- 541 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Denizin Pençesi
DENİZİN PENÇESİ
Öyle bir yol seç ki ölüm geldiğinde sen gitmiş ol!
Dalgalar, silkelenen mavi bir atlas kumaşın üst kenarlarından yükselip uçlara doğru yürürken mütemadiyen ufalan kıvrımları gibi, denizin ufuk yerinden sökülüp her halkasında takatini tüketerek iri sert kayalıkları saran katran rengi yosunların yumuşak sinesine sığınıyordu. Kim bilir kaç milyon bulutun kederinden sızmış sayısız gözyaşı damlalarıyla beslenen bu azgın dalgalar, karşısında mukavemet görmeyince kendi içinde kaynayıp yavaş yavaş sönen bir insan hiddeti gibi kıyılarda sakinliğe eriyordu.
Kuşatamadığı için aklımı hep iflasa sürükleyen o sonsuzluk fikrini, her görüşte bana ihtar eden bu denizle gündüz gözü böyle sarmaş dolaş olmam pek hayra alamet değil ama halimde hayra alamet ne var ki? Yalnız sanırım korkularımdan artık eskisi kadar korkmuyorum ve bu da hayra alamet sayılmaz. Çünkü bu korkusuzluğum onlara karşı sağlam bir ruh, inanç ve muhakeme kudretimin varlığından değil, benliğimi ölümcül bir illetin pençesine atan cinnetimin artık bütün korku merkezlerimi de sarmış olmasından. Ölmüş merkebin kurttan ne korkusu olur sahi! Şimdi ben, hayatım boyunca serinlemek için ayaklarımı bile sokamadığım şu denize hemen atlayabilirim! Atlayabilir miyim? Atlayabilirim. ”atlayamazsın…” Atlarım… ”atlayamazsın…” Nedenmiş o?
“Bak neden. Beni tanıdığın kadar ben de seni tanıyorum. Sen hiçbir zaman zorluğa gelemeyecek birisin. Karşına çıkan her engelin üstünden atlamak ve daha hız kazanmak yerine, onun dibinden köşesinden bir kaçış deliği bulup sürünerek geçmek kolaylığına kaçarsın. Dertlerine, sıkıntılarına o korkunç zekan isabetli teşhisler bulsa da sen hiçbir zaman onlara keskin bir çare aramak cehdi gösteremezsin. Gireceğin yolun keskin ve iltimassız kaidelerinin, ruhsal perhizlerinin, alışkanlıklarının kolay lezzetinden seni mahrum edeceği düşüncesiyle ürküp oradan kaçar, üzerinde hiçbir işaret levhası olmayan yolları tercih edersin. Sen en basit ruhsal bir disiplinle karşılaştığında o zalim nefsinle türlü teviller yapar ve bir şekilde onu delmenin sahte haklılığına ulaşırsın. Sen var ya sen! Hiç bir ruhsal kanuna nizama uymadığın için kesilen hesabı ödemede de hassasiyet göstermeyip veresiyeye sarılır gibi hep ötelersin. Sen var ya! Kırk yıl önce sezeryanla bu hayata kolay ve zahmetsiz geldiğin gibi buradan defolup giderken de tabi bir ölümün zorluklarını asla karşılayamazsın. Sen ölüme varmak için denizin soğuk ve karanlık koynunda dakikalarca çırpınmayı göze alamazsın. Öyle bir yol seç ki ölüm geldiğinde sen gitmiş ol!”
İkindi sonrası çıkan sert rüzgârı değil, sanki içimdeki bu fırtınayı duyan deniz kaynamaya, öfkelenmeye ve iki yanda kalın devasa kollarıyla kayalıklara doğru kulaç atmaya başladı. Ağaçtaki avına ulaşamayan vahşi bir aslan gibi denizin bu hiddetli kolları, her yeni hamlede kayalıklar üzerinde kırıldı ve ayaklarımın ucuna pençe izlerini bıraktı.
-Haklısın, denize atlayamam!
Kolumdan aslanpençesi kadar güçlü bir el beni yakaladı;
-Atlama zaten Salih. Ne denize atla ne de umutsuzluğa. Kurtulacaksın bu buhrandan emin ol. İnan güven bana. Hadi gidelim hava çok soğudu. Apar topar indin aşağıya. İki saattir bu kayalıklarda hayalet gibi dolaşıyorsun. Tamam, söz sen istemedikçe soru sormayacağım. Gidelim lütfen.
Beni artık kendi kendine konuşan bir meczup hükmüyle kafasındaki ihtisas defterine tescilleyen Yunus Onbir’in, kollarımı bir deli gömleği gibi kenetleyip yanında sürükler gibi götürmesinden hiç gocunmadım. Artık tüm akıl ve duygu şubeleriyle iflas etmiş bir delinin kendine verebileceği zarar endişesinden başka bir kıymet merkezi kalmamıştı bende.
Çatlakları kaynamamış kaburgalarımın verdiği ağrı ile iki büklüm otururken, başımı dayadığım arabanın buğulu camından, ta uzaklarda kurşun rengi sislerin örttüğü kayalıklar üzerinde yarı bellerine kadar soyunmuş hayaletleri, denizin güçlü kollarıyla çekip aldığını gördüm.
(Kendi eserim olan Yunus Onbir Kitabından)