- 2359 Okunma
- 12 Yorum
- 4 Beğeni
ORTADA KUYU VAR YANDAN GEÇ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
.....
...
...
Ortada kuyu var yandan geç!
Öyle tılsımlı bir cümleydi ki bu ya da biz tılsımına öyle çok inanırdık ki çocuk kalbimizle, ne kadar yüksek sesle ve ne kadar tempo tutarak söylersek o kadar işe yarardı sanki. Gerçek olansa, topu elinde tutan arkadaşımızın oyuna tamamen odaklanması, becerisi ve isabet yeteneği idi kuşkusuz. Taş dizesini yıkmak ve takımına puan kazandırmak istiyorsan kulaklarını tıkayacak ve gözünü dört açacaktın. Top benim elimdeyse kesinlikle ıskalamazdım. Kuyu falan vız gelirdi bana. Tam ortaya, dokuz yassı taştan oluşan kuleyi devirecek kalitede atışlar yapardım. O yaşlarda en sevdiğim oyundu dokuz kiremit oyunu ve en büyük eğlencem de kuyulardı.
Çocukluğumda yaşadığımız köyde hemen herkesin evinin bahçesinde bir kuyu vardı. Kuyusu bol bir köyde yaşıyor olmanın bütün nimetlerinden faydalandım. Uçsuz bucaksız mandalina bahçelerinde, suyla buluşan toprağın taze kokusunu içime çeke çeke, çamurlara bata çıka, lastik çizmelerim krema kıvamında çamur kusacak hale gelene kadar günümü gün etmiş, kuyudan pompalanan suya bedenimi tutup, yağmurda kalmış kedi yavrusu gibi evin yolunu tutmuşluğum çok olmuştur. Sonrasında annemden yiyeceğim dayağı hiç hesap etmeden hem de…
Ortada kuyu var yandan geç!
Kuyunun ortada işi ne? Hem neden yandan geçmek zorundayım ki? Kuyuya kafa tutmak dururken? Ben kuyunun üzerinden uçup geçmek istiyorum karşı tarafa. Kim engel olacak bana?
Çapı bir metreden geniş değilse, hız almak için geriye doğru üç beş adım atar ve oktan çıkmış yay misali fırlayarak atlardım kuyunun karşı tarafına.
Ortada bir kuyu varsa ben üzerinden geçerim dostum.
- Olum manyak mısın bu kuyunun üzerinden atlanmaz! Kıçına pervane mi taktın geri zekalı?
- Sen de pek ödlekmişsin be Sedat.
- Lan olum görmüyor musun iki metreden bile geniş bu kuyunun ağzı. Hız alıp koşsan bile daha ortasında yutar seni.
- Denemeden bilemeyiz bunu.
- Saçmalama Kahraman ben bu işte yokum. Benim yanımdayken senin denemene de izin vermeyeceğim.
Şöyle kuyunun etrafında bir iki tur attım. Sedat haklıydı bu kez, koşarak hız da alsam üzerinden atlayamayacağım kadar genişti bu kuyunun ağzı. Ama kafaya koydum geçmeliyim üzerinden. Zaten cesaret dediğimiz şey korkuyla yüzleşmenin diğer adı değil midir? Korkunun üzerine üzerine gitmezsek cesur olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz ki? Babamın tezini bir kez daha çürütmek istiyordum. ‘’Erkekliğin yüzde doksan dokuzu beladan korkmak ve kaçmaktır.’’ Babam, üniformalı herkesten korkar, çekinirdi. Ne zaman bir asker, bir polis hatta bir zabıta memuru ile karşılaşsa derhal düğmelerini ilikler, kasketini eline alır, benim bile o yaşımda iken abartılı bulduğum bir saygı gösterisine girişirdi. Bu korkusunun ve çekinmenin bariz bir sebebi yoktu bildiğim kadarıyla. Zaten o da korktuğunu kabul etmez devletin görevlilerine saygı duyduğunu iddia ederdi. Kimseyle dalaşmaz, borç para istemez, isteyene de mümkün merte-be vermez, kavga edenleri asla ayırmaya kalkışmaz, hemen olay yerinden sıvışır, evdeyse kapıyı pencereyi sımsıkı kapattırırdı bize. Görgü tanığı olarak bile karakola gitmekten çekinir, köşe bucak saklanırdı beladan. Gece sokakların tekin olmadığını savunur kahveye dahi gitmezdi. Oysa yaşadığımız köyde o tarihlerde herkes birbirini tanır vakit ne olursa olsun güvenle dolaşabilirdi sokaklarda ama babam karanlıktan da haz etmez her türlü bela ve pisliğin gece, özellikle insanların uykuya daldığı sırada uyandığına ve tedbirsiz insan avına çıktığına inanırdı. Bu yüzden babamın cesur bir erkek olduğuna asla inanmadım. Maruz kaldığı ya da şahit olduğu haksızlıklar karşısında sadece belaya bulaşmamak adına kör, sağır ve dilsizi oynaması yaşım ilerledikçe ona olan saygımın giderek azalmasına ve nihayet yok olmasına sebebiyet verecekti. Beladan korkarak, kaçarak kurtulamazsın peder bey, korkuyu korkutmak gerek, yoksa onun esiri olursun.
- Buldum!
- Neyi buldun lan?
- Gel yardım et bana, şu barakanın duvarına dayanmış kalasları görüyor musun?
- Ee gördüm nolmuş!
- İşte o kalaslardan birini uzatacağız kuyunun üzerine.
- Ee…
- Ee si sonra da tıpkı bir cambaz gibi kalasın üzerinden yürüyerek geçeceğiz karşıya.
Sedat’ın itiraz etmesine fırsat vermeden kalasların olduğu tarafa doğru hızlı adımlarla yürüdüm. O da çaresiz peşimden geldi. Gözüme kestirdiğim en uzun kalası tuttum. Sedat’ın da yardımıyla dayalı olduğu duvardan aldık, ben önde Sedat arkamda kalası kuyunun ağzına kadar taşıdık. Karşılıklı iki ucundan kavrayıp aynı anda hareket ederek, kuyunun yusyuvarlak ağzının tam ortasına yerleştirdik kalası. İki eşit yarım daire halindeydi şimdi kuyunun ağzı. Önce ben geçeceğim dedim ve lastik çizmelerimi çıkarıp, terden pörsümüş ayaklarımı ellerimle kurulayıp, ilk adımımı attım. Sonra ikinci, üçüncü derken çemberin tam orta-sındaydım nihayet. Sedat nefesini tutmuş beni izliyordu. Başımı yukarıya kaldırdım, mavi gökyüzünde pamuk şekerine benzeyen top top bulutlar vardı. Uzatsam elimi dokunacağım sanki. Tek bir tanesini çekip alsam köyün bütün çocukları pamuk şekere doyacaklar. Sonra bir tane daha almalıyım, Leyla için. Mavi gözleri mutluluktan ışıl ışıl olmalı ve ben denizin genzimi yakan tuzuna aldırmadan kulaç atmalıyım o gözlerde.
- Hey! Ne yapıyorsunuz siz burada? Sabahtan beri aramadığım yer kalmadı.
Leyla’nın sesiyle kendime geldim. Bakışlarımı gökyüzünden, düşüncelerimi Leyla’nın gözlerinden çekip bir adım daha attım. Kuyu oldukça derindi. Derinleştikçe küçülen, küçüldükçe kararan daireye bakmak, gökyüzüne bakmak kadar zevk vermemişti bana nedense. Bir an başım döner gibi oldu, kalas yaylandı ben yalpalandım. Kollarımı iki yana açarak dengemi korumaya çalıştım ve peş peşe dört büyük adımla, Sedat’ın yanında eliyle kalbinin atışlarını sakinleştirmeye çalışan Leyla’nın gözlerine bakarak, yok bakarak değil adeta tutunarak, kuyu üzerindeki zorlu yürüyüşümü tamamladım.
- Sen aklını kaçırmış olmalısın Kahraman!
Çarpık bir gülümseme geldi yerleşti dudaklarıma. Ah Leyla! İki yıl önce babasının tayini bizim okula çıkmış, okulların açılmasına on gün kala köyümüze taşınmışlar ve köylünün yardımıyla elden geçirilen lojmana yerleşmişlerdi. Sedat’la ben de yeni öğretmenin geldiğini duymuş, nasılsa okulda göreceğiz diyerek pek ilgilenmemiştik. Yaz tatilinin son günlerinin tadını çıkartmakla meşguldük. O yıl, biz üçüncü sınıfa Leyla da beşinci sınıfa başlayacaktı. Okulun ilk günü bahçede toplanmıştık. Müdürümüz hem yeni gelen öğretmenimizi hem de kızı Leyla’yı tanıtmıştı bizlere. Sonbahar kızılı saçlarının çevrelediği yuvarlak yüzü, burnunun üzerindeki çilleri aydınlatan parlak mavi gözleri işte o gün aklımı başımdan almıştı benim. Hatta anneme için için öfkelenmiştim neden sanki beş yıl önce ablamı değil de beni doğurmadın diye. Leyla’dan iki yaş küçük olmak o günkü aklımla ağırıma gitmişti. Gerçi boyca ondan uzundum. Yani yan yana gelsek yaşıt olduğumuzu hatta benim ondan birkaç yaş büyük olduğumu düşünebilirdi herkes. Biblo gibiydi Leyla. Annemin şifonyerinin üzerinde mütemadiyen tozunu alıp gözü gibi koruduğu porselen bibloya benziyordu. Öylesine kırılgan ve ince, öylesine zarifti ki ve teninin rengi öylesine beyazdı ki, yüzünün bazı yerlerinde damarlarını görebilmek mümkündü. Ben aklımı da kalbimi de o gün, okulun ilk günü, onu gördüğüm anda tutamayıp kaçırmış, Leyla’ya kaptırmıştım zaten. Ama bunu ona söyleyecek cesareti ne onu gördüğüm ilk gün, ne daha sonraki günlerde ne de onun gözlerinden güç alarak tamamladığım kuyu ağzı parkurunun finalinde bulamadım kendimde. Çaresiz tuttum dilimi, ‘’ ben seni ilk gördüğüm anda kaçırdım aklımı Leyla.’’ diyemedim. Dilimin ucuna kadar gelmiş cümleyi bir çırpıda yutup, Sedat’a döndüm:
- Hadi bakalım Sedat, sıra sende.
Sedat burnundan derin bir soluk alarak iki sülük şeklinde yan yana sallanmış sümüğünü gerisin geriye çekti, sol el bileğinin dış yüzüyle de kuruladı. Bu yüzden olacak bileğinin üzerinde salyangoz izine benzeyen, kurumuş, incecik, sedefi bir parlaklık tabakası olurdu daima. Saçları toprağı delen taze çim filizleri gibi dimdikti. Birkaç ay berbere gitmeyecek olsa saçlarının uzadığını değil de kafasının büyüdüğünü düşünebilirsiniz. Ben yaz aylarında berberin yolunu neredeyse unuturken o düzenli olarak saçlarını üç numara kestirirdi. Bazı çocuklar ‘’kirpi Sedat, kirpi Sedat’’ diye tempo tutarlar, saçlarından dolayı onunla alay ederlerdi. Sedat öfkelenir, tombik parmaklarını sıkarak ellerini yumruk yapar üzerlerine yürürdü. Ben de hemen gardımı alır,’’dağılın lan, piç kuruları’’ diyerek can dostuma destek çıkardım. Alaycı çocuklar çil yavrusu gibi sağa sola kaçışırlardı. Sedat’ın az önce öfkeden çatılan kaşları düşer, yumruk yaptığı parmakları çözülür, yüzüne bir mahzunluk gelip, bağdaş kurardı. Anlardım ki kirpi saçlarından hiç memnun değil Sedat. Böyle zamanlarda, ‘’lan oğlum,’’ derdim, ‘’sağlam karakterli insanların saçları böyle dimdik olurmuş. Siktir et sen onları, kıskanıyorlar seni besbelli.’’ Zaten yüzüne iki numara büyük gelen ağzı keyiften iyice yayılır, kocaman gülümsemesi bütün yüzünü kaplardı. O yaşta böyle afili cümleleri nereden bulduğumu merak etmiş olmalısınız. Büyük şehirde yaşayan dayım sık sık bizi ziyarete gelirdi. Her seferinde bana değişik kitaplar getirirdi okumam için. Dünya çocuk klasiklerinden tutun da, renkli atlaslardan, ciltli Türkçe sözlüklere ve hatta çizgi romanlara kadar. Onun sayesinde hatırı sayılır bir kütüphaneye sahip olmuştum daha o yaşımda. Okulumuzun kütüphanesi bile inanın abartmıyorum benimki kadar zengin değildi. Kitapları koyacak yer problem olmaya başlayınca annem eve yeni gelen buzdolabından sonra açığa alınmış mutfaktaki eski tel dolabı, bana ve kitaplarıma tahsis etmeye karar verdi. Oturma odasında üzerinde televizyonun haşmetle kurulduğu masanın altına yerleştirmiştik dolabı. Kapağındaki yer yer yırtılmış plastik teli temizlemiş, annemin rengi solmuş çiçekli eteğini bozup raptiyelerle kapağa germiştik. Gerçi kapak çerçevesine o solmuş basma yerine şöyle ışıl ışıl cam çivileyebilseydik çok daha fiyakalı olacaktı ama en azından tozlanıp sararmayacaktı kıymetli kitaplarım. Uzun sohbetlerimiz olurdu dayımla ya da şöyle diyeyim o uzun uzun anlatırdı yaşadığı yeri, insanları, binaları, arabaları ne görmüşse hepsini üşenmeden anlatırdı. Ben de dirseğimi onun dizine dayar, yüzümü iki avucumun içine yerleştirir, hayran hayran dinlerdim. Söylediği her kelimeyi istisnasız, kayıt düğmesine basılmış bir kasetçalar gibi hafızama kaydederdim. Sonra yeri geldiğinde de kaydettiklerimi hafızamın çalıştır düğmesine basar ve boncuk tabancama dizdiğim boncuklar gibi dilime diziverirdim.
Sedat sanki söz dinleyeceklermiş gibi eliyle önden arkaya doğru saçlarını sıvazladı, yüzüne gömülmüş kara gözlerini iyice kıstı. Leyla’nın önünde hafifçe eğildi, az önce burnunu sildiği kerteleşmiş kolunu da işaret levhası gibi kuyuya doğru uzattı:
- Önce hanımlar.
- Leyla’yı bu işe karıştırma. Kızlar böyle tehlikeli oyunlar oynamaz.
- Yoo, aslında oynayabiliriz.
Bunu yapmak zorunda değilsin dememe aldırmadan kalasın üzerindeki yerini almıştı bile Leyla. Dişlerimi sıkıp Sedat’a öfkeli bir bakış fırlattım. Tam isabet. Gözlerini benden kaçırdı. Koşar adım karşı tarafa seğirtti. Aynı yaşta olmamıza rağmen Sedat benden tırsardı. Bazen bunu ifade etmekten çekinmezdi de.’’ Lan olum Kahraman senin içine büyük adam kaçmış’’ derken hasetlikten ziyade gıpta kokardı sarf ettiği sözler. Aramızda on yedi gün vardı. Benden on yedi gün önce doğmuştu. Buna rağmen çoğu zaman o bana değil ben ona ağabeylik yapardım. Bu durumdan ne o ne de ben hiç şikayet etmedik. İkiz kardeş gibi büyüdük neredeyse. Bir örnek lastik çizmeler, bir örnek civciv sarısı baklava deseni ve saç örgüsüyle bezeli kazaklar, annemin diktiği bir örnek beli lastikli pantolonlar. Lastikli pantolon neyse de civciv sarısı kazaklarımızı giymekten pek hoşlanmazdık. Hem çok çabuk kirleniyorlardı hem de ben buradayım der gibi bas bas bağıran o renk kazaklarla saklambaç oynamak zulüm gibi geliyordu bize. Gelin görün ki; çok fazla alıcısı olmadığından fiyatı oldukça uygundu ve annelerimizin mutfak masrafından arttırdıkları para ancak onlara yetiyordu. Sedat’la aynı okula gittik, yıllarca aynı sınıfta hatta aynı sırada okuduk. Ama gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki aynı kıza aşık olmadık. Böyle bir sorunla mücadele etmek zorunda kalmadık şükür ki. Zaman zaman zıtlaştığımız, ters düştüğümüz olduysa da; dişlerimi sıkıp öfkeyle baktığım o gün olduğu gibi, bu arkadaşlığımıza ve dostluğumuza asla gölge düşürmedi.
Leyla temkinli adımlarla ilerliyor, bir yandan da havada yürümek gibi bir şey bu diyerek neşeli çığlıklar atıyordu. Ben ise kalbim ağzımda, ağzım ellerimin hapsinde, nefesimi tutmuş bir an önce karşıya ulaşması için bildiğim bütün duaları okuyordum. Bir an gözlerimi sımsıkı kapadım. Onu, o kalasın üzerinde görmezsem zaman sanki daha hızlı geçecekmiş gibi geldi. Ne olduysa işte o anda oldu. Zaman aksine kurulmayı unutulmuş saat gibi birden duruverdi. Önce, kuyunun duvarlarına hızla çarpıp geri dönen bir çatırtı sesi ve hemen akabinde Leyla’nın havada asılı kalan çığlığı kulaklarımı sağır etti. Ellerim hala ağzımın üzerinde, içimden yükselen ve dışarıya çıkmak için bir yol arayan çığlığımı bastırmakta. Gözlerimi ağır çekim hareketlerle açtım. Kuyunun üzerinde ne Leyla ne de kalas vardı.
......
....
....
Hicran Aydın Akçakaya
(uzun zamandır üzerinde çalıştığım ’’RAY(Cesaretin Yoksa Tersten Okuma) ’’ isimli roman taslağımdan bir bölüm... eleştiri, tavsiye ve önerilerinize ihtiyacım var)
YORUMLAR
Güzel bir yazı insan sıkılmadan okuyor,
Liderlik vasfında roman kahramanı.
zoru seven inatçı bir tip..
Çocukluk aşkı ,
Deniz sevgisinden kızın gözlerinden maviyi buluyor.
Arayış içinde bazı şeyleri,
İlk olmayı kafasına koymuş.
biraz da övünmeyi seven ilk o yaptı bu işi dedirten.
Tebrik ederim saygılarımla.
Okumayı seven biri olarak severek okuduğumu bilmenizi isterim.
Ben hem "Eleştiri" kelimesini hem de "Eleştirme" işini pek benimseyemiyorum.
Bu anlamdaki beklentileri karşılama imkânım yok.
Şunu diyebilirim ki; İnsanı okumaya iten sebep esas itibariyle kendini okuma isteğinden doğar.
Burada "Kendi" nden kasıt yalnızca bireysel kimlik ve kişiliği değil elbette.
Kendine dair ne varsa... Dostlarımız da bizim gibi oldukları için dost değil midir bize!
Bunu şunun için söyledim ki; Hazırlamakta olduğunuz romanı kimlerin okuyacağını belirleyen sizin seçiminizdir. Siz kime dair olanı yazarsanız onu onlar okur.
Yazınız, bahsettiğiniz kuyu gibi içine çekiyor insanı ne var ki bir kalas koyup üzerinden geçmek şöyle dursun içine isteyerek düşüyor insan. İnanıyorum ki bunun temel nedeni yaşanmışlıkları kendime yakın bulduğum içindir.
Umduğunuzdan da öte bir başarıya ulaşmanız umut ve duasıyla,
Kaleminize, yüreğinize sağlık.
Saygılar.
halimkok tarafından 6/9/2014 4:27:35 PM zamanında düzenlenmiştir.