değildi, çünkü insan yaşlandıkça küçülüyordu. Nineciğim de işte ufacık kalmıştı artık…
“Az gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik. Bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz.” Sözünü duyduğumda “Öyleyse, niye gittik?” diye sorardım kendime.
Masalların sonunda çoğunlukla iyiler, doğrular kazanır; adalet yerini bulur. Tersi olursa dinleyici hayal kırıklığına uğrar, üzülür, içini bir sıkıntı kaplar. Gerçi sonunu dinleyemeden uykuya daldığımız da çok olurdu ya…
Sahi, sevgili okurlar sizlerin de uykusu gelmiş olmasın? Lütfen çekinmeyin, geldiyse yatağınıza uzanıp kapatın gözlerinizi. Sizlere renkli rüyalar… (Rüyalarımızın bir kısmının renkli olduğunu biliyorsunuz değil mi? O nedenle bu dilek laf olsun diye söylenmemiştir!) Uyumayanlar için anlatmaya devam edelim:
Bizim masalımız bir akıl hastanesinde geçiyor. Burada yaşayan altı yüze yakın akıl hastası ve yüz civarında da görevli personel vardı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili dikdörtgen şeklinde yüzlerce dönümlük bir bahçenin içerisinde çeşitli amaçlar için kullanılan altı tane bina bulunuyordu. Bahçe duvarlarının üzerindeki dört tane gözetleme kulesi ile burası bir hastaneden ziyade adeta bir hapishaneye benziyordu. Birkaç metre yüksekliğindeki demir kapısı ile ise dışarıdan bakıldığında bir kale izlenimi yaratıyordu.
Bu yüzlerce dönümlük arazi hanedan soyundan gelen bir bayana aitmiş ve vakti zamanında burada bu ailenin bir av köşkü varmış. Zaten arazi yerleşim yerlerinden oldukça uzak bir yerde, ormanla çevrili. Bu bayan, üç çocuğunun üçünü de daha çok küçük yaşlarda iken çeşitli hastalıklar yüzünden kaybettiğinden bu araziyi hastane yapılmak şartıyla devlete bağışlamış. Uzun yıllar arazi boş kalmış, geçen zaman içinde taş yapı olmasına rağmen sekiz odası bulunan av köşkü bile tahribata uğramış. Neden sonra devlet buraya hastane inşa etmeye karar vermiş, ayrıca av köşkü de restore edilmiş.
Buranın sakinlerini de size kısaca tanıtayım: Hastaların hepsi erkek, kadın hiç yok. Neden böyle bir uygulama yapıldığını bilmiyorum. Vardır elbet bir sebebi! Hastaların içinde durumu çok ağır olanlar bulunduğu gibi iyileştikleri halde burada kalmaya devam edenlerin sayısı da az değil. Neden iyileştikleri halde bu insanlar taburcu edilmezler? Çünkü bunları çoğu burada aileleri tarafından unutulmuş. Bazıları da kendilerini unutturmuş. Çünkü herhangi bir geliri ya da malı mülkü olmayan bir insan buradan çıkarsa hayatını nasıl devam ettirecek? Burada yatacak yeri var, yemeği var, banyosunu yapabiliyor, çamaşırları yıkanıyor. Dışarı çıktığında bunların hepsinden yoksun kalacak.
Neyse, eksik kalan bilgileri daha sonra da anlatabilirim. Şimdi biraz kendimden bahsedeyim: Ben bu hastaneye geleli tam on bir sene oldu. Deliydim, ama şimdi iyileştim. Ya da en azından ben öyle düşünüyorum, yani iyileştiğimi zannediyorum. Arada sırada zırvaladığım oluyorsa da bunun pek önemi yok. Hastanedeki insanların hepsini olmasa bile çoğunu tanıyorum. Binalardaki odaların tamamını dolaştım, bahçede ayak basmadığım yer kalmadı. Bir ara kaç tane ağaç olduğunu bile saymıştım.
Bahçe dedim de aklıma geldi, anlatmadan geçmeyeyim. Bahçenin tamamını dolaşmaya kalksanız bu saatlerinizi alır. Bu bahçede neler yok ki? Futbol, basketbol, voleybol sahaları, onlarca çardak diğer deyişiyle kameriye, yüzlerce üzerlerinde çeşitli belediye ve firmaların adı yazılı oturma bankları. Mevsimine göre her türlü çiçekler: Yani laleler, papatyalar, yaseminler, zambaklar, nergisler, kasımpatılar, hanımelleri, menekşeler, sarmaşıklar, sardunyalar, lavantalar, karanfiller… Hangi birini sayayım. Ağaçlar da öyle. Mübalağa etmiyorum binlerce ağaç var bahçede.
Bahçenin hemen hemen yarısı hastaların kullanımına verilmiş. Ancak öteki yarısına hastaların geçmesine izin yok. Zaten ayrılan kısım hastaların ihtiyacına yetiyor da artıyor bile. Diğer yarısına tel çit çekilerek görevlilerden başkasının girmesine izin verilmiyor. Çünkü o bölümde sebze ve meyve yetiştiriliyor. Elde edilen ürün hastaların beslenmesi için kullanılıyor.
Bahçeyi kısaca tanıttıktan sonra tekrar kendime döneyim: Kendimi iyi hissettiğim halde niçin buradan gitmediğimi bana sorabilirsiniz. Yukarıda da izah ettim, bazı insanların dışarıdaki hayatla mücadele edebilecek güç ve imkanları yok. Benim için de bu geçerli. O yüzden birçok kişinin yaptığı gibi ben de hastalık numarası yapıyorum. Numara yapıyoruz da doktorlar bunu fark etmiyorlar mı? Sanırım onlar her şeyin farkında olmalarına rağmen bizleri idare etme yoluna gidiyorlar.
***
(Bu taslağın yani ön çalışmanın ileride kitap olarak yayımlanması düşünülmektedir. O nedenle okuyucularımızın eleştiri ve önerilerine ihtiyaç duyulmaktadır. ÖFH)
**
Devam edecek....
YORUMLAR
Dostum diyorum 4 dörtlük okudum duygulandım ,boğuldum 100 kez tebrik böyle eserler verenlerde varmış,artık
favorimsin alacak çok şey var vereceğim sadece müteşekkürlük.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Selam ve sevgiler....